AH LENİN AH

AH LENİN AH

Kalfayı yıllar önce ortağımla beraber kendi işimizi kurduktan sonra, ilk iş yaptığımız firmada tanıdım. Kısa boylu, esmer, kalın davudi sesli, kara yağız biriydi. Kalfalıkta ki becerisiyle kendini mühendisler ile yarıştırır, üzerine aldığı işi canla başla tamamlamaya çalışırdı.

Birkaç yıl sonra iş yaptığımız firma Rusya’nın Sibirya bölgesinde ihale aldığında, biz de taşeron olarak oraya gittik. 1994,1995,1996 yılları yaz aylarımız Sibirya’da geçti. Kış şartlarının zorlu olduğu, hava sıcaklığının eksi kırk dereceyi bulduğu bölgede çalışmalar, Mayıs ayında başlıyor, 29 Ekim günü göndere bayrağımızı çekip  İstiklal Marşı’mız söyledikten sonra son buluyordu. Kalfada ana firmanın kadrolu elemanı olarak orada bizlerleydi.

Nedense beni çok sever, bir gün çok büyük işler yapacaksın abla diye bana moral verirdi. Dünyanın bir ucunda iş yaparken, her konuda bize yardımcı olmaya çalışırdı.

Kalfanın hikayelerini anlatmadan önce o zamanın Rusya’sından  söz etmem gerekiyor. Prestroykanın ilk yılları. Parlemento Binası saldırıya uğrayalı bir yıl olmamış, ülke eski ile yeni arasında dalgalanır halde. Sosyalizme inananlar ile sistemden çaldığı paraları daha da çoğaltma derdinde oligarkların çekişme dönemi.

Sibirya’ya gitmek için, ilk önce THY ile Moskova’ya gidiliyor, bazen bir gece Moskova’da ki şantiyede kalınıyor, sonrada Tupolev’in uçaklarıyla Irkutska uçuluyor.

THY ile uçarken Rusların bavul turizmi diye bildiğimiz İstanbul’dan topladıkları çul çaput, uçak personeli ile yolcular arasında tartışmaya neden oluyor. Baş üstü dolaplarına sığmayan hurçlar geçiş yollarını kapatıyor, kavga dövüş, hurçlar boş koltuklara sığdırılmaya çalışılıyor. Pasaport kontrolünde biz Türkler ayrıcalıklıyız. Alman, İngiliz vatandaşları sırada beklerken bizi ayrı kuyruğa alıp çabucak geçiriyorlar. Gümrükte kendi vatandaşlarına özellikle ağır bavul ve hurçlar ile gümrükten geçmeye çalışan kadınlara karşı çok kaba davranıyorlar.

Irkutsk’a, giderken Tupolev’in uçakları, kuyruk piste ha değdi ha değecek diklikte kalkıyor,  inerken de baş aşağı çakıldık çakılacağız diklikte zınk diye iniyorlar. Uçağın içindeki geçiş yollarında koliler, küçük valizler normal karşılanıyor. Hostesler kolilerin üzerinden atlaya zıplaya servis yapmaya çalışıyorlar. Yemekler çok kötü. Bir keresinde tavuk veriyorlar. Tavuk resmen kendini bize yedirmiyor. Daha sonra ki gidişlerde, bir bardak şarap içip uyumayı tercih ediyorum. Koltuk araları çok dar, sağıma soluma şişman Rus erkekleri denk geliyor, aralarında büzülüp sekiz saat uçmaya ancak içip, sızarak dayanıyorum.

Bir keresinde uçak Omsk’a iniş yapıyor. Yakıt ikmali yapılacakmış, hepimizi uçaktan indiriyorlar. Bize “in turist” diyorlar. Bizim biletlerimiz Rusların ödediğinin iki katı. In turist statüsündeki beş kişiyi alıp mihmandar eşliğinde VIP salona götürüyorlar. Havaalanının terminal binasının yerleri beton, zemin  yer yer çökmüş, çöken yerlere su birikmiş, su birikintilerinin üzerinden atlayarak VIP salona giriyoruz. Salon köy odası konforunda, yerler halı kaplı, nenem zamanından kalma koltuklar ve televizyon var. Rusya’nın orta göbeğinde televizyonun üzerinde BEKO yazıyor. Nasıl hoşumuza gidiyor, nasıl gururlanıyoruz.

Bir diğer gidişte, uçakta uyurken hostesin anonsuyla uyanıyoruz, Ulan diye bir kelime yakalıyorum. Ortak da yanımda, “Kalk ortak kalk uçağı Ulan Bator’a kaçırdılar galiba” diyorum. Neyse çok geçmeden durumu anlıyoruz. Hostes “Irkutsk tuman”diyor.  Tuman, duman demek. Irkutsk’da havaalanı çok sisliymiş. O nedenle Moğolistan’ın Ulan Ede havaalanına inmişiz. Uçağı boşaltıyorlar. Karnımız acıkıyor. Havaalanında Ruble geçmiyor,  Dolar geçmiyor, yalnızca Mark kabul ediliyor. Bekleme süresi uzayınca Almanlar bize Mark bozuyorlar. Böylece çay kurabiye alabiliyoruz.

Bazen de Moskova’dan Irkutsk’a giderken havaalanında bekleme süresi çok uzayabiliyor. Bir keresinde sekiz saat bekliyorum. Şoförümüzün yanında bulunsun abla diye verdiği bisküviler bitiyor. Terminalde Rusların açtığı tezgahlardan birinden kurabiye alıyorum. Kurabiyeyi alır almaz, uçağa çağrılıyorum. O günden beri bir yerde bekleme sürem uzadığında ya su, ya da yiyecek bir şey alıyorum. Burada yiyecek ekmeğim, içecek suyum var diye düşünerek, yiyip içmeden gidemiyorum.

Uçağın gecikme nedeni de mahkum taşınacakmış. O nedenle beklenmiş. Sibirya hala mahkumların gönderildiği, romanlara konu olan sürgün yeri. İkinci Dünya savaşında Alman esirlerde buraya yollanmış. Bizim yenilenmesinde çalıştığımız rafineriyi de zamanında Alman esirler yapmış.

Ortak ile bir ay o, bir ay ben olmak üzere dönüşümlü olarak gidip geliyoruz. Bazen de birlikte gidip ya o ya da ben kalıyoruz. İlk yıl Moskova’dan Türkiye’ye dönmek çok eziyetli oluyor. ENKA firması yıkılan parlamento binasının yapım işini almış, işi tamamlamak üzereyken THY larının bütün koltuklarını tutmuş. Türkiye’de işler var, dönmem lazım, şoföre “Beni bir havaalanına götür, orada aktarmalı bilet bakayım” diyorum. İnternetin olmadığı yıllar.

