AL SANA İRAN

 




AL SANA İRAN

İRAN GEZİ NOTLARI (24NİSAN-04 MAYIS 2025)

Hep İran’ı görmek istemiş, bir türlü denk getirememiştim. Üyesi olduğum WhatsApp grubunda İran ile ilgili gezi programı yayınlandı. Program ve fiyat ilgimi çekti. Yanıma yol arkadaşı aradım. Aradığım arkadaşlar, ya İran’ı daha önce görmüşler, ya da İran’a gitmem, başımı örtemem diye cevap vermişlerdi. WhatsApp grubundan bir arkadaş ile oda arkadaşı olmak üzere anlaşmıştım ki, kapora yatırmasına rağmen arkadaş, Amerika İran’ı bombalar korkusuyla caymıştı. Tur firmasını aradım. İzmir İzmir tur’un sahibi Bülent Bey, merak etmeyin, oda arkadaşı bekleyen bir hanım katılımcı var, birlikte kalırsınız deyince paranın geri kalanını yatırdım ve gidiş tarihini beklemeye başladım.

Bu arada İran’da ne giyilir, ne yapılır diye kara kara düşünüyorum. Afganistan’da giydiklerimi gözden geçiriyorum. İran’da rehberimiz olacak hanımdan sesli mesajlar geliyor. “İstanbul’da nasıl giyiniyorsanız burada da öyle” diyor. İyi de İstanbul’un Kadıköylüsü gibi mi, yoksa Sultanbeylisi gibi mi giyimden söz ediyor? Neyse birkaç tunik, eşarp atıyorum bavula.  Bu arada sağdan soldan eleştiriler geliyor. Yok efendim  İran gibi zorlu bir parkura daha bilinen bir turla katılmak gerekirmiş, ortalık bu kadar karışıkken İran’a gitmek de neymiş?  İzmir İzmir Tur'u arıyorum, katılımcı sayısı yirmi beşi bulmuş, İzmir İzmir Tur’un sahibi Bülent Bey’in kendisi de  turada katılacakmış. Neyse ben kararımı verdim. Bu tura katılacağım. Zaten Seyahat özünde serüven değil mi?

24 Nisan 2025 Perşembe

Sabah erkenden Ankara Esenboğa Havaalanına gidiyorum.7:25 uçağı ile Van’a uçuyor, 9:00 da grupla buluşuyorum. Antalya’dan gelen var, İzmir’den gelen var, Bursa'dan gelen var, İstanbul’dan gelen var, Ankara’dan bile dört kişi katılmışız.

İki ayrı minibüs ile Van’da kahvaltı yapmak üzere yola çıkıyoruz. Van çarşısı içinde ara sokakta Damak Kahvaltı salonunda toplanıyoruz. Hava çok güzel. İçeri girmek canım istemiyor. Ben henüz tanışmadığım iki hanım ile dışarda kaldırımda ki masa da kahvaltı etmeyi tercih ediyorum.

Meşhur Van kahvaltısı ile karnımızı doyuruyoruz. Tabakların biri geliyor biri gidiyor, balı ile kaymağı ile, çeşit çeşit peyniri, menemeni osu busu ile kahvaltı tam bir şölen. Herkesin yüzü gülüyor. Neyse ki kahvaltı beğeniliyor. Bir gün önce burayı ben önermiş, gezi için oluşturulan Whats App grubunda  tanımadığım bir hanımdan fırça yemiştim. Tam gezi öncesi, beni manüplasyon ile suçlayan, üçün beşin hesabını yapacak olan geziyi gelmesin diye bana ayar veren bir yazı ile epey canım sıkılmıştı. Cevap vermemiştim. Nasıl olsa gezi boyunca birlikte olacağız, bir kenara çeker, konuşurum diye düşünmüştüm.

Kahvaltıdan sonra serbest zaman veriliyor.  Ben Van Kent Meydanına gidiyorum. Fotoğraf çekerken, taburede oturan esnaf ”Bizi de çek” diyor. Ben de çekiyorum. Birlikte de poz veriyoruz. Çay ikram ediyorlar. Askılı bluzlu kızları gösteriyorlar. Bunlar İranlı diyorlar. Onlar Van’da  askılı geziyor da bakalım biz İran’da nasıl gezeceğiz?

Esnaf çok dertli. Siftah yapmadan eve gittiğimiz oluyor diyorlar, Belediye başkanları azledildiği için çok kızgınlar. Bu kadar hoş beş yeter deyip, Ulu Camiye gitmek için izin istiyorum.

Ulucami daha önceleri yıkıldığı ve de kitabesi bulunamadığı için tam olarak ne zaman ve kim tarafından yapıldığı net değil. Selçuklu dönemi izlerini taşıdığı için Selçuklu cami olduğu düşünülmekteymiş.  Kimine göre 600 kimine göre de 900 yıllık bir cami. İçi ferah ve cemaat fotoğraf çekmemi yadırgamıyor. Hatta “Üst kata çık oradan daha da güzel çekersin” diye yardımcı bile oluyorlar.







Tekrar minibüslere binerek Van sınır kapısına doğru yol alıyoruz. Van’da Türkiye’nin 81 vilayetine ait plakaya rastlamak mümkün. Tek tük Van plakalı araca rastlıyoruz.  Erçek gölünün kıyısından geçiyoruz.  Erçek gölü İçerisinde yüzlerce kanatlı hayvan ve kuş türünü barındırmakta ve Önemli Kuş alanı statüsündeymiş. Türkiye de bulunan 453 kuş türünün yarısı Erçek Gölü Havzasında varlığını sürdürmekteymiş.

Özalp ve Saray ilçelerinden geçerek 13:30 da Kapıköy sınır kapısına varıyoruz. Arabalardan iniyor, valizlerimiz ile birlikte yayan olarak Türkiye sınırını geride bırakıyoruz. Başlar örtülüyor, epey yürüdükten sonra, İran sınır kapısına dayanıyoruz. Razi sınır kapısında pasaport kontrolünden geçiyoruz. Bizi  Raha Safar Turun sahibi, Cevat Bey, rehberimiz Sima hanım karşılıyor. İkisi de takım elbiseli. Cevat Bey kravat, Sima hanım ise kıyafeti ile uyumlu başını yarım örten bir şal takmış. Bizler için hoş geldin paketi hazırlamışlar. İçinde İran’ın meşhur kuru yemişlerinin olduğu şık bir kutu ve bir adet kırmızı gül. Nasıl enerji dolu, sempatik ve samimiler. Hepimiz bu karşılamadan hoşnut kalıyoruz.


Tekrar minibüslere biniyoruz. Saatlerimizi  yarım saat ileri alarak İran saatine göre  ayarlıyoruz. İran saati ile 15:30 da yola çıkıyoruz. Yarım saat yol gittikten sonra, minibüsleri terk ederek otobüse biniyoruz. Rehberimiz Sima mikrofonu alarak, İran hakkında kısa bilgiler vermeye başlıyor. İran’ın yanlış tanıtıldığını, İran’ı gezerken rahat olacağımızı, giyim ve örtünme konusunda endişeye mahal olmadığını söylüyor. Sanırım Mahsa Amani’nin 2022’de ki ölümünden sonra örtünme işi gevşemiş. Ahlak polisleri geri çekilmiş. 

İran’da petrol çok ucuz. Güney bölgesinde bahçeye ağaç dikmek için kazsan petrol çıkıyormuş. Hal böyle olunca bir otobüsün yakıt deposu 80.000 Tümene yani bizim paramız ile 40 TL’ye doluyormuş.

İran’da 31 eyalet varmış. Yüzölçümü 1.650.000 km kare, yani bizim iki katımızdan fazla. Nüfusu ise doksan milyona yakınmış. İran’ın kuzeyinde Elbruz dağları, güneyinde Zagros dağları uzanıyormuş. Şehirler ve yaşam bu dağların eteklerinde olup, ülkenin orta kısmı çölmüş ve iklimde hayli sıcakmış. İran şekil olarak oturan bir kediye benziyormuş.  Resmi dili Farsça olmakla birlikte özellikle Tebriz’de Türkçe anlaşmak mümkünmüş.

Rehberimiz Sima hanımın çok hoş Türkçesi var. Babası Türk annesi İranlıymış ve İran’da doğup büyümüş. Kadınlar artık her alanda çalışabiliyorlarmış, okullarda öğrencilerin kız erkek oranı da yarı yarıyaymış. Asgari ücret ise çok düşükmüş, 17.000 Tümenden (8.500TL) başlıyormuş. Evli olma ve çocuk sayısına göre bu rakam değişiyormuş. Asgari ücret yetmediği için insanlar ikinci bir işte çalışmak zorunda kalıyormuş. Gençler artık, çok geç evleniyor, çoğunlukla da tek çocuk yapıyorlarmış.  

Bugün sekizinci İmam Ali-el-Rıza’nın ölüm yıldönümüymüş. Resmi tatil olduğu için her yer kapalıymış. Yılda 54 gün tatilleri varmış. En büyük tatilleri de yılbaşlarında oluyormuş. Onların yılbaşı 21 Martta başlıyormuş. Biz güneş takvimine göre hareket ederken onlar ay takvimine göre hareket ediyorlarmış. Öyle olunca İran şu anda 1404 yılında. Bizim nevruz diye bildiğimiz tatilleri on beş gün sürüyormuş. İran ay takviminde 120 yılda bir artık yıl varmış.