Havaalanı’nda ki tüm hava yolu şirketlerini dolanıyorum, bilet yok. Bir ara kulağıma Antalya sözü çalınıyor. Şoför “Yok abla Almati” diyor. “Git bir sor" diyorum. Çağrının yapıldığı uçak charter uçağıymış ve Antalya’ya gidiyormuş. Son üç kişi diyorlarmış. ”Abla yanında yüz dolar var mı diyor?”  “E var ne olacak?” hamal kılıklı bir adama yüz doları ve bavulu veriyorum” Adam parayı ve bavulu alıp gidiyor ve elinde biletle dönüyor. Beni uçağa götürüyor. Uçak iki katlı, içinde asansör bile var. Uçaktaki şortlu adamlar, askılı elbiseli kadınlar Antalya’ya tatile gidiyor, ben Sibirya’dan gelmiş kazaklı, botlu kadın epey dikkat çekiyorum.

Antalya havaalanında dış hatlardan çıkıp iç hatlara gitmem lazım. O zamanlar dış hatlar ile iç hatların arası bayağı bir mesafe.  Elimde bavul Antalya’nın sıcağında yürüye yürüye ölmek üzereyken iç hatlara ulaşıyorum. THY kontuarında ki hanımlar yüzüme hayretle bakıyorlar. “Sibirya’dan geliyorum, İzmir’e gitmek istiyorum” diyorum. “Tamam diyorlar, siz bir tuvalete gidip üstünüzü değiştirin, elinizi yüzünüzü yıkayıp kendinize gelin, biz bileti hallederiz diyorlar” THY’larındaki canım hanımlar beni ekonomi parasıyla Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan İzmir’e business bölümünde uçuruyorlar.

Birazda o zamanki Sibirya’da ki hayattan bahsetmek istiyorum. Daha önceden de söylediğim gibi Prestroyka’nın ilk yılları. Magasin denilen marketlerde hiç bir şey yok. Boş raflarda bizim Türk firmaları göze çarpıyor. Bir rafta, Dalan sabunları, altında birkaç Ülker bisküvisi, süt, yumurta ve de Efes Bira. Şehirde bira tankerlerle satılıyor. Tankerlerden satış, ahalinin getirdiği naylon torba, ya da plastik kaplara doldurularak yapılıyor. Şişede satılan Efes Bira büyük lüks. Bir keresinde hafta sonu eğlencesi için, -oranın tabiri ile banket- magasinden iki kasa bira almak istiyorum, kasadaki hanım, içerden yetkiliyi çağırıyor, verdiğimiz ruble sıkı sıkı kontrol ediliyor ve hanımın tezgahın üzerinden alıp kaçmayalım diye sıkı sıkı sarıldığı kasalar bize zorlukla bırakılıyor.

Sibirya günleri, kış gelmeden işleri bitirmek için, uzun çalışma saatleri ile çok stresli  geçiyor. Rus personel ve yetkililer ile iletişim, Türkçe, İngilizce, Rusça ve geriye dönüşü Rusça, İngilizce, Türkçe olarak gerçekleşiyor. İlerleyen günlerde “Dil dile değince dil öğrenilir” sözünü doğrularcasına kız arkadaş edinen işçiler Rusçayı derdini anlatacak düzeyde öğreniyorlar. Böylece Ruslar ile direk anlaşmaya başlıyorlar. Benim ve tercümanın işi kolaylaşıyor.

Ertesi yıl tekrar işe başladığımızda ekip Sibirya’ya alışmış, az çok Rusça öğrenmiş vaziyette. İşçilerin çoğu sosyalleşmiş, birer kız arkadaş edinmiş, işçi koğuşu yerine, kız arkadaşlarının evinde kalmaya başlamışlar. Bu arada nahoş hadiselerde olmuyor değil.

İşçiler kendi çaplarında ticarete bile girişmişler. Türkiye’den getirdikleri çul çaputları pazarda kız arkadaşlarına sattırıyorlar, kazandıkları üç beş kuruşu paylaşıyorlar. Deri ceket getirenler, ticarette üst seviye sayılıyor. Satışı da Azeriler vasıtası ile yapıyorlar.

Günlerden bir gün deri ceket satışında anlaşmazlık çıkıyor, içki sofrasında birbirlerine giriyorlar. Bizim işçinin kafasını merdiven basamağına vura vura kafasını dağıtıyorlar. Gerekçe de hazır, kız arkadaşıma sarktı. Cenazenin Türkiye’ye gönderilmesi, karakol ifadeleri şantiyeyi epey meşgul ediyor.

İlk geldiğimizde  şehrin Emniyet müdürü bize konuşma yapmıştı. “Bir Rus size vurursa sakın karşılık vermeyin, yere yatıp ölü taklidi yapın, kımıldarsanız, kımıldamaz hale gelene kadar size vururlar” demişti. 

Bir başka gün kafa göz dağılmış vaziyette bir başka işçi  şantiyeye geliyor. Ne oldu diye sorduğumda “Abla bu komünist karıların alayı o…., şapkayı gören girmez derlerdi doğruymuş” diyor. Hele anlat dediğimde anlatmaya başlıyor. Efendim kız arkadaşı ile güzel güzel anlaşırken, aynı anda bir başka hanıma yeşillenmiş bizimki. Rus hanımlarda biriyle birlikteyken, bir başkası ile birlikte olmazlar, ama sizin bir yamuğunuzu gördüklerinde bitirir, kendilerini özgür sayarlar, yeni ilişkilere yelken açarlar. Yok öyle sen ona buna hoplayıp zıplayacaksın, kadın senin yoluna gözleyip sadakat gösterecek. Oğlum bu ülkede devrim olmuş, kadın erkek eşitliği sağlanmış, eğitimde ileri düzeydeler, sen kim oluyorsun da aynı anda iki dalda tünemeye kalkıyorsun.

Neyse bizimki kadının evine gidiyor, kadın “Ben seni istemiyorum” diyor. Bizimki birkaç gün kadının aleyhinde atıp tutuyor, sonra da kadına olan özlemi ağır basınca kadının kapısına dayanıyor. Kadın da bu arada yeni bir erkek arkadaş edinmiş. Bizimki kapıya dayanınca yeni arkadaş bizimkini bir dövüyor, kafa göz dağılması ondanmış. “Oh olsun” diyorum. Çalışamadığı günlerin parasını kesiyorum. Hatta yemek, yatak parasını da kesiyorum. Gıkını çıkaramıyor. İlk postada da memlekete gönderiyorum.

Bu arada hanımlardan biri beni evine davet ediyor. Bizim mühendislerden birinin kız arkadaşıymış. Tercümanı alıp gidiyorum. Hanımın birkaç kız arkadaşı da gelmiş, uzun bir sofra kurmuşlar, varlarını yoklarını ortaya koymuşlar. Bir tabakta iki adet turşu, bir başkasında üç adet lahana. Ev dökülüyor, evler devletin olduğu için kira ödemiyorlarmış, Sovyetler dağıldıktan sonra da evlerin bakımını yapan olmamış, içinde oturanlarda saldım çayıra mevlam kayıra vaziyetindeler. Yokluk  her yerde kendini belli ediyor. Yemeğin ilerleyen saatlerinde votka şişeleri devrildikçe hanımlar efkarlanarak Rusbesk  şarkılar söylemeye başlıyorlar.