Nevruz gününde yedi sin sofrası kuruluyormuş. Sofra üzerine Kuran ve Hafız-ı Şirazi’nin divanı konuyormuş. Hatıra para, renkli yumurtalar ile süsleniyormuş. Sofraya ayrıca Ş harfiyle başlayan yedi yiyecek konuyormuş. Molla rejiminden sonra şarap günah olduğu için Ş harfi yerine S harfiyle başlayan yedi yiyecek konur olmuş. Şarap yerine de sirke konuyormuş. İyi mi?

Urmiye gölünden geçiyoruz. Urmiye gölü, İran'ın en büyük gölü olmasının yanı sıra aynı zamanda da  Dünya'nın en büyük ikinci tuz gölüymüş.(Birincisi Bolivya’da bulunan  Salar de Uyuni). Kapalı havzalı bir göl olan Urmiye gölü de iklim değişikliğinden nasibini almış ve kurumaya başlamış.

Tebriz görünmeye başlıyor. Tebriz altın işleme konusunda o kadar ileriymiş ki UNESCO kültürel varlıkları koruma faslında onay beklemekteymiş. Saat 20:00 sularında Tebriz’de yemek yemek üzere otobüsten iniyoruz. Sima hanım bana gülümseyerek yaklaşıyor.” Siz , bizim çok sevilen edebiyatçımız Simin Daneşvar’a çok benziyorsunuz, size Simin diyebilirmiyim?” diyor. Sonra da telefonundan Simin’in resmini gösteriyor.

Muzafferi’ye Restoran’da önümüze 3.00 metre boyunda tahta üzerinde, pide üzeri kebap geliyor. Tebriz zaten  köftesi ile de ünlüymüş.

Yemekten sonra, Tebriz’in elit semti Zaferyan mahallesinde ki Tebriz Oteli’ne yerleşiyoruz. Oda arkadaşım Hatice hanım ile tanışıyorum. O da Ankara’dan gelmiş. Emekli öğretmenmiş. Hemen kaynaşıyoruz.

25 Nisan 2025 Cuma

Herkes para konusunu merak ediyor. İran uluslararası para sisteminde olamadığı için bizim kredi kartları geçmiyor. Euro, Dolar hatta Türk Lirası ile alış veriş yapılabilirmişiz. Cevat Bey hepimizin telefonlarına İran’ın sim kartlarından takıyor. Sim kartlar şirketten. İran’da paradan sıfır atılmadığı için bir tomar para ile gezmek gerekiyormuş. Onun için isteyenlere 50 dolar karşılığı 3.750.000 Tümen yüklenmiş (TL karşılığı 1.875) kredi kartları dağıtıyor. Burada iki türlü para var biri tümen 10.000 tümen deyince üç sıfır atıp ikiye bölüyorsunuz, yani on bin tümen 5 TL’ye geliyor. Pratikte de konuşurken üç sıfırı atarak fiyat veriyorlar.  Bir diğer para da İran riyali, onda da yedi sıfır, bini söylemezsen  dört sıfır atıp ikiye bölüyorsun. Neyse alışacağız artık.

Hava sabah kalktığımızda yağmurluydu. Otobüse binerken pırıl pırıl güneş var. Sima hanım, “Tebriz’in havasına, karısına, suyuna güven olmaz” derler diyor. Aaaa bizim İzmir’de de buna benzer bir laf var.

İlk durağımız Makberet'üş-Şuara (Şairler Kabristanı).Burası İranli 440 şairin gömüldüğü ünlü mezarlık. Mezarlık aslında büyük bir türbe. Türbenin üzerinde iç içe geçmiş kitapları andıran Şairler anıtı görülüyor. Anıtın yapımına 1970’lerde başlanmış, yüzde altmışı tamamlanmışken   İran İslam Devrimi olmuş ve yapımı durmuş. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra anıt tamamlanmış. Bugün Pers  kültür ve edebiyatının ışığını yansıtan bir anıt olarak duruyor.



Türbeye girdiğinizde şairlerin resimleri ile bezenmiş bir müze buluyorsunuz. Müzenin ortasında da cam korumaya alınmış bir mezar var. Burada İran’ın ünlü şairi şiirlerinde kullandığı Şehriyar mahlası ile tanınan İran Azerisi, Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi  (1906-1988)  yatmaktaymış. Mezar gömüye kapalı olmasına rağmen, Şehriyar özel izinle buraya gömülmüş. Cenazesine binlerce insan katılmış. Müzenin görevlisi, bize Şehriyar’ın şiirlerinden dizeler okuyor, o sırada müzeyi gezen  İranlılarda  şiire katılıyorlar. Herkes dağıldıktan sonra İranlı genç bir hanımdan bir şiir okumasını rica ediyorum. Resim çektirmeye çok meraklılar, şiiri okurken videoya alıyorum.

Türbede yatan ünlü şairler arasında Asadi Tusi, Kagani Şervani, Katran Tebrizi’de var. Şehriyar’ın bir de hüzünlü hikayesi var. Tam zengin kız fakir oğlan hikayesi. Şehriyar orta halli bir aileden geliyor. Babası avukat, kendisi de Tahran’da tıp eğitimi alırken Süreyya’ya aşık oluyor. Süreyya’nın ailesi zengin ve Süreyya’ya aynı zamanda zengin bir ailenin oğlu Çergi’de aşık oluyor. Şehriyar, bir bahane ile hapse atılıyor ve Nişabur’a sürgüne gönderiliyor. Orada hastalanınca Tebriz’e geliyor. Daha sonra Tahran’a geçiyor.

Bu arada Süreyya’nın annesi zorla Süreyya’yı Çergi ile evlendiriyor. Süreyya’nın bu evlilikten bir çocuğu oluyor. Gel gör ki kocası evlendikten 11 ay sonra vefat ediyor. Süreyya bir çocuklu duldur artık. Gel zaman git zaman Şehriyar ile karşılaşıyor. Ama Şehriyar artık o eski Şehriyar değildir. Süreyya’ya olan aşkı küllenmiştir. Kendine yeni bir hayat kuruyor ve halasının kızıyla evleniyor, üç de çocuğu oluyor. Süreyya’ya sonra ne olduğu bilinmiyor.

O şair ruh, bu olaydan ne derece etkilendi, nasıl acı çekti bilemeyiz. Türbeden ayrılmadan Şehriyar’ın Haydar Baba’ya Selam adlı şiir kitabını alıyorum. Haydar Baba, Şehriyar’ın büyüdüğü köydeki dağın adıymış.

Evler kalır ev sahibi yok özü

Ocakların ancak ışıldır közü

Gidenlerin az çok kalır sözü

               Bizden de bir söz kalacak aman

               Kimler bizden söz salacak aman



Kaçar Müzesi’ne gidiyoruz. Kaçarlar 1794 ile 1925 yılları arasında hüküm sürmüş bir İran  Devleti. İran,18. yüzyılda kurulan Afşar İmparatorluğu döneminde dünyanın önde gelen güçlerinden biri hâline gelmiş ancak bu durum, 1790’larda Kaçarların iktidarı ele geçirmesiyle sona ermiş. 20. yüzyılın başlarında İran'da Meşruiyet Devrimi yaşanmış ve ardından 1925 yılında Rıza Pehlevi'nin son Kaçar şahını tahttan indirerek Pehlevî Hanedanı'nı kurmasıyla yeni bir dönem başlamış. İşte bugün müze olarak kullanılan bu bina Kaçarların padişahı  Nasreddin Şah  döneminde Tebriz emiri olan Nizam Garusi tarafından yaptırılmış. Bina 1.500 metrekare alan üzerine iki katlı olarak inşa edilmiş. Büyük bir avlusu var. Binanın önünde on altı adet sütun ve ortada üçgen fasat, ikinci kata çıkmak içinde iki adet sağlı sollu çıkan toplamda dört adet merdiven var.


Bina depremde hasar gördükten sonra, içerisi yağmalanmış. 2000 li yılların başında restore edilerek, Tebrizlilerin evlerinden toplanan objeler ile müze olarak düzenlenmiş. Müzede, porselen, cam, silah koleksiyonlarının yanı sıra, dikiş makinaları, yerel kıyafetler, o zamana ait Tebriz haritası göze çarpıyor. Duvardaki resimler arasında biri dikkatimi çekiyor. Sosyal medyada alay konusu olan, buna mı o kadar adam aşık olmuş diye dalga geçilen hanım karşımda duruyor. Nasreddin Şahın kızlarından, Akthar od Dowleh, aynı zamanda şahın en sevdiği vezirlerinden Aziz-os-soltan’ın eşi. Resimde hiç de öyle çirkin görünmüyor. Bir defa şah kızı, karizması yeter.



Müzeyi gezmeye devam ederken, on üç on dört yaşlarında bir kız çocuğu, bana “Sizi tanıyorum” diyor. Annesi de geliyor. Aaaa o da beni tanıdığını söylüyor. Sima’nın cep telefonunda gösterdiği resmin fotoğrafını çekmiştim, açıp gösteriyorum. Evet diyorlar, sizi ona benzettik. Simin Peşvar’a benzediğime artık iyice inanıyorum.

Müzenin alt katını gezmeye başlıyorum. Bodrum katında, ortada masif mermer sütunların yer aldığı çeşmeli büyük bir oda var. Fotoğraf çeke çeke dışarıya çıkıyorum. Bahçede toplu fotoğraf çektirdikten sonra otobüse biniyoruz.