Tercümana bir şeyler söylüyorlar. Tercüman çeviriyor. “Madam, biz kadın olsun erkek olsun birisiyle birlikteyken bir başkası ile olmayı ahlaksızlık sayarız. Oysa sizin erkekleriniz burada bizimle birlikte oluyorlar. Sonra memlekete gidip karılarıyla birlikte oluyorlar, bu nasıl oluyor? Eşleri yokken hanımlarda Türkiye’de başkası ile mi birlikte oluyor?” diye soruyorlar. “Hanımlar bizim erkeklerimiz or…u, ama hanımların bir şey yaptığını sanmıyorum” diyorum. Bizde feodal düzen devam ediyor. Devrimi yapamadık bacılar.

İşçiler ile akşam saatlerinde sohbet ediyoruz. “Bakın diyorum, bir zamanlar İzmir’de Nato’da  görevli Amerikalı askerleri pek revaçtaydı. Evlenenler olduğu gibi, kızlarımızdan biri de –adını hala hatırlarım Mesude- öldürülmüştü. Biz şu anda Sibirya’da Amerikalı askerler gibiyiz. Dolar kazanıyorsunuz, buradaki yoksulluk içinde insanlara av olmayın” diyorum. İşçilerden biri “Abla burada yoksulluk yok, devlet bunlara her şeyi vermiş, evleri var, sıcak suları var, kaloriferleri var. Herkes yüksek okul ya da üniversite mezunu. Benim köyümde daha elektrik bile yok, bunlar hırgızlık etmiş, çalışmamışlar” diyor.

Haklı olduğu yer çok, insanların eğitim seviyesi gerçekten çok iyi. Her fırsatta bol bol kitap okuyorlar. Tramvayda, ayakta seyahat ederlerken, şoförlüğümü yapan çocuk, beni bir yere bıraktığında beklerken, hep ellerinde kitap var. Şehir kütüphanesini merak ediyorum neler var diye. Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’i görünce gözlerim yaşarıyor. Rusçayı değilse bile Kiril alfabesini söktüğüm için kitap sırtlarını okuyabiliyorum. Tolstoy’un “Diriliş” adlı kitabını bile buluyorum. Burada adı “Yeniden Doğuş”.   

Moskova’dan, denetlemeye birinin geleceği söyleniyor. Bizim elektrik mühendisi ağabey, Dağıstanlı, çokta güzel Türkçe konuşuyor. Kendisi parti üyesiymiş. Gelecek kişinin de parti üyesi olduğunu söylüyor. Dağıstanlı ağabey, benle yaptığı tartışmalar sonucunda, benim parti manifestosunu kendinden iyi bildiğimi söylüyor. Akşam büyük odalardan birinde toplanılmış, beni de çağırıyorlar.

Moskova’dan gelen partili ile tanıştırıyorlar. İçkinin de verdiği samimiyet ile parti öz eleştirisi yapılıyor. Dağıstanlı ağabey, “Ülkeyi dışarıya bu kadar sıkı kapatmayacaktık, bir naylon çorap bile arzu nesnesi oldu” diyor. Moskova’dan gelen üye, asıl hatanın silah ve uzay yarışına bu kadar çok para harcanmayacaktı, asıl yoksulluğun nedeni bu diyor.” Bense, ”Adına Proleterya Diktatörlüğü dediniz, her ne nam  altında olursa olsun, diktatörlük, zora dayanır. Zor da dağılmanın ebesidir” diyorum.  Bu lafı Stalin zamanında söylesem, kurşuna dizerlerdi, neyse ki Prestroyka var.

Şantiye da akşamları kağıt oynuyor, fıkra anlatıyor, işin baskısında kurtulmaya çalışıyoruz. Beni de kız birader saydıklarından yakası açılmadık fıkralarda anlatılabiliyor. Ben de Rusya’ya gidiyorum dediğimde bir arkadaşımın anlattığı fıkrayı anlatıyorum.

Fıkra bu ya, Moskova’da iş görüşmesine gelen bir vatandaşımız, otelde kayıt yaptırırken resepsiyondaki görevli, otelin başka hizmetlerinden yararlanmak isteyip istemediğini soruyor. Yani odasına kadın gönderebileceğini söylüyor. Bizim ki teklife atlıyor ve kendince güzel bir gece geçiriyor. Sabahta otelden ayrılırken kendisine bin dolar ödeme yapılıyor. Bizimkinin ağzı kulaklarında, geceyi birlikte geçirdiği hanımın çok memnun kalıp parayı ödediğini düşünüyor. Bu iş bu kadarla kalmıyor, ülkeye döndüğünde arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatıyor. Gel zaman git zaman, olayı anlattığı arkadaşlarından birinin yolu da Moskova’ya düşüyor. O da aynı otele gelip kayıt yaptırıyor. Aynı hizmet ona da sunuluyor. Sabahleyin hesap kesmeye gittiğinde kendisine 100 dolar ödeniyor. Bizimki hemen itiraz ediyor. “Neden bin yerine yüz ödeniyor? Kimi Kandırıyorsunuz? Arkadaşıma ödediğiniz rakamı biliyorum, benim eksiğim ne?” diye kafa tutuyor.

Resepsiyondaki görevli kayıtlara bakıyor. “Haklısınız” diyor. “Arkadaşınıza bin dolar ödedik, arkadaşınızın eylemini tüm Moskova’ya yayınladık, sizinkini ise kapalı devre sadece otel içinde yayınladık” diyor. Herkes gülüp geçerken, taşeron arkadaşlardan biri hiç gülmüyor, “Öyle bir şey mümkün mü abla?” diyor. “Tabi mümkün, sen KGB’yi ne zannediyorsun,  her şey onların kontrolünde” diyorum.” Kimin ne yaptığını bildikleri gibi ne yapacağını bile biliyorlar” diyorum. “Rusya’ya girerken hepinizden AIDS testi istendi. Bir tek benden ve diğer mühendis hanım kızdan istenmedi. KGB bizim bir halt yemeyeceğimizi biliyor. Sizin ne olduğunuzu KGB bile biliyor” diyorum. Düşünceli bir şekilde odasına gidiyor.

Çocuklar, “Abla amma işlettin adamı, biz bile inanacaktık “ diyorlar. Bu arada arkadaşlardan biri, odadan ayrılan taşeron arkadaşın kaldığı odada kız arkadaşı ile gecelediğini ağzından kaçırıyor.

Ertesi gün akşam şantiyeden döndüğümüzde kapıya bir ilan asıldığını görüyoruz. İlanı tercüme ediyorlar. “Lütfen odalardaki yangın alarm dedektörünü sökmeyin” Bizim taşeron arkadaş, odada kayıt cihazı aramış, olsa olsa budur diyerek yangın alarmını sökmüş.

Sibirya’da çok hoş anılarda birikiyor. Mühendis ağabeylerden biri, “Sibirya’ya alışıp alışamadığımı soruyor. “Alıştım, alıştım ama, sabahları Dobra Utra  diye uyandırılmak hiç hoşuma gitmiyor” diyorum. Sabah sabah dünyanın bir ucunda oluşum, eşimden oğlumdan ayrı kalışım kafama kakılıyor gibi geliyor. Ertesi sabah telefon çaldığında ahizeyi kaldırıyorum.  “Gunaydın” diye bir ses çınlıyor kulağımda. Günaydın yerine, gunaydın da dense, bu incelik çok hoşuma gidiyor. “Spasiva” deyip kapatıyorum.

Sabahları, misafirhaneden şantiyeye Rus personelle beraber aynı servise binerek gidiyoruz. Sabah sabah radyoda çalan Rusça şarkılar dinleyerek, camdan Sovyet tipi binaları ve taygaları seyrederek giderken, mühendis arkadaşlardan biri bana dönüp   “ Abla Allah var ve bizle dalga geçiyor” diyor.” Neden?”diye soruyorum. “Abla on sene önce bize Rusya ‘da hem de Sibirya’da çalışacaksın, Ruslarla aynı otobüste işe gideceksin deseler, hadi oradan derdik” diyor. Ben de “O da bir şey mi?” diyorum. Bizim kaldığımız misafirhanenin yenileme inşaatını yapan ve de yapmaya devam edenler Çinliler. “On sen önce Çinliler Rusya’ya çalışmaya gidecek dense, üniversitede millet birbirine kafa göz dalardı” diyorum. Dünya hızla değişiyor, bildiğimiz ne varsa hızla eskiyor.

Mühendislerin kaldığı odalarda televizyon var. Akşamları Amerikan filmleri oynatıyorlar. Film İngilizce ama arkadan tek düze bir ses simultane olarak Rusçaya çeviriyor. Dublaj, alt yazı hak getire. Daha önce seyretmiş olduğum bir film olursa seyredebiliyorum, yoksa tek eğlencem kitap okumak. Kaldığım üç yıl boyunca bir türlü Türk televizyonlarını seyredecek anten sistemi kurulamıyor. Oysa Moskova’da ki şantiyelerde herkes rahat rahat Türk kanallarını seyredebiliyor.

Şantiyede futbol meraklıları var. Arada bir kendi aramızda maç yapıyoruz. Üniversitede basketin yanı sıra futbol oynamışlığım var. Takımda bende kendime yer buluyorum. Bizim antrenör Angarsk şehir takımı ile dostluk maçı bağlamış. Ruslarla maç yapacağımız için çok heyecanlıyız. İşten sonra ciddi ciddi antrenman yapıyoruz.

Maç günü şehir stadına gidiyoruz. Rusya’nın bir ucunda bizim büyük şehirlerde görebileceğimiz bir stat. Sahaya çıkıyoruz, karşı takımı görünce ben değil yedek kulübesinde oturmak, tribüne çıkıp oturuyorum. Adamlar hem en hem de boy olarak gelişkinler. Bizim takım yanlarında, kedinin yanındaki fare gibi kalıyor.

Tribünde bizim kontroller hatta Kombinat’ın başı olan büyük patronda var. Maç oynanırken votka şişeleri ortaya çıkıyor. Bildiğimiz su bardağı dolusu votka elden ele bana geliyor. Patron yollamış, içmemek çok büyük saygısızlıkmış. Bir bardak votkayı içiyorum ama, boğazım, midem nasıl yanıyor. Köpek içse ölür. Halk arasında adı zaten “Köpek Öldüren” miş. Bugün ölmezsem bir daha ölmem. Statdyum gözümün önünde yan dönüyor. Ayağa kalkıyorum. Yanımdaki mühendis arkadaş “Ne oldu diyor?” “Stadı düzeltmeye çalışıyorum” diyorum. Maç devam ediyor. İlk yarı 6-0 bitiyor. Angarsklılar bile bizim takımı tutmaya başlıyor. Allahtan karşı takım oyunu gevşetiyor, yoksa 20-0 olacağız.

İkinci yarı bir gol atmamıza izin veriyorlar. Adı üzerinde dostluk maçı. Maç 8-1 bitiyor. Forma bile değişiyorlar. Karşı takımın formalarının içine bizimkilerden üç kişi sığar. Adamlar o cüsse ile nasıl koşuyorlar, nasıl güzel oynuyorlar, görmek lazım.

Ben ise midemin ve baş dönmesinin derdindeyim. Çoluğa çocuğa rezil olmadan odama gideyim başka bir şey istemiyorum. Otobüse nasıl bindim, odaya nasıl vardım bir de bana sorun. Bir de hava soğuk üşümüşüm. Odaya gidince hayatımın hatasını yapıyorum. Sıcak duşa giriyorum. Duştan çıkıp, giyinmem ve kendimi yatağın üzerine atmamla film kopuyor. Sabah uyandığımda oda soğumuş, ben üstüm açık yatmışım ve kaskatı olmuşum. Sürünerek banyoya gidiyorum. Saç kurutma makinası ile boynumu, kollarımı açıyorum. O günden sonra sırtıma musallat olan ağrı, hayat boyu başıma bela oluyor.

Şantiyede yemekler bizim damak tadımıza uygun çıkıyor. Rus personelde bizle beraber yiyor. Önceleri, mühendislerin oturduğu iki masaya beyaz örtü örtülüyor. Sonra bizim işçiler burada mühendis işçi ayırımı yok, ya sizde bizim gibi örtüsüz masada yiyin, ya da bizim masalara da örtü örtün diye söylenince örtüler kaldırılıyor. Benim için hava hoş, ben zaten işçilerle yiyorum.

Sibirya mahrumiyet bölgesi. Un, bulgur, mercimek, pirinç, kahvaltılık malzeme Trek Turizmden kiralanan kargo uçakları ile Türkiye’den geliyor. Yerel halk lahana ve patates ile besleniyor. Kapuska ve kartoşka ikilisi. Süt bedavaya yakın, çocuklar için ise ücretsiz veriliyormuş. Yumurtada çok ucuz. Lüks sayılan tek şey dondurma, o biraz pahalı.

Et tedariki için bir çiftlik ile anlaşma yapılıyor. Her gün şantiyeden iki kişi dana kesmeye gidiyor. Sıra alüminyum ekibine gelince, onlar kesime gitmeyi reddediyor. Şehirli çocuklar, ne anlar dana kesmekten. Bu böyle olmaz deyip Türkiye’den kasap isteniyor.