Bir meydan da otobüsten iniyoruz. Burası Saat Meydanı diye anılan, meydanda inşa edilmiş Belediye  Binası ve Binada bulunan kule üzerindeki saatten adını alan meydan. Meydanı geçerek Belediye Binası’na giriyoruz. Burası resmi bina olduğu için başımızı örtmemiz için uyarılıyoruz. Resmi binalar ve camiler haricinde baş örtüsüne karışan görüşen yok.



Binanın bir kısmı şehir müzesi olarak kullanılıyor. İran Azerbaycan  kültürünü yansıtan yağlıboya tablolar, Firdevsi’nin Şehname’sinden esinlenilmiş gümüş işleme tablo mevcut. İran halılarının sergilendiği büyükçe bir odaya giriyoruz. Yerde pamuk ipliğinden dokunmuş (16x7) ebadında yani 112 m2 büyüklüğünde çelenk motifli bir halı sergileniyor. Üzerine ev yapsan olur.

 


Müze ayrıca, tabak çanak, el yazması birkaç kuran, gaz lambaları hatta fotoğraf makinası koleksiyonu sergileniyor. Müzenin bahçesinde saat kulesinin yakından fotoğrafını çekiyoruz. Kule 30,5 metre yüksekliğinde, binanın dışı gibi o da taştan oyulmuş. Her saat başı çan sesiyle zamanın geçtiğini duyuruyor. Bahçede İran’da yapılmış olan ilk araba da sergileniyor.

 

Belediye binasını da gezdikten sonra yürüyerek Azerbaycan Müzesi’ne gidiyoruz. Müzenin girişinde örtülü bir kadın afişi var. Örtünmek sizi ay gibi nurlandırır mealinde bir afiş.

Müze de üç büyük salon var. Çoğu İran Azerbaycan’ında ki kazılarda bulunmuş eserlerden oluşuyor. Çanak çömlekler İsmail Abad kazılarında bulunmuş,  Milattan önce beş bin yıllarına tarihleniyor. Kibele heykeli hepimizin ilgisini çekiyor. Bizim müzelerde de dikkatimizi çeken çanta şeklindeki objeler burada ki heykellerde de var.  İran'daki tarihî şehir yerleşimleri MÖ 7000'lere dayanmaktaymış. Friedrich Hegel,İranlıları “İlk tarihsel halk” olarak tanımlamış. 


Azerbaycan Müzesi,1926 yılında  Fransız arkeolog , mimar ve  aynı zamanda Fransız ve Orta Doğu Sanatı tarihçisi André Godard (1881-1965) tarafından tasarlanmış. Kendisi uzun yıllar İran Arkeoloji Servisi'nin de  direktörlüğünü yapmış.

Kirman eyaletinde Halil nehrinin taşması sonucunda ortaya çıkan eserler, sel suları ile ortaya çıkmış, eserleri kim topladıysa, ne yaptıysa günümüzde bu eserler Birleşik Arap emirliklerinde yapılan açık artırmalarda satılıyormuş. Eserlerin milattan önce  beş bin yılına tarihlenen Ciruft uygarlığına ait olduğu söyleniyor. Gene  müzede milattan önce  üç bin yıllara tarihlenen Aratta uygarlığına ait tabletler var.

Müzede duvarda oldukça büyük bir mermer pano ilgimizi çekiyor. 2,70x 1,30 metre ebatların ve 3 ton ağırlığındaki mermer kitabe, Mirza Senglah olarak da tanınan,  İranlı ünlü hattat ve şair Muhammed Ali Kuçani tarafından  Hz Muhammed’in mezarı için yapılmış. Besmele taşı yada Bismillah taşı diye de bilinen bu kitabenin ortasında besmele, kenarlarında Bûsîrî’nin Ḳaṣîdetü’l-bürde’sinden beyitler yer almaktaymış. Nestalik hat ile yazılmış kitabenin besmele kısmının sağında peygambere, solunda ise bizim Osmanlı padişahi 1. Abdülmecit’e övgü varmış. Gel gör ki bizim padişah kitabeyi peygamberin mezarına uygun bulmamış. Mirza Senglah’da  padişaha övgü düzdüğü kısmı kazımış. Müzede bu haliyle sergileniyor.

Müzede İran tarihi o devirde basılmış paralar ile kronolojik olarak sergileniyor. Ahamenişler’den Kaçarlar’a kadar olan dönemi izlemek mümkün.  Burada  İran tarihine göz atmak gerekiyor. Kim kimdir, hangi dönemde egemen olmuş, ne yapmış bilmemiz gerekiyor , gezeceğimiz yerlerde, göreceğimiz şehirler ve yapılarda bize lazım olacak.

İran’ın ilk siyasi birliği MÖ 625’de Medler tarfından sağlanmış. Daha sonra Persler  Büyük Kiros (II.Kiros) önderliğinde birleşerek kuzeydeki Medler'i yıkmış ve bir devlet haline gelmişler (MÖ 550). Orta Asya, Kuzey Afrika ve Balkanlar’ın güneyine kadar yayılmışlar. Bu dönemde ülke eyaletlere bölünmüş ve her bir eyalete bir satrap (vali) atanmış.  Gel gör ki bu muhteşem dönem İssos muharebesiyle son bulmuş. MÖ 333 yılında, Ahameniş hükümdarı III. Darius ile Makedonya kralı Büyük İskender Bugünkü Hatay’ın  Erzin ilçesinin yaklaşık 7 km batısında bulunan İssos Ovası'nda savaşa tutuşmuşlar ve savaş Büyük İskender komutasındaki Makedon ordusunun zaferiyle sonuçlanmış.

İskender’den sonra İran Bölgesi  onun komutanlarından Seleukos’un eline geçmiş. Selevkoslar (MÖ 312-63), Partlar (MÖ 247-MS 224), Sasaniler (224- 651) İran'ı 1000 yıl boyunca yönetmiş ve İran'ın dünyanın önde gelen devletlerinden biri olan konumunu sürdürmüşler. O dönemlerde İran’ın resmi dini zerdüştlükmüş. Sasaniler dönemi de İran’ın bir diğer muhteşem dönemi iken, Bizans Sasani çekişmesi sırasında Araplarda kapıya dayanmış.

Ömer devrinde, Arapların İran’ı fethi ile (633-654) Sasani İmparatorluğu son bulmuş. İran’ın İslamlaşma sürecinde Zerdüştlük zayıflamış. Emevîler döneminde I. Yezîd'in iş başına gelmesiyle aşırı Arap milliyetçisi politikalar devreye girince İran, Emevilere karşı yapılan muhalefetin merkezi durumuna geçmiş. Bildiğimiz üzere  geçmişte de Ali-Muaviye mücadelesinde İranlılar Ali’nin tarafındaydılar.

Bu muhalefet, 750 yılında meyvelerini vermiş ve Abbasiler İranlıların yardımıyla Emevi Devletini yıkarak yeni bir dönem başlatmışlar. 12. Yüzyıla gelindiğinde Selçuklular dönemi başlamış.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Tuğrul Bey (1016–63) tarafından 1037'de kurulmuş. Tuğrul'u büyüten dedesi ve Oğuz Yabgu Devleti'nde yüksek makam sahibi olan Selçuk Bey, adını hem ülkeyi yöneten hanedana hem de imparatorluğa vermiş.

Selçuklular, Çağrı Bey’in komutasında , 1040 yılında Dandanakan savaşında Gaznelileri yenerek Nişabur kentine girmişler ve kardeşi Tuğrul Bey’i sultan ilan etmişler. Böylece Büyük Selçuklu dönemi başlamış. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için, ölümünden sonra Çağrı Bey’in oğlu Alp Aslan devletin başına geçmiş. Başa geçer geçmez Nizam-ül Mülk’ü vezir tayin etmiş.

Bu dönem Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizm-ül Mülk’ün adlarının birlikte anıldığı dönem. Sultan Alpaslan’ın 1071yılında Bizanslılara karşı kazandığı,  Malazgirt zaferinden sonra Selçuklulara Anadolu kapıları açılmış.

Alpaslan’ın ölümünden sonra başa geçen oğlu Melikşah da, Nizam-ül Mülk’ü vezir olarak tayin etmiş.  1092 senesinde, önce vezir Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbah'ın fedailerinden biri tarafından suikast sonucu, arkasından Sultan Melikşâh Bağdad'da zehirlenerek öldürülmüşler. Sonraki dönemlerde Selçuklular pek bir varlık gösterememiş, yönetim Harzemşahlar’a geçmiş. Harzemşahlar’ın da sonunu da Moğollar getirmiş.(1231)

Daha sonra Cengiz Han'ın torunu Hülagu tarafından İlhanlı Devleti kurulmuş. İlhanlı Devleti, kuruluşundan itibaren ilk elli yıl içinde (1256-1296) idari bakımdan Moğol İmparatorluğu'nun batıdaki temsilcisi olmuş ise de daha sonraki dönemde bu özelliğini kaybetmiş.

İlhanlılar döneminde ülke vebadan kırılmış, 1335’de de dağılıp gitmişler. İlhanlılardan sonra, 1393 yılında, İran’da Timur devletinin hâkimiyetine girmiş, 15.yüzyılda  Karakoyunlu ve Akkoyunlu dönemi yaşanmış, 1501’de Şah İsmail’in Tebriz’i fethiyle birlikte Safeviler tarih sahnesine çıkmış. Safeviler döneminde  döneminde İran’da Şiiliğin 12 İmam (Caferi) kolu hakim olmuş.

1719-20 yılları arası Afgan istilası yaşanmış. Aslında Safevi komutanı olan  Nadir Şah, 1736’da    Afşar Hanedanı'nı kurarak 1738'de Kuzey Hindistan'ı istila etmiş.1750-1794 yılları arası ise Zend Hanedanı hüküm sürmüş. 1794, de ise Ağa Muhammed Han, 1921 yılına kadar hüküm sürecek olan Kaçar Hanedanı'nı kurmuş.

1901 yılında ülkede petrol bulunmasıyla birlikte, İran üzerindeki İngiliz-Rus rekabeti yoğunlaşmış.1906’da İran'da ilk Meclis toplanmış ve ilk anayasa kabul edilmiş.

1921-25  Kaçar Hanedanı'nın son hükümdarı Ahmet Şah, Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen istikrarsız dönemde, yurtdışında iken yapılan bir darbeyle devrilmiş. Ordudan Rıza Han ülkede askeri bir yönetim kurmuş ve daha sonra Rıza Şah Pehlevi adı altında Pehlevi Hanedanı dönemi başlamış.

1941 yılına gelindiğinde İngiliz ve Sovyet kuvvetleri, Alman tehdidine karşı korumak gerekçesiyle, İran'ı işgal etmişler. Rıza Şah tahtından feragate zorlanmış ve yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geçmiş.

1951- 53 yıllarında Başbakan Musaddık Parlamento'yu ve petrol endüstrisini millileştirmiş, fakat İngiltere'nin uyguladığı ambargo nedeniyle bu girişim başarıya ulaşamamış. Musaddık'a cephe alan Şah ülkeden ayrılmak zorunda kalmış, ancak Musaddık'ın bir darbeyle devrilmesi üzerine kısa süre sonra İran’a  geri dönmüş.

1954 yılında  Şah İngiliz, Amerikan, Hollanda ve Fransız şirketlerinden oluşan konsorsiyum ile bir anlaşma imzalayarak, petrol endüstrisini yeniden faaliyete geçirmiş.

1961-63 yıllarında Devlet yönetimini eline alan Şah altı noktaya dayanan Beyaz Devrimi başlatmış ve özellikle toprak reformuna girişmiş.1963 yılına gelindiğinde modernleşmeye ve reformlara karşı dini muhalefet başlamış.

1969-70 lere gelindiğinde İran'ın petrol gelirleri yükselmeye başlamış, ordunun modernizasyonu ve güçlendirilmesi için çalışmalara girişilmiş. 1974 yılında Pers İmparatorluğu'nun 2500. yıldönümü kutlanmış. Bu kutlamalar dünya çapında ses getirmiş, o dönemde İran’a olan ilgi o kadar artmış ki, Güney Amerika’dan bile Tahran’a direk uçuşlar başlamış, turizm altın çağını yaşamış.

1978’de Ülkedeki muhalefet, Fransa’da sürgünde bulunan  Ayetullah Ruhullah Humeyni'nin liderliğinde, Şah rejimine karşı genel ayaklanmaya dönüşmüş ve 1979’da Şah’ın ailesiyle ülkeyi terk etmesiyle Pehlevi Hanedanı’nda sonu gelmiş. İran İslam Devrimi sonucunda bugünkü İran İslam Cumhuriyeti kurulmuş.

İran tarihinde gezinirken isimler bize hiç yabancı gelmiyor. Orta okul ve  lise yıllarında okuduğumuz tarih bir bir aklımıza geliyor. İran tarihi ile Türk tarihi öylesine iç içe geçmiş ki,  İran tarihini anlamadan, Türk tarihini anlamak mümkün değil.

1926 yılında Pehlevi dönemi ile başlayan modernleşme ile bizde Cumhuriyet dönemi başlayan modernleşme at başı gitmiş. Bizim önderimiz Atatürk ile Rıza Şah’ın dostluğunuda anmadan geçmemek lazım.

Müzeden sonra herkes serinlemek için dondurmacıda sıraya giriyor. Dondurmaları çok güzel. Dondurma molasından sonra, Gök Mescit yani Mavi Cami’ye gidiyoruz.



Bu cami, Mescid-Kebud ya da Mescid-i Muzafferiye  adıyla da biliniyor. 1465 yılında Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah döneminde yapılmış. Burası sadece bir cami değil, medresesi, hamamı, sufi dergahı ile bir külliye. Külliyenin yapımına Cihan Şah’ın eşi Begüm Hatun katkıda bulunmuş, o ölünce de kızı Saliha Hatun devam etmiş. 1467'de Cihan Şah'ın ölümü üzerine caminin yarım kalan inşasını Akkoyunlular tamamlamış.

Cami geçitlerle çevrili, tuğla işçiliği mükemmel, dış cephede numunelik birkaç çini parçası kalmış. Caminin taç kapısında restorasyon devam ediyor. Caminin içi Sultanahmet’i hatırlatıyor. İran mimarisinin Osmanlı mimarisini etkilediği çok açık.

Caminin yüzde sekseni, 1780 depreminde yıkılmış. 1926 yılında başlatılan ülke çapında  restorasyondan sonra onarılmaya başlanmış. Çinilerinin bir kısmı Azerbaycan müzesinde. Halıları ise Çaldıran savaşından sonraki yağmadan nasibini almış ve halılar İstanbul’a götürülmüş.

Bu kadar tarih yeter diyerek, ihtiyaçlar için, Tebriz’in en büyük AVM’si Atlas AVM’ye gidiyoruz. Tebrizliler ne yer, ne içer, ne giyer sorularına cevap bulabileceğimiz bir AVM. Tekstil çok ucuz. Marka olanlarda fiyat pek değişmiyor. Alt kattaki markete gidiyorum. Avrupa’da ne varsa burada da var. Her türlü yiyecek mevcut. Simit ve ayran alıp çıkıyorum. Halkın giyimi, alım gücü yerinde görünüyor. Çok da cana yakınlar.

Bugünkü gezimizin son durağı Şah Gölü’ne gidiyoruz. Buranın adı İslam devriminden sonra El Gölü olmuş. Daha önceleri şah ile başlayan bütün yerlerin adı imam ile başlar olmuş. Burasına İmam Gölü ismi uymadığı için Halk Gölü denmiş. El Gölü yaklaşık 55.000 metre kare büyüklüğünde bir yapay göl. Derinliği 12 metreyi buluyormuş. Ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. O zamanlar etraf bağ bahçe olduğu için, bahçe sulansın diye su deposu olarak yapılmış. Günümüzde bağ bahçe kalmayıp her yer bina dolduğu için temaşa yeri olarak iş görüyor. Gölün ortasında kubbeli bir yapı var. Günümüzde kafe restoran olarak işletiliyor. Gölün çevresinde de kafeler var. Halk buraya pikniğe geliyor. Gölün ortasında botlarla gezen ahalinin hepsinde can yeleği var.

 


Gölü çepeçevre yürüyoruz. İranlılar çok cana yakın, Türkleri çok sevdiklerini söylüyorlar, herkes bizle konuşmaya can atıyor, evlerine davet ediyorlar. Memlekette işler daha da kötüleşirse İran’a gelip yaşayalım, vize de yok, nasıl olsa Tebriz halkı da  bizi sokakta komaz diye espri yapıyoruz. Gölün çevresini dolaşırken, yarı yolda çay kahve molası veriyoruz. Gün batarken gölden ayrılıyoruz. 

Otobüsü beklerken satıcıları, çevredeki ahaliyi seyrediyoruz. Kızlı erkekli şakalaşan gençleri izliyoruz. Satıcılardan biri sarı renge bulanmış, ay çekirdeği satıyor, sarı rengi safran ile kavrulduğu içinmiş. Burada safranın girmediği yer yok.

İran’da dikkatimi çeken önemli bir husus, trafik kurallarına harfiyen riayet ediyorlar. Sadece yaya geçitlerinde değil, yolun herhangi bir kesiminde yola çıkmış bir yaya gördüklerinde hemen duruyolar.

Otobüs ile dün akşam yemek yediğimiz Muzafferiye restorana gidiyoruz. Mirza Kasimi diye patlıcanlı bir yemek ile sebzeli köfteye benzeyen yuvarlak toplar geliyor. Otele geri dönerken, otelin yakınında Minyatür Park olduğunu söylüyorlar. Gruptan beş kişi odaya çıkmak yerine parka gitmeye karar veriyoruz. Hani geziye çıkmadan önce bana ayar veren bir hanımdan bahsetmiştim, o da bizle beraber geliyor. Yolda giderken hanımın bir ay önce eşini kaybettiğini öğreniyorum. Birden bütün duygularım değişiyor. Biz de kayıp yaşayanın kırk gün hesabı sorulmaz, söylediği kayda alınmaz. Benzer acıyı iki kere yaşamış biri olarak çok üzülüyorum. Hanıma sabırlar diliyorum.

Minyatür Park, gündüz gezmiş olduğumuz yapıların küçültülmüş kopyalarının olduğu bir park. A bunu gördük, a bunu yarın göreceğiz diyerek bütün parkı turluyoruz. Dönüşte üst geçitten geçerken, merdivenlerden nefes nefese çıkan bir hanım kıza rastlıyoruz. Meğer 8,5 hamileymiş. Gruptaki iki doktor bile hayret ediyor, hiç karın yok kızda. Bir diğer hayret ettiğimiz de gecenin bir yarısı hamile bir kadının tek başına sokakta olması İran bizi her an ters köşe yapıyor.