Burada hırsızlık çok yaygın. Ortada en ufak bir şey bırakmaya gelmiyor. Anında yok oluyor. Bu çalıp çırpma işine de “Ali Baba” diyorlar. Demir kapılar için hırdavatçılar çarşısından özene bezene aldığım kapı kollarından ikisi takıldığı gün çalındı. Güzelim kapı kollarını doğramaya kaynaklamaya başlıyoruz, yoksa başa çıkamayacağız.

Çelik için kullandığımız boyalar iki bileşenli. İki bileşen karıştırıldıktan sonra dört saat içinde kullanılması gerekiyor. Bizim arkadaşlardan biri boyayı hazırlayıp tuvalete gidiyor, döndüğünde bakıyor ki boya kovası yok. “Oh iyi oldu abla. Akşam eve götürdüğünde donmuş boya hiçbir işine yaramayacak, bir daha yapmazlar” diyor.

Evlerin önündeki galvaniz saçtan yapılmış kulübeler görüyorum. Depo sandığım kulübeler meğer, arabalar içinmiş. Arabaları bile kaşla göz arasında götürüyorlar. Kısa duraklamalarda bile direksiyon kilidi takılıyor.

Rusya’da kaçınılmaz olarak bizimkiler ile Sibiryalı hanımlar arasında  kadın erkek ilişkileri gelişiyor. Önceleri bu kız arkadaş işine çok karşı çıkıyordum. Dünyanın bir ucuna üç kuruşun peşinde çalışmaya gelmişler, çoluğun çocuğun rızkını burada döküp saçıyorlar diye çok kızıyordum. Zaman içinde gördüm ki hem iş verimleri artıyor, hem de eğitiliyorlar. Ceket tutmayı, eve giderken çiçek almayı, mutfağa girip salata yapmayı, hatta sevmeyi belki de sevişmeyi öğreniyorlar. Bu da işin doğasında var, en azından memlekete döndüklerinde karılarını dövmezler, bu durumun karılarına bile faydası olur deyip normal karşılamaya başlıyorum.

Uçakta dönerken bizim vinç operatörlerinden biri uçakta ağlamaya başlıyor. Adamı görsen 0,1 ton ağırlığında bir babayiğit, çocuk gibi ağlıyor. Kendisini pazarda kendisi gibi 0,1 ton ağırlığında bir hanım ile görmüştüm. Hanım da vinç operatörüymüş. Burada kadınlar sıva yapıyor, vinç kullanıyor, tramvayı sürüyor, eline koca demiri alıp tramvay hattını değiştiriyor, marangoz atölyesinde  çalışıyorlar. Hepsi de tertemiz giyimli ve dudaklarında da ruj eksik değil. İş hayatında kadın erkek ayrımı yok.

Rusya’yı ayakta tutan kadınlar. Erkekler ne mi yapıyor? İçiyorlar, sabah akşam içiyorlar. Gelelim bizim ağlayan arkadaşa. Neyse adamcağıza bir şey oldu zannediyoruz. “N’oldu abi?” diye sorunca ağzından “Ben şimdi kime ya tebya lyublyu diyeceğim” sözleri dökülüyor. Türkçe de   seni seviyorum diyemiyen diller Rusça da bülbül kesiliyorlar. Bize bile söylerken, seni seviyorum diyemiyor.

Kombinatta verilen yemeklere  bizimkiler kız arkadaşlarını getirmeye başlıyorlar. Bizimkiler kız arkadaşlarıyla dans bile ediyorlar. Kaynak ustası vals yapıyor, forklift operatörü vallahi rock on roll yapıyor. Ne demişler “Eğitim şart”.

Gece ilerledikçe su gibi içilen içkiler kendini gösteriyor. Ruslar dışarda ayazda merdivenlere yatıyor, tuvalet önlerinde sızıyorlar. Tuvalete giderken üstlerinden atlıyoruz. Benim midem votkayı kaldırmıyor. Bir bardak votka önümde durup duruyor. Gecenin sonunda minibüslere biniyoruz. Şoföre kaset veriyorlar. Karışık kaset. Burada en çok Erkin Koray kasetleri seviliyor. Tarkan’ın şarkıları ise gece kulüplerinde söyleniyor.

Minibüs Angara nehri kıyısında ilerlerken nehrin donduğunu görüyoruz. Angara nehri, Baykal gölünü besleyen ana nehirlerden biri. Minibüsü durdurup arabadan inip göle koşuyoruz. Arabadan Fatih Kısaparmak’ın söylediği Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Karadut” şarkısı geliyor.” Karadutum, çatal karam çingenem vay” diye bizde şarkıya eşlik ediyoruz. Donmuş nehirde kayıyoruz. Bu arada patenle kayan Ruslar yanımıza geliyorlar. İçlerinden bir tanesi beni iki kolumdan tutup buz üzerinde kaydırıyor. Bir Sibirya gecesinde ben ayağımda botlar ile buzda dans ediyorum.  

Arada bir hoş olmayan durumlar olmuyor değil. Memlekete dönerken, kız arkadaş ile çekilen resimleri bavuluna koyma hatasına düşenler oluyor. Türkiye’de erkek eve dönünce bavulunu ya karısı açıyor, ya da annesi. Anneler hadi neyse de karısı açtığında resmi bulan benim büroda soluğu alıyor.

Kadınların en çok üzüldüğü şeyler, evde kaybettiği sandığı yüzüğünü resimde Rus hanımın parmağında görmek, kaybolan deri ceketini Rus hanımın sırtında görmek. İlk şok ile hepsi boşanmak istiyor. “Abla sen olsan ne yapardın?” diyorlar.

“Ben böyle bir durumda ne yaparımın cevabını yıllar önce Türkiye’nin en zor üniversitesini bitirip ekmeğimi kazanarak vermişim. Bir daha adamın yüzüne bakmamak kaydıyla işi bitiririm” diyorum. “Sizin de yapacağınız işler vardır. Çalışan yüzlerce kadın evde yemek yapacak, çocuklarına bakacak yardımcı arıyor, sizde bir işin ucundan tutar, bir yandan çalışır, diğer yandan nafaka alır,  çocuklarınıza bakarsınız” diyorum. Hiçbir kadın buna cesaret edemiyor, evde oturmak, ihaneti sineye çekmek kolaylarına geliyor. “O zaman susun diyorum, sonsuza kadar susun ve de benim başıma gelip sızlanmayın.

Bir arkadaşımızı kız arkadaşı ile birlikteyken kalp krizinden kaybediyoruz. Herkesin morali çok bozuluyor. Ölüm olunca insan önce kendini düşünüyor. Şantiyedekiler arkadaşımız için üzülseler de yüzlerinden anlıyorum ki aynı şey başımıza gelirsenin endişesi var. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. “Kardeşler boş verin, hepinize Allah böyle ölüm nasip etsin, arkadaşımız mutlu öldü diye teselli bulun “ diyorum. Akıllarından geçen dillenince kendilerine geliyorlar. Yapılacak çok iş var. Arkadaşımızın eşyaları toplanacak, cenaze ile birlikte Türkiye’ye gönderilecek.” Dikkat edin” diyorum. “Bavulda resim falan olmasın” Bavula dantel çamaşırını koyan kız arkadaş bile gördük. “Kadın kadının kurdudur” demişler. 

 Rusya’da kadın erkek eşitliği sağlanırken, sınıfsız toplum içinde uğraş verilmiş. Bu nedenle mühendis ile işçi bir tutuluyor. Rus kızları da bu nedenle, bu mühendis, bu işçi diye ayrım yapmadan gönlünün istediği ile birlikte oluyor. Bu arada evliliklerde oluyor. Mühendisi seçen şanslı, Türkiye’de alıştığı konforu bulabiliyor. Kaloriferi sıcak suyu olan evde oturabiliyor, istediği gibi giyinebiliyor. Gerçi giyimden pek anladıkları söylenemez. Kırmızı kazağın altına mor etek, ördek yeşili kazağın altına fuşya pantolon giyebiliyorlar. Hele bantlı pabuçları çorapla giymeleri yok mu anlamak mümkün değil.

İşçi ile evlenen kız ise, Bitlis’in bir köyüne gelin gidebiliyor. Çeşmeden eve su taşımaya, ocakta odun yakmaya birkaç ay dayandıktan sonra ne yazık ki geriye dönüyor. Aşk aşk da, aşk da bir yere kadar.

Kursk şantiyesinde bir problem olmuş. Ortak ile beraber durum tespiti için gitmemiz isteniyor. Moskova’dan Kursk’a tren ile gidiyoruz. Rusya’da ray araları 1,520 mt, Oysa bizim ülkemizde 1,435 mt olan standart ölçü kullanılıyor. O nedenle arada ki 10 cm, vagonlarda bir metreye yakın genişlik sağlayabiliyor. Bütün gece yol gidiyoruz. İki kanepe ortasındaki masada  çay takımı var. Gümüş taklidi zarflar içinde porselen çay takımı. Havlu ve peçete için ayrıca cüzi bir miktar bedel ödeniyor. Parayı ödediğimiz hanıma üstü kalsın diyoruz. Bir telaş paranın üstünü verip yanımızda kaçarcasına ayrılıyor. Bahşiş bile almaya çekiniyorlar. Peçeteler ve havlular kanaviçe ile işlenmiş.

Kursk’ta ki şantiyede akşam düğünümüz var deniyor. Bizim güney-doğu illerinden bir delikanlı postanedeki hanım kızın gönlünü çalmış. Gelin kızımız beş aylık hamile. Düğünde kızımız çok rahat, arkadaşları ile gülüp oynuyor. Bizim kara yağız delikanlı sanki kendi hamile kalmış gibi mahcup, başı önünde, durmadan terini siliyor. Sonradan öğreniyorum ki hanım kızı aile kabul etmemiş, doğan çocuk oğlan olduğu için çocuğu alı koyup kızı göndermek istemişler.  Bayağı diplomatik kriz çıkmış, sonunda kızımız çocuğu alıp ülkesine dönmüş.

Sovyet rejimi, herkes için tek çizgi çekmiş. Asgari konforu sağlamaya çalışmış. İşçisi de memuru da, teknik personeli de aynı şartlarda yaşıyor. Okul, hastane, barınma ücretsiz. Yazları on beş gün daça denilen yazlıkta kalma hakları var.

Aslında kültür olarak benziyoruz. Irkutsk’da ki Etnografya Müzesi’ni gezdiğimde bunu daha iyi anlıyorum. Ucu dantelli perdeler, kanaviçe yastıklar, örgü kazaklar. Sanki bir Anadolu kasabasındaymışsınız hissi veriyor.  

Şantiyenin sabah 8:00 akşam 8:00 temposunda çalışırken, çalışanlara nefes aldırmak için on beş günde bir verilen Pazar tatilinde aktiviteler düzenleniyor.

Birinde Baykal gölünde tekne gezisi yapıyoruz. Tekneden indikten sonra, kamyonla şantiyeden taşınan masa, sandalyelere oturuyoruz, mangalda pişen etleri afiyetle yiyoruz. O arada karşı dağda beyaz upuzun üç adet  nesne ilerliyor. Dikkatle bakınca bunların roket olduğunu görüyoruz. Ruslar bunların nükleer başlıklı füzeler olduğunu ve dağların içindeki hangarlarda muhafaza edildiğini söylüyor.     "Bunlar böyle arada bir gezmeye mi çıkıyorlar?” diye soruyorum. Gülüyorlar. Muhtemelen Kazakistan’da yeni üretilenlerden olduğunu söylüyorlar. Ne yani dünyanın korkulu rüyası bu füzeler üç bin kilometreden fazla yolu böyle, güpegündüz milletin gözü önünde tıngır mıngır mı taşıyorlar? Biz bu felakete bu kadar mı yakınız? Hele röntgen ile kaynak ölçümü yapan ekip havada çok fazla radyasyon var deyip duruyordu. Kanser olmasak bari.

Gelelim bizim kalfa ile olan hikayelerimize. Bir gün şantiyede mühendisler odasında otururken, makine mühendisi ağabeyimiz kapıyı aralayarak “Çocuklar, 1 angström ne kadar eder? diye soruyor. Sene 1994 internet yok, herkes birbirine soruyor, hatırlayan yok. Birkaç dakika sonra angströmü soran ağabey geri geliyor. Çocuklar 1 Angström çok küçük bir birimmiş, bir milyon angström anca 0,1 mm ediyor diyor.

Dışarı çıktığımda kalfaya denk geliyorum. “Gel gel hele” diyorum “Buyur abla diye” koşturuyor. “Bak ben mühendis odasına gidiyorum, birazdan arkamdan gel, rastgele birini sor. Ben sana kalfa 1 angström ne eder diye soracağım, sende bir milyon angström 0,1 mm eder diyeceksin” diyorum. Ne diyeceğini bir güzel ezberletip odaya geri dönüyorum.

Çok geçmeden kalfa geliyor, mühendislerden birini soruyor, ben de kalfaya soruyu soruyorum. Bizim artist elindeki telsizin anteniyle kafasını kaşıyor, biraz düşünüyor, “Abla 1 angström bir bok etmez, ama bir milyon angström 0,1 mm eder” deyip gidiyor.

Bizim mühendislerin hepsi şoka giriyor. Kimi okulda bir yığın lüzumsuz bilgi öğretiliyor, işe yarayanlar öğretilmiyor, bak adama şak diye cevabını verdi diyor. Kimisi de kalfanın beyin byteları boş, ne duysa hafızaya kaydediyor diyorlar. Dışarı çıktığımda kalfa milletin ne dediğini merak etmiş bekliyor. İçerdeki konuşmaları anlatıyorum. “ Sen öyle degerli bir ablasan ki, beni mühendislerin yanında onere etmişsindir” diyor. Kalfanın bana olan sempatisi bir kat daha artıyor.