Otele yaklaşırken, araba kornaları ile irkiliyoruz. Bütün Tebriz sokağa dökülmüş. Tebriz futbol takımı Traktör’ün galibiyetini kutluyorlarmış. Takımın bir maçı kalmış, onu da alırlarsa Tebriz ilk defa şampiyon olacakmış. Kızlar araba camlarından sarkmış, “Traktör”, “Traktör” diye bağırıyorlar. Bayraklar, balonlar, şehir karnaval havasında. Biz de coşkuya katılıyor, alkış tutuyoruz.

26 Nisan 2025 Cumartesi

Sabahleyin bavulları toplayıp otobüse biniyoruz. İran’ın Kapadokya’sı Kendovan’a gidiyoruz. Yolda dün akşam kutlaması yapılan futbol takımının destekçisi, traktör fabrikasının önünden geçiyoruz. Kapı girişi üzerine traktör koymuşlar. Futbol takımı da adını bu fabrikadan almış.



Rehberimiz Tebriz hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Tebriz çeşitli dönemlerde tam on iki kere başkent olmuş. Tebriz ilklerin şehriymiş, İlk kadın dernekleri Tebriz’de kurulmuş, "Tebriz ayağa kalktı mı her şey biter" derlermiş. Tebrizli hanımlar öyle hamaratmışlar ki her şeyin reçelini yaparlarmış. Tebrizli hanımların evinde fazla oturmaya gelmezmiş maazallah sizin bile reçelinizi yaparlarmış!.

Osku’dan geçiyoruz. Kendovan buraya bağlı bir köymüş. Köyün girişinde toprağın hizasında yeraltı şehrine açıldığı düşünülen mağara oyukları var. Moğol istilası sırasında ahali burada yer altına çekilmiş. Otobüsten inip köye yürüyerek giriyoruz. Volkanik kayalar oyulmuş ve kayaların önüne ilaveler yapılarak garip bir mimari oluşmuş. Dik yokuşlardan tırmanarak evlere dağılıyoruz. Ahali her çeşit, yemiş, bitki, sepet, çanta ne varsa evin önüne ve içine sermiş satış yapıyor. Kendovan balı çok ünlüymüş. Herkes bal alıyor. Gül kurusu, zerdeçal aklına gelen gelmeyen her türlü bitki mevcut. Bizim grup alış veriş ile meşgulken ben de hareket vaktine kadar köyü geziyorum. 

 


Otobüse giderken alt yolda kalmışım, dükkandan biri sesleniyor ve patikayı gösteriyor, patikayı tırmanıyorum ki yol ile aramda kümes teli var. Otobüsün şoförü iniyor, ama bu bizim şoför değil. Adamcağız telleri kaldırıyor, sürünerek yola çıkıyorum. Bizim otobüs aşağıda kalmış, beni otobüse alıyorlar. Otobüse biner binmez bir alkış kopuyor. Meğer tüm otobüs benim  tellerin altından geçip geçemeyeceğimi merak etmiş.

Neyse bizim otobüsün olduğu yerde tüm ahaliye selam verip iniyorum. Otobüse geliyorum ki benden başka kimse yok. E ben boşuna mı yaptım onca komando talimini. Neyse bizim ekip ağır ağır geliyor.

Otobüste rehberimiz Jiroft kültüründen söz ediyor. Erken Tunç Çağı'na (MÖ 3. binyıl) ait bir arkeolojik kültür olan Jiroft kültürü günümüzde İran'ın Sistan ve Belucistan ile Kermān eyaletlerinde yer almaktaymış. Bu kültürün en iyi örneği yanık şehir diye adlandırılan Şuş şehrinde görülmekteymiş. Arkeolojik kazılarda adamların tıpta ne kadar ileri olduklarını hayretle görmüşler. Dünyanın en eski yapay göz küresini yapmışlar. Bitümden yapılmış ve kadının göz yuvalarına yapıştırılmış göz küresi. Hidrosefali olan on üç yaşında bir kıza beyin ameliyatı yapıldığı tespit edilmiş.

İran’da ezan üç vakit okunuyormuş. Namazda kılınan rekat sayısı ise tüm gün için 17 rekatmış. Zerdüştlerde de namaz varmış. Hem de beş vakit.

Tebriz kapalı çarşısına gidiyoruz. Burası dünyanın en büyük kapalı çarşısıymış. 29 hektar alana sahip, İpek yolu üzerinde olduğu için zengin bir ticaret merkezi olmuş. En görkemli yıllarını 1500 lü yıllarda Safeviler döneminde yaşamış. 13 cami, 12 medrese, 5 hamam ve kervansaray varmış. Günde 1500 kervan gelip gidiyormuş. Günümüzde çarşı içinde ki 5.500  mağazada kırk farklı meslek grubu hizmet vermekteymiş. Çarşının içindeki yolların toplamı bir kilometreyi buluyormuş. Çarşının içinde iç avlular var.  Altın ve mücevherat bir yanda, halıcılar diğer yanda, ayakkabı ve çantacılar bir diğer yanda. Kırtasiyeciler, perdeciler çamaşır satanlar, kuru yemişçiler. Bir dükkan da sadece pirinç satılıyor, üşenmedim saydım, otuz dört çeşit pirinç var. Gezerken artık algılayamaz oluyorum. Kalabalıktan başım dönüyor. Bir avlunun girişinde çay ocağı bulup oturuyorum. Satın aldığım kuru yemişi çıkarıyorum. Hemen çay ve yemişler için tabak getiriyorlar. Bir anda kendimi çok mutlu hissediyorum. Tebriz çarşısında çay ve kuruyemiş bana iyi geliyor. Çayı çok beğeniyorum, bir tane daha istiyorum. Cihan çaymış. Gitmeden muhakkak alıp götüreceğim. Bu arada çarşı 2010 yılında Unesco dünya mirası listesine alınmış.

 

 


Grup ile buluşup otobüs ile Musalla cami ve Erke Tebrizi’nin olduğu yere gidiyoruz. Musalla cami, Cuma namazı kılmak üzere yenilerde yapılmış bir cami. Minarelerine Rusların soğanlarından kondurmuşlar, taç kapıda ise mukarnas süsler var. Yani eklektik bir yapı.

Karşımızda Erke Tebrizi duruyor. Bir diğer adı ile Erk Kalesi. İlhanlılar döneminde Taceddin Ali Şah tarafından cami olarak yaptırılmış. Bu nedenle  Mescid-i Alişah olarak da biliniyormuş. Bina  daha sonra farklı amaçlarla kullanılmış. Binanın eni 30 metre, yüksekliği 26 metre ve duvarlarının kalınlığı ise 10 metreymiş. Şu anda restore edildiği için yakınına kadar gidemiyoruz.

 

Otobüse binerek Tebriz  Şahid Medeni havaalanına gidiyoruz. Kadınlar ayrı bir bölümde elle aranıyor. 19:00 da Tebriz’den havalanıyor ve Şiraz Şahid Dastgeip  havaalanına konuyoruz.

Bizi bekleyen otobüsümüze binerek önce eskiden konak olan restoranın bahçesinde yemek yiyor sonra da gecelemek üzere Hadish otele gidiyoruz. Otelin balkonundaki kafes tuhafımıza gidiyor.

 

27 Nisan 2025 Pazar

Sabahleyin Hatice hanım ile kahvaltıya erken iniyoruz. Otobüs saatine kadar sokaklarda dolaşıyoruz. Evlerin bahçe duvarlarından sarkan begonvillerin fotoğrafını çekiyorum. Halıcı dükkanından santur sesi geliyor.

Bugünkü ilk durağımız Nasır el-Mülk Camii. Caminin avlusuna  girdiğimizde tüm kadınlara giymeleri için üzeri pembe ya da mavi mine çiçekleri olan çarşaflar veriyorlar. Çarşafın başlığı da var. Ortalık çiçek tarlası gibi oluyor.

Cami yaklaşık üç bin metrekare üzerinde Kaçarlar döneminde inşa edilmiş. Avluda dikdörtgen bir havuzu var.  Avlunun doğu ve batı yanında iki ayrı bina var. Doğu tarafındaki binada mihrap yokmuş. Biz batı tarafındaki bölüme ayakkabıları çıkararak giriyoruz. Vitraylar, özellikle tavan süslemeleri çok güzel. Caminin avluya bakan cephesinde mavi, sarı, pembe, lacivert ve beyaz renklerle bezenmiş çiniler kullanılmış. Pembe renk yoğunlukta olduğu için buraya halk arasında Pembe Cami denmekteymiş.

Mukarnas kemerleri, ve özellikle güney taraftaki inci kemeri görmek lazım. Camiinin bir de su kuyusu hikayesi var. Geçmişte sular, kuyulardan çekilirmiş. Kuyudan suyu çekmek için inekler kullanılırmış. Bu nedenle bu kuyulara inek kuyusu denirmiş. İnekler bakıcılarından gayrı kimsenin sözünü dinlemezlermiş. Kuyudan bu şekilde çıkarılan sular depolanırmış.














Narangestan –e Kavam Sarayı’na gidiyoruz. Kavam, Kaçarlar hanedanından Nasreddin Şah döneminde üyeleri  yöneticilik yapmış ailenin adı. Dönemlerinde Şiraz mamur olmuş. Burası bahçesinde  portakal ağaçları olduğu için narencistan diye de  anılıyor. Bina Şiraz Üniversitesi Asya Enstitüsü tarafından müze olarak halka açılmış.