Açık havada boya işleri yaparken, korkunç bir yağmur başlıyor. Bir gün, iki gün, üç gün hiç durmadan yağıyor. Bu yağmur ne zaman diner diye Ruslara soruyoruz. Allah bilirmiş, yağmur durunca da kar başlarmış. Canım çok sıkılıyor. İşler öylece ortada kalacak. Odada sıkıntı içinde otururken kalfa geliyor. “Neyin var abla ?” diyor. “Görmüyormusun yağmuru, canımıza okuyor” diyorum. “Senin itikadın yoktur abla ama bizim oralarda delikli demir okunarak yağmur kesilir” diyor. Kalfa güneydoğu illerinden birinden, şıh olduğunu söyler ama ben onun şıhlığına pek takılmam, o da benim seküler olmama takılmaz, birbirimizi idare edip gidiyoruz bir şekilde.

“Yemişim itikadını kalfa, hele söyle şu delikli demir işini” diyorum. Tarifi veriyor. Ben demiri hazırlatıyorum, dua kısmı sana ait deyip atölyenin olduğu kısma gidiyorum. Yağmurdan çalışma olmadığı için atölyede kimseler yok, sadece bizim Bişar, ortalığı topluyor. “Bişar, bana bir lama bul” diyorum. Lamadan bol ne var ki, hemen bulup veriyor. “Makineyi çalıştır delik deleceğiz” diyorum. “Yağmur mu keseceksin abla?” diyor. Bak sen Bişar’da biliyor yağmur kesmesini. “He ya yağmur keseceğim” diyorum. “Kaç delik deleyim abla?” diyor. Çocukken söylediğimiz bir bilmece geliyor aklıma. “Yedi delikli tokmak bunu bilemeyen ahmak?” “Yedi delik del diyorum” Delikler deliniyor. Bu arada kalfa geliyor. Şaloma ile ısıttığımız lamayı yerdeki su birikintisine “kes yağmur, kes yağmur, kes yağmur” diyerek batırıyoruz. Bu işlemi üç kere daha yapıyoruz. Sonra da kalfa demiri eline alıp, içinden bir dua okuyor. Duanın sonunda demiri yere bırakıyor veeee mucize oluyor, yağmur duruyor. Bir hafta yağmur yağmıyor. Biz boya işlerini bitiriyoruz. Kar yağmaya başlıyor. Başta Ruslar olmak üzere herkes şaşkın, ben herkesten daha şaşkınım, tek şaşırmayan kalfa ile Bişar.

Millet bizle dalga geçiyor.” KGB peşinizde, Rusya’nın ekolojik dengesini bozdunuz” diyorlar. O yıl Sibirya maceramız böylece sona eriyor.

Döndükten bir süre sonra kalfa İzmir’de ki büroya ziyaretime geliyor. Bir iki hoş beş ediyoruz. Ben bir yandan bir yere teklif hazırlıyor, bir yandan da kalfaya  kısa kısa cevaplar veriyorum.  “Abla bak hele beni bir dinleyesen” diyor. “Sen o işi alırsan merak etme, beni bir dinleyesen diyor”. Elimdeki işi bırakıyor, karşısına geçiyorum.

“Abla ben buralara sığamıyorum” diyor. Tanya yengemizi çok özlemiş, onsuz duramıyormuş. “Saçmalama” diyorum. “Yaşandı bitti, b….u çıkarmanın alemi yok, çoluğun var, çocuğun var” diyorum. “Abla ben şerefsiz evladı değilim, çoluğumu çocuğumu senden fazla düşünüyorum, evi onlara bırakacağım, emekli maaşımı da oğluma vekalet vereceğim onlara bırakacağım. Tanya kanıma buyruk” diyor. Vay kalfa, “”Kanına buyruk” ha. 

Tanya yengemiz, bizim iş yaptığımız rafinerinin, yani koca kombinatın mekanik işler daire başkanı, makine mühendisi, çok hoş bir hanım. Kalfa beni eve davet ettiğinde tanışmıştım. Eve giderken kalfa, yengen sever diye karanfil almış, eve gittiğimizde de mutfağa girmiş salata yapmıştı.

Tanya yenge beni çok sevmiş, oğlunun kilisede yapılan düğününe davet ediyor. Pazar günü kiliseye gidiyorum. Bizim kalfa bıyıklarını kesmiş, lacivert takım elbise giymiş, kayınpeder kadrosundan misafirleri karşılıyor. “Abla orası da Allah’ın evidir” diyor. Meryem ananın bizim dinde ki kutsallığından söz ediyor. “Bana anlatma kalfacım, Meryem Suresi’ni bende biliyorum. Kim neye inanırsa benim kabulüm, yeter ki  kimse beni zorlamasın” diyorum. Tanya yenge ramazanda  oruç tutuyor. Bunu da  kalfa ile birlikte aynı şeyi hissetmek için yaptığını, onunla birlikte sahura kalkmaktan hoşnut olduğunu söylüyor. Ey aşk sen nelere kadirsin.

Kalfa gitmeyi kafaya koymuş, baharı beklemeye niyeti yok. Ben gene de kalfaya “Bak gitmemize şunun şurasında birkaç ay kaldı, yapma etme” nutukları çekiyorum. “Ne var bu kadar vazgeçilmez olan?” diyorum.

“Bak abla sana bir şey anlatayım” diyor. Kalfa Tanya yengemiz ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra, bir gün banyoya giriyor ki, yengemiz leğenin içinde çamaşır yıkıyor. Bizimki “Bu ne hal ? “ diyor. Kadında  “Sana söyleyemedim, çamaşır makinası bozuldu, epeydir elde yıkıyorum” diyor.

“Abla bir zoruma gitti” diyor. “Neresinden baksan ben bir işçi parçasıyım, koskoca bir kombinatın müdürü, mühendis kadın benim kirli çoraplarımı yıkıyor” diyor. Kalfa hemen makinayı tamire götürüyor, makine çoktan ölmüş, motoru yapılacak gibi değil. “Sordum buraların en iyi markası nedir?” diyor. Ariston demişler. Şantiyeden kamyoneti, yanına da parayı alıp, Irkutsk’a gidiyor. Makinayı yüklenip eve getirip, çalışır vaziyete getiriyor.

Akşam olunca yengemiz eve geliyor, kalfa hiç ses etmiyor. Kadın, banyoya girip makinayı görünce bu ne diyor? “Dedim ona ki, bu benim sana hadayamdır (hediye demek istiyor)” diyor. Kadın “Bu kadar büyük hediye olmaz” diyor. Bizimki de “Sen beni evine almışan, koynuna almışan, biz bir olmuşaz, bu sana çok değildir” diyor. Kadın fiyatını soruyor. Kalfa söylemek istemiyor, yemin billah fiyatı söyletiyor.

Ertesi günü kadıncağız eve geldiğinde çantasından bir zarf çıkarıyor, paranın yarısını veriyor. “Ben kocamda olsan bu kadar büyük bir hediyeyi kabul edemem bari yarısını ödememe izin ver” diyor.

“Abla, sen söyle, bu kadına ölünmez mi? diyor.” Buradaki kadınlar adamın ciğerini sökme derdinde, bir de onların zihniyetine bakasın” diyor. “Ne diyeyim kalfa,  devrim dediğin böyle bir şey işte. Kadın erkek eşitliği böyle bir şey, aşk, saygı böyle bir şey”

“Doğru diyon abla, Lenin bunlara çok şey vermiş ama bu namussuzlar çalışmamış, çalmış çırpmışlar, memleketlerini böyle böyle batırmışlar. Bak biz de Atatürk’ün kıymetini bilmiyoruz, göreceksin biz de batacağız” diyor. “Eh kalfa tüm bu konuşmayı Atatürk ile Lenin’e bağladın ya, sen çok yaşa” diyorum.

O yıl kalfa, Sibirya’ya hepimizden önce gidiyor. Şirket ile de konuşmuş. Bizler gelmeden önce depoyu, ambarı gözden geçirip hazırlık yapayım demiş, onlarda peki demişler.

Bizim kalfa Rusça’sını ilerletiyor, her şeyini bırakıp bir ceketini alarak eşinden boşanıyor, yengemiz ile evleniyor. Rus vatandaşı bile oluyor. Türkiye’ye dönüşümüzde Moskova’da birkaç gün kalıyorum. Bu arada bir iş için kalfada geliyor. Gelmişken Kızıl Meydan’a gidelim diyoruz. Şantiyenin arabasından Bolşoy Tiyatrosu önünde iniyoruz. Karl Marks’ın heykeli önünden geçiyoruz. Kızıl Meydan’ı görmek beni çok heyecanlandırıyor. Rüya’da gibiyim. Meçhul Asker anıtı, önünde yanan meşale, literatürden tanıdığım adamların mezarları ve Lenin’in mozolesi.

Karşıda Aziz Vasil Kilisesi var. İnsanlar burada kiliselere koşar olmuşlar. Kiliselerde, tütsüler, dualar, ilahiler yoğun bir şekilde sürüyor.  Birkaç gelin ve damat Kızıl Meydan’da dolaşıyorlar.  Meydanda görkemli bir bina daha var. GUM Mağazaları. Bu mağazalar Rusyanın Devlet Mağazaları. Günümüzün  AVM’leri. GUM mağazaları parti parti renove ediliyor. Yenilenmesi biten yerlerde marka mağazalar açılmış.. Benetton mağazasının önünde upuzun kuyruk var. Yirmişer kişilik gruplar halinde içeri alınıyorlar.

Lenin’in mozolesi önünde çok az kişi var. İleriki yıllarda gezmeye gittiğimde bir saat kuyrukta beklemiştim. O zamanlar milletin Rusya’ya uzak durduğu yıllar. Lenin’i ziyaret etmek üzere kuyruğa giriyoruz. İçeri alınıyoruz. Ağır ağır vakar içinde cam fanus içindeki Lenin’in etrafında ilerliyoruz. Kalfa benden birkaç kişi önde. Birden bir gürültü oluyor, Rusça sert sesler ve bizim kalfanın davudi ses, herkes hişt diyor, sus diyor, ilerlemeye devam ediyoruz.

Dışarı çıktığımızda kalfaya ne olduğunu soruyorum. Ağır ağır ilerlerken bizimki durmuş, Fatiha suresini okumaya kalkmış. Askerlerde durma ilerle diye bunu uyarmışlar. “İlahi kalfa, adam ateist, ne Fatihası okuyorsun sen?” diyorum. “Abla, adam bunca işler yapmış, Rusya’yı adam etmiş, böyle böyük bir adam bir Elham’ı hak etmiyor mu? diyor. Ah Lenin ah.

 

Feryal Bekdik

Aralık 2023 ANKARA

Yorumlar

  1. Muhteşemsin. Herkesin okuması dileğiyle paylaşıyorum.kardeşim.

    YanıtlaSil
  2. Kalemine sağlık Feryal ablacım

    YanıtlaSil
  3. Beni o anlara, oralara götürdün. Ne güzel günlerdi. Tabi Halis Kalfa en unutulmazı.

    YanıtlaSil
  4. Feryal Hanım, harika anlatım olmuş, Orhan Kemal Zanlatımo gibi... Ben de Kazakistan'da bulundum, bbazı ifadeler hiç ysbsmcı helmedi.Kutlarım. Hasan Gündoğmuş

    YanıtlaSil
  5. Yine harika bir yazı yazmışsın
    Sayende Sibirya’yıda görmüş oldum
    Eline sağlık

    YanıtlaSil
  6. Feryalcim harika yazmissin Sayende Sibiryayada gittik

    YanıtlaSil
  7. Keyif ve merak ile okudum.Kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  8. Çok güzel anlatmışın Orada olmak isterdim

    YanıtlaSil
  9. Çok samimi bir anlatım.Orada olmak isterdim

    YanıtlaSil
  10. Selamlar ablam ben Necip Ablam sen orada günlük mü tuttun günü gününe saati saatine yazdım �nan okudum sanki Oraya gitmiş gibi oldum selamlar

    YanıtlaSil
  11. Hep dinlemek isterdim yaşamının Sibirya bölümünü., ne güzel anlatmışsın.. ızninle paylaşıyorum.. kalemine sağlık. Ml

    YanıtlaSil
  12. Nazim Serdar Turhal10 Aralık 2023 12:48

    Su gibi akarak okunuyor, hiç bilmediğim coğrafya, teşekkür ederim

    YanıtlaSil
  13. Kalemine sağlık. Bırakamadım, bir solukta okudum.

    YanıtlaSil
  14. Feryal’ ciğim senin gezi notlarını da keyifle okurdum. Bunu da bir çırpıda okudum. Sibirya’ya yı Irkutsk’ u görmek istedim. Rusya da çalışanların durumuyla, Rus gelinlerin varlığının sosyolojik nedenlerini ve bu evliliklerin nasıl az dil bilgisiyle yürüdüğünü çözdüm. Lenin mozolesini gezmek için sırada beklediğim geldi aklıma. Yorumları işgal etmeyeyim. Çok keyifliydi. Kalemine sağlık. Betül.

    YanıtlaSil
  15. Çok güzel bir anlatı olmuş sevgili Feryal. Olaylara ve insanlara hoşgörülü pozitif bir gözle bakınca her şey nasıl güzelleşebiliyor. Sibirya ya gidesim geldi.

    YanıtlaSil
  16. Feryal'cim bu kadar zor bir dönemi , çeşitli anlamlardaki kısıtları o kadar hoş, o kadar akıcı ve mizah yönü ağır basan bir tarzda anlatmışsın ki okurken kendimi gülümser buldum.Rusya ile ilgili kimbilir daha ne anıların vardır.Kalemine sağlık .Mine Uygur

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024