Kapıdan  büyükçe bir bahçeye giriliyor. Saray, 3.500 metre kare alan üzerinde 940 metrekare olarak inşa edilmiş. Ana binanın önünde havuz var. Ana binanın fasadında  aslan figürleri var. Girişte aynalı salon var. Aynalar ile bezenmiş. Üst katta konuk odaları var. Tavanında üzeri resimlerle bezenmiş ahşap kirişler göze çarpıyor. Salon tavanında Kaçar dönemine özgü renkli süslemeler var. Kapılar ceviz ağacından ve süslemesi hint tarzı, kapıların üzerine Basra körfezinden (İranlılar Pers körfezi diyorlar) getirilme deniz kabukları kakılmış, sedef gibi görünüyor. Çıkıştaki veranda da ise mavi beyaz renklerle kabartma çiçek resimleri var. Burası resmi bina olarak kullanılmış, yaşam evine geçmek için bina ile ev arasında tünel varmış.

Bahçede oturuyoruz. Canımız dondurma çekiyor, kase içinde verilen dondurma çok fazla, doktor hanım ile iki kişi paylaşmaya karar veriyoruz. Tercihimizi safranlı dondurmadan yana kullanıyoruz. Safran dondurmaya bile girmiş. O sırada Petek ve Hatice geliyorlar. “Kızlar hele bir bakın bana” diyorum. “Hani bana geziye gelmeden önce bana ayar veren hanım vardı ya, şekil bir A da görüldüğü üzere aynı kaptan dondurma yiyoruz” diyorum. Doktor hanım” Ay senmiydin o?” diyor. Hep birlikte gülüşüyoruz. Kadıncağız yazdığının farkında bile değil. Ee boşuna dememişler, acısı olanın kırk gün kaydı tutulmaz diye.





Müzeden sonra, dar bir sokağa giriyoruz. O daracık sokakta iki kişi zor geçiyor. Sokağın duvarlarında şahane süslemeler var. Buraya galeri Sokak deniyormuş, ve cazibe merkezi olmuş. Kapı önünde bekliyoruz. Sokaktaki süslemeleri yapan ilginç kişinin evini gezecekmişiz.

Kapı açılıyor. Bizi kırk beş yaşlarında sakallı bir bey içeri buyur ediyor. Girişte sağlı sollu iki oda var. Boyalar, kumaşlar, metaller dizilmiş. Küçük bir bahçe ve karşıda galeri var. Adil Yezdi aslında felsefe okumuş. Şu anda resim yapıyor, heykel yontuyor, hatta oyun yazıyormuş. Evet evet oyun yazıyor, hatta yazdığı oyunlardan biri şu anda Tahran’da bir tiyatroda oynanıyormuş. Geöenlerde de Dubai’de resim sergisi varmış.

Galerideki çalışmalar çok hoş. Bir diğer odada tavandan sarkan yüzlerce parmak figürü var. Hazreti Muhammet miraca çıktığın da doğa olaylarını kontrol eden melek Mikail ile karşılaşır, Mikail her yağdırdığı yağmur damlasının hesabını parmak hesabı ile tutmaktadır. Peygamber “Zor olmuyor mu?” diye sorar. “Sana salavat edenlerin hesabını tutmakta zorlanıyorum” der. Yani peygambere inanlar yağmur damlalarından daha çok anlamında söyler. Bizim sanatçıda bu hikayeden etkilenerek bu parmakları yapmış.

 


Galeriden ayrıldıktan sonra tekrar otobüse biniyoruz. Şimdi benim asıl İran’a gelmeme sebep olan Şirazlı Hafız’ın kabrine gidiyoruz.

Otobüsten indikten sonra çiçekli geniş bir yoldan yürüyoruz. Merdivenlerden çıkarak revak altından geçiyoruz ve işte karşımızda Hafız’ın kabri.

Sekiz sütun üzerine, Hafız’ın giymiş olduğu başlık şeklinde kubbe oturtulmuş. Kubbenin altında  da etrafına cam koruma  çekilmiş Hafız’ın mermer lahdi. Sekiz sütun, ay takvimine göre Hafız’ın yaşamış olduğu 8.yüzyılı temsil ediyormuş  İran’da mezar kitabeleri, kabrin üzerini kaplayan mermerden kapak olarak yapılıyor. Üzerinde de muhakkak bir şiir oluyor.

Hafız-Şiraz’i on dördüncü yüzyılda, Şiraz’da doğmuş, yaşamış,  Şiraz’da ölmüş.              (Ölümü:1390) Farsçanın en büyük şairlerinden kabul ediliyor. Asıl adı Şemsettin Muhammed olup, kuranı tam on dört makamda ezberden okuduğu için Hafız ismini almış. Kuran hafızlığı şiirlerini de etkilemiş. Tasavvuf şiirinin öncülüğünü yapmış. İran’da her evde bir Hafız Divanı bulunuyormuş. İranlılar Hafız Divan’ından rastgele bir sayfa açarak o an ile ilgili kendilerine iyi gelen satırlar bulabilirlermiş. Buna da Hafız falı deniyormuş. Bu nedenle ona Lisanı-Gayd da deniyormuş. Yani  gaipten haber veren.  Laf aramızda bunu bende sık sık yaparım. Bilmeden Hafız falı bakıyormuşum meğer. Gerçekten o anki durumuma  uygun dizeler denk gelir, ferahlar, rahatlarım.

Hafız sadece İran’da değil, İran dışında da bir çok şairi etkilemiş. Ünlü Alman şairi Goethe, her birine Farsça baş­lık verilmiş on iki bölüm halinde topladığı lirik şiirlerini West-Oestlicher Divan (Doğu-Batı Divanı)  adıyla yayımlamış.

Sima Hanım kabrin başında, Hafız’dan etkilenmiş şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın “Rindlerin Ölümü” şiirini okuyor.

    Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

   Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.

   Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

   Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.

 

   Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;

   Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

   Ve serin serviler altında kalan kabrinde

   Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.

 

Sonrada Hafız Divanı’ndan bir şiir okuyor. Şiir aynı zamanda mezarın üzerindeki kitabede yazıyormuş.  Şiirin son dizelerinin meali şöyle ( Hafız Divanı-Farsça aslından çeviren Abdülbaki Gölpınarlı İş Bankası Kültür Yayınları)

Haram lokmadan çekinmemin  imkanı ve yolu yokken,

Neden şarap içen rindi kınayayım?

Hafız, gizlice şarap içmekten usandı…

Sırrımı çeng ve ney sesiyle açığa vuracağım.

Grup kabrin başından ayrılıp bir şeyler içmeye kafe bölümüne geçiyor. Ben kabrin başından ayrılamıyorum. Merdivenlerde oturuyorum. Gruplar gidip kabrin başı, boş kalınca etrafında dolanıyorum. Genç bir çocuk, boynumdaki fotoğraf makinesini gösterip, İngilizce olarak “Fotoğrafınızı çekebilirmiyim?” diyor. İran’da bu kadar akıcı İngilizceyi geleli beri duymamıştım. Tebriz’de herkes Türkçe biliyordu. Şiraz’a geleli de Farsçadan başka bir dil kulağıma çalınmadı.

Fotoğrafımı çektikten sonra, yerel Tv’den olduğunu, röportaj yapmak istediğini söylüyor. Tamam deyince de arkadaşı kamera ve mikrofonla geliyor. Mikrofonun birini  yakama takıyorlar. Hafız hakkında ne düşündüğümü ve ne bildiğimi soruyorlar. Hafızı lise yıllarımdan beri bildiğimi, Hafız Divanını bildiğimi, içime bir sıkıntı geldiğinde Hafız Divanının rastgele bir sayfasını açıp okuduğumu ve bunun bana iyi geldiğini, mutluluk ve umut verdiğini, Hafız gibi bir değerleri olduğu için İranlıların çok şanslı olduğunu söylüyorum. Çocukların yüz ifadelerinden ne kadar memnun olduklarını görebiliyorum.




 



Röportajdan sonra arkadaşların olduğu yere gidip, heyecanla benle söyleşi yapıldığını heyecanla anlatıyorum. Hepsi “Bize sorsalar, diyecek bir şey bulamazdık, tam adamına sormuşlar “ diyor.  

Herkes falude tatlısı yiyor. Falude nişastadan yapılan, üzerine limon ya da portakal şerbeti dökülen serinlemek için yenen bir tatlıymış. Tatlıdan sonra millet otururken ben gene dolaşmaya çıkıyorum. Sanatçılar Mezarlığı yazan kapıdan giriyorum. Burada yan yan yan gene üzerlerinde yazılar bulunan yerden en fazla bir karış yüksekliğinde lahitler var. Dünyamıza güzellikler katmış bu güzel insanlara teşekkür ediyorum. Yattıkları yerde huzur bulmalarını diliyorum.


Duygu yüklü bir halde mezarlıktan ayrılıyorum. Şiraz’ın ünlü Kerim Han Kalesine gidiyoruz.  Zend Hanedanlığı döneminde büyük bir kompleksin parçası olarak 1758’de inşa edilmiş ve Kerim Han’ın adını almış. Dikdörtgen şeklinde orta çağ kalesi görünümünde. Kalenin köşesindeki kuleler on dört metre yüksekliğindeymiş. İçinde hamam olduğu için hamam sularının zemini gevşetmesiyle hamam tarafındaki kule Pizza kulesi gibi eğik duruyor.

İran’ın makus talihi, her gelen hanedan bir öncekini yıkmakla kendini vazifeli saydığı için, kalenin etrafındaki binalar da Kaçarlar tarafından yıkılmış, neyse ki kale ayakta kalabilmiş. Kaçarlardan sonra da kale hapishane olarak kullanılmış.


Yürüyerek Vekil Hamamına gidiyoruz. Burası 18.yüzyılda Kerim Han tarafından yaptırılmış halka açık hamam. İçerde devrin hamam kültürünü anlatan balmumu heykellerden bir sergi var. Berberi, kesecisi, sohbet sekileri ile temizlik ve sosyal yaşamın iç içe olduğu tam tekmil hamam. Isıtma sistemi mühendislik harikası, yeraltı boruları ve külhana bağlı duvar içinden geçen borular ile hem suyu hem de hamamı ısıtmışlar. Tavan ve duvar süsleri de çok hoş hatta oldukça cüretkar. Hamamdan sonra Şiraz kapalı çarşısını geziyoruz. Tebriz’den sonra çok sakin ve sade geliyor.




Çarşıdan çıkıp Sifo kafeye oturuyoruz. Doktor hanım ile artık bayağı samimi olduk. Birlikte çay içiyoruz. SD kart okuyucumun çalışmadığını fark ediyorum. Yenisini almak gerekiyor. Sorup soruşturuyorum. Tohid caddesini tarif ediyorlar. Kalenin yakınında. Doktor hanım ile birlikte, caddeye gidiyoruz. Pasaj var, içi elektronik eşya satıcısı ile dolu, SD kart okuyucusunu gösteriyorum, eline alan bizde yok ama deyip, bir başka dükkana bizi götürüyor. Oradaki bakıyor bu sefer o başka bir dükkana götürüyor. Bayrak yarışındaymışız gibi SD kart okuyucu elden elde geziyor. Sonunda elimiz boş çıkıyoruz. Doktor hanımı banka oturtuyorum, yolun karşısındaki dükkanları tarıyorum. Gözüme birini kestirip karşıya geçiyorum. Pasajın köşesinde genç bir çocuk, Türkçe de biliyor. Kart okuyucuyu alıyor, resmini çekiyor, bir yere telefon ediyor, sonra da bana "Abla bekle" deyip, dükkanı tezgahı bırakıp fırlayıp gidiyor. Doktor hanım merak edip yanıma geliyor. Çocuk gitti gelmez. Epey bir bekledikten sonra nihayet görünüyor. Kart okuyucuyu bulmuş hem de USP girişi de olan benimkinin bir üst modeli, 500 Tümen (250TL) diyor, pazarlık bile yapmıyorum. Ödeyip çıkıyoruz. Grup ile çarşıda toplanacaktık. Sima’ya telefon ediyorum. Kalenin oraya geliyoruz orada buluşuruz diyor.

Biz de kalenin oraya gidiyoruz ki alkış kıyamet var. Bir örnek tesettürlü genç kızlar, başları bağlanmış küçük çocuklar, erkekler alkış tutuyor, kızlar oğlanlara doğru koşuyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Kameralar çalışıyor, Bize de başınızı örtün diye işaret ediyorlar. Neyse örtüyoruz artık.

Önce bu hengameyi toplu nişan töreni zannediyoruz. Kimse de İngilizce bilmiyor. Sonra genç bir çocuk geliyor. Bu tören kızların genç kızlığa geçiş töreniymiş. Örtünmenin güzelliğine övgüymüş. Başımızı ört demelerinin sebebi, etkinlik devlet televizyonunda yayınlanacakmış. Koşup kucaklaştıkları ise kızların ağabeyleriymiş. Küçük birkaç çocuk ise şimdiden örtünmeye özendirmek içinmiş, örtününce ağabeyleri onları daha çok sever, saygı gösterir anlamındaymış. Hey Allahım, kaç gündür, aman İran karanlığı yırtmış, İran bildiğimiz İran değil, İran bizi ters köşe yaptı derken, baş örtülerini omuzlarımıza indirmişken bu ne şimdi?



Grup gelmeden etkinlik bitiyor. Tekrar otobüslere biniyor, gezinin en ilginç yerine Şah Çerağ cami ve Türbesi’ ne gidiyoruz. Fotoğraf makinesini yasak olduğu için arabada bırakıyorum. Cep telefonuna izin varmış. Kapıda kadınlar ve erkekler ayrılıyor. Kadınlar tarafında gene o mine çiçekli çarşaflardan, isteyene de kara çador veriliyor. Ayaklar çıplak olmayacak, isimlerimiz ve pasaport numaralarımız bir gün önceden bildirilmiş. Gruplar haline alıyorlar. Baştan ayağa arıyorlar, küçük el çantalarını didik didik ediyorlar. Bu kadar sıkı güvenlik önlemlerinin nedenini merak ediyorum.2022 yılında İŞİD saldırısıyla 15 kişi ölmüş, 2023 yılında aynı örgüt bir saldırı daha yapmış, bu seferde iki kişi ölmüş. O nedenle işi bu kadar sıkı tutuyorlarmış.

Şah Çerağ, Işıklar Şahı demekmiş. Burada Şiilerin sekizinci İmamı Ali Er Rıza’nın kardeşleri,  Seyyid Emir Ahmed ile Mir Muhammed'in mezarları bulunuyormuş. İmam Ali Er Rıza’nın, Meşhed’de ölümünden sonra, yerine geçecek olan oğlu 7 yaşında olduğu için ortalık epey karışmış. Bir yandan sünnilerin halifesi Memun, diğer yandan imam Ali Er Rıza’nın  taraftarları. Gerçi Memun, şiilerle barış içinde olmak için epey gayret göstermiş ama Memun’un ölümünden sonra (833), kimin kime ne yaptığı belli olmaz olmuş. İşte bu dönem 835 yılında Memun’un askerleri Seyyid Emir Ahmed ile Mir Muhammed’i katletmişler. Taraftarları ölenleri gizlice gömmüşler ve yerini de kendi aralarında kodlamışlar. 

Gel zaman git zaman, yalnız başına yaşayan bir kadıncağız Cuma geceleri, evinin karşı tepesinde yanıp sönen ışıklar görür olmuş. Her Cuma gecesi bu ışık şavkı tekrarlanınca, devrin valisine gidip derdini anlatmış. 1260 yılları. O zaman İlhanlılar dönemi, ama Şiraz’da Salgurlular, (1148-1286 tarihleri arasında İran'ın Fars bölgesinde hüküm süren Türk hanedanı) hanedanı hüküm sürmede. Vali de merak edip, Cuma gecesi adamları ile kadının evine kamp kurmuş. Epey bir vakit geçmiş ışık falan çakmamış. Tam sabaha karşı, ışıklar görünmüş. Tepeye varıp kazdıklarında cesetleri bulmuşlar. Aradan onca yıl geçmiş cesetler tanınmaz halde ama parmaklarındaki aile yüzükleri duruyor. O zaman anlamışlar ki bunlar 8:İmamın soyundan kişiler. Kodlanan yeri nesilden nesile muhafaza edenlerde   yeri teyit edince bulunanların Seyyid Emir Ahmed ile Mir Muhammed olduğundan emin olmuşlar. Önce mezarın üzerine kubbeli bir türbe yapılmış, Daha sonra her gelen ilave ede ede bugünkü durumuna gelmiş. Safeviler döneminde bugünkü ihtişamına kavuşmuş.

Caminin avlusuna giriyoruz. Avlunun karşı tarafından türbenin olduğu tarafa bakıyoruz. Muhteşem görünüyor. Caminin avlusunun bir kısmında yerlere halı döşenmiş, millet dışarda oturmuş, kimi dua ediyor, kimi sohbet ediyor. Uhrevi bir görüntü hepimizi etkiliyor. Biz görüntünün muhteşemliğinden dem vuruyoruz ya, daha bir şey görmediğimizi içeri girince anlıyoruz. Kadınlar tarafında ayakkabılarımızı naylona koyup, numara karşılığında görevliye teslim ediyorum. Türbeye bir giriyoruz ki her yer mozaik ayna. Binlerce ayna parçacığı şıkır şıkır gözümüzü alıyor. Türbenin olduğu yere geliyoruz. Türbenin etrafındaki kafes pencereler gümüş, millet ellerini sürüyor, ağlıyor, dualar ediyor. Daha sonraki bölümde namaz kılıyorlar. Alınlarını secde ederken  topraktan yapılmış  6 ila 7 cm çapındaki kalınlığı 1 cm silindir cisme değdiriyorlar. Bu silindirler  Kerbela toprağından yapılmış.

Mihrap erkekler tarafında, arada pano var. 4. Bölümde türbeden uzaklaşıldığı için kadınlar ile erkekler bir araya gelebiliyor. Tekrar gerisin geriye dönüyoruz. İçerideki ayna parçacıklarından insanın gözü yoruluyor. Yansıyan ışıklardan, içerdeki havadan insana bir ağırlık çöküyor. Bu kadar aynayı nereden buldular ki? Aynacılar ihya olmuştur.




 


Otobüse binerek Sharzeh Traditional Restora’a gidiyoruz. İçerde canlı müzik var. Müzik kanımızı kaynatıyor. Oynamaya teşebbüsümüz, oynamak yasak diye engelleniyor. Rehbere yahu sizin şairiniz değil mi “Dolu tası eğri tut, ama içindekini dökme” diyen. Hem fıkır fıkır müzik olacak hem de oynamak yasak olacak? Mollalar Hayyam’a da karşıymış. Hayyam’ın mezarını  yıkmayı bile düşünmüşler.

Yeri geldi madem Ömer Hayyam’ı da bu vesile ile anmış olalım.

YASAK

Süsle, beze, lokum gibi ko karşımıza,

Esmeri, de, beyazı, de, pembesi, de,

Baştan çıkar, yerlere ser bizi, öldür,

Sonra çevir dört yanımızı bir sürü yasakla,

Ona bakma, şuna bakma, bunu etme,

Dolu tası eğri tut, ama içindekini dökme.

 

28 Nisan 2025 Pazartesi

Saat 9:00, bugün Şiraz’dan ayrılıyoruz. Otobüsle şehirden çıkarken Kur’an Kapısı da denen Şiraz Kapı’sının yanından geçiyoruz.  Kapının üzerine eklene odalarda el yazması kuran varmış (Şimdilerde Şiraz Pers Müzesinde) . Kapının altından geçen yolcular Şiraz'dan yolculuklarına başlarken Kutsal Kitap'ın bereketini aldıklarına inanırlarmış.

Yolda duruyor, karpuzcudan karpuz alıyoruz. Cevat Bey 18 kg karpuza 400 Tümen (bizim paramızla 200 TL) veriyor.

Saat 11:00 de  Mervdeşt kentine 10 km uzaklıktaki, Pers İmparatorluğunun başkenti Persepolis’e varıyoruz.  Farsça da Taht-ı Cemşit olarak adlandırılıyor. Burası milattan önce 520 yılında, Pers İmparatoru I.Darius tarafından kurulmuş. Büyük Darius  Pers ülkesinde bu kompleksi idari ve siyasi bir başkent inşa etmek için değil, İran törenlerinin yapılacağı bir merkez yaratmak için inşa ettirmiş.

Saray kalıntılarını görüyoruz. Taşları birbirine bağlamak için herhangi bir yapıştırıcı veya harç kullanılmamış. Aksine, Persepolis'teki çoğu yapı gibi taşlar yalnızca kuyruk dişi adı verilen metal bağlantı elemanlarıyla birbirine bağlanmış.
Persepolis ve çevresinde kurulan kentin asıl adı, Pers halkının isminden türetilen Parse'ymiş. Devletlerine Pers adını vermişler, Ahamenişler'in yıkılmasından sonra yazıları ve dilleri giderek kaybolmuş ve  tarihleri ​​İranlılar tarafından unutulmuş. Daha sonra,kentin  Firdevsi’nin Şehnamesi’nde  adı geçen efsanevi Kayan kralı, hani şu kurtların kuşların dilinden anlayan Cemşit’in eseri olduğunu düşünmüşler ve o nedenle Taht-ı Cemşit.( Cemşit’in Tahtı) olarak adlandırmışlar. Zamanla buraya Yunanca Perslerin şehri anlamına gelen Persepolis Adını vermişler.

Persepolis’in sanat, barış ve dostluğa dayalı İran bilgi sistemi olduğu kabul ediliyormuş. İnsanlık tarihi ve medeniyetinde sanat diliyle tam da barış için inşa edilmiş ilk klasik dünya binasıymış. Bugün dünyanın çeşitli üniversitelerinde görevli İranologlar ve Ahameniş bilginleri, bu görkemli sanat anıtının, Büyük İran topraklarındaki halklar arasında sanat ve barışın kutlandığı Nevruz dolayısıyla inşa edildiği sonucuna varmışlar.

Persepolis’e çıkmak için çift taraflı iki merdiven var. Biz sol taraftakinden çıkıyoruz. Her iki merdivende de  111'er basamak mevcut. Basamakların uzunluğu 6,90 metre , genişliği 38 santimetre  ve yükseklikleri 10 santimetre. Basamaklar tek parça taştan yapılmış, basamakların yanlarında birer korniş ve korkuluk var, bunların bir kısmı hâlâ duruyor.  Taş basamakları korumak için üzerlerine tahtadan kaplama yapmışlar. Çıkış çok kolay.

Giriş merdiveninin doğusunda, "Bütün Milletlerin Kapısı" olarak adlandırılan bir yapı bulunmakta. Bu bina kalın tuğla duvarlı bir salondan, üç büyük kapıdan ve çatıyı destekleyen dört uzun sütundan oluşmaktaymış. Bu yapının temeli Büyük Darius tarafından atılmış olmasına rağmen, yapımını oğlu Kserkses tamamlamış. Ziyaretçilerin alana adım attıkları anda ilk gördükleri anıt burası. Ovaya doğru bakan batı giriş kapısının iki sütunu, iki büyük boğanın sırtına dayanmakta. Kapıcı boğalar Asur sanatının bir uyarlaması.

Yaklaşık on metre genişliğindeki Sepahan Caddesinde ilerliyoruz. Caddenin her iki tarafında, her yedi metrelik aralıklarla nişlerin olduğu  (küpeler) kalın tuğla duvarlar bulunmakta, bu duvarların törenler sırasında asker ve muhafız subaylarının konuşlandığı yerler olduğu tahmin edilmekteymiş.

Sol tarafta açık hava anfisi şeklinde düzenleme yapılmış. 1971 yılında Pehleviler zamanında  İran’ın 2.500 üncü yıldönümü kutlamaları için konukların töreni seyretmesi için dizilmiş oturaklar halen duruyor.

Milletler Kapısı’ndan daha büyük bir kapı olduğunu düşündükleri kalıntılar var. Yakınlarında yarım kalmış sütunların gövdeleri ve terk edilmiş, yeniden inşa edilme fırsatı hiç olmamış kaba yontulmuş sütunların kaideleri görülmekte Buraya Bitmemiş Kapı diyorlar.

Yüz Sütunlu Sarayın önünden geçiyoruz. Saraydan geriye pek bir şey kalmamış, sadece koruyucu boğa heykelini görebiliyoruz.

Gelelim Persepolis’in en çok ilgi çeken Apadana Sarayı’nın doğu merdivenine. Burada Ahameniş İmparatorluğu’nun hakimiyetinde olan milletlerin hediye getirmeleri tasvir edilmiş. Hediye taşıyan 23 ayrı grup var. Duvarın süslemesi, 12 ayı temsil eden 12 yapraklı lotus çiçekleri ve çam yaprakları ile başlıyor. Üç sıra halinde devam ediyor. Her grubun başında bir Pers ya da Med soylusu var. Ahameniş İmparatorluğu , Avrupa'da Makedonya ve Trakya , Kuzey Afrika'da Mısır, Mezopotamya'da Babil ve Asur, Avrasya bozkırları , Orta Asya'da Baktriya Hindistan Yarımadası'ndaki Gandhara ve İndus'a kadar uzanıyormuş .

Persepolis’in inşaatı sırasında köleler değil, ücretli işçiler çalışmış. Çalışanlar arasında kadınlar da varmış. Kadınlara doğum izni bile kullandırılmış. Kadın şantiye şefi bile varmış. Perslerin devri iyi devirmiş ya.

Hediye sunulan rölyeflerden üst  sıra sağdan sola doğru, dokuz kişilik pirinç, kap kacak, bilezik ve giyecek getiren Medyenliler ,dört kişiden oluşan ve yanlarında bir yay, bir hançer, bir dişi aslan ve iki aslan yavrusu getiren Yemenli Husiler. Heratlılar, dört kişi. Yanlarında kap kacak, iki hörgüçlü deve ve hayvan derileri getiriyorlar .Afgan Rakhcileri, dört kişi ve bir altın kadeh, iki hörgüçlü bir deve ve bir deri getiriyorlar. Mısırlılar, altı kişi ve yanlarında sığır ve giyecek getiriyorlar. Belhiler, dört kişi, kap kacak ve iki hörgüçlü deve getiriyorlar.

Orta sırada Babilliler, Asurlular var. Alt  sırada bizim Kapadokyalılar ile Lidyalılar göze çarpıyor.  Altı kişilik Lidyalılar, bir kap, altın bir bilezik ve iki atlı bir araba getiriyorlar. Zengin milletin hali başka oluyor. Beş kişilik Kapadokyalılar, at, giysi, çoraplı pantolon getiriyorlar. Nede olsa “Güzel Atlar Ülkesi” nden geliyorlar.

Bu duvardaki hediye getirme merasimini temsil eden rölyefleri,  2500. yıl kutlamalarında aynen canlandırmışlar. Kutlamalara dünyanın çeşitli yerlerinden 20 kral, 19 cumhurbaşkanı gelmiş. (Hatırlıyorum bizden de o zamanki cumhurbaşkanımız Cevdet Sunay katılmıştı). Kutlamalar dünyada öyle büyük sansasyon yaratmış ki, İran’a merak birden artmış. Dünyanın çeşitli yerlerinden Tahran’a direk uçuşlar konmuş ve İran turist akınına uğramış. Bu arada Ahameniş askerlerinin ayaklarındaki ayakkabılar tanıdık geliyor. Tabii ya Adidas aynı modelden botlar yapmıştı.


 








Apadana Sarayı’nın diğer cephesinde Ahuramazda’yı ve ona hediyeler taşıyan Zerdüşt nöbetçilerini görüyoruz. Kraliçenin Sarayı, ve Haddish Sarayı’nın kalıntılarını geçtikten sonra Tachara Sarayı önünde fotoğraf için oyalanıyoruz. Burası Darius’un sarayıymış.










Mehr Dağı'nın zirvesinde, Persepolis bölgesine bakan iki mezar dikkati çekiyor; bunların Ahamenişlerden II. Ardeşir (M.Ö. 404-358) ve III. Ardeşir'e (M.Ö. 358-337) ait olduğu düşünülüyor. Soffe'nin 500 metre güneyinde, dağ burnunun arkasında ve güney barzanın ilerisinde Darius III'e (M.Ö. 330-337) atfedilen tamamlanmamış bir mezar bulunmaktaymış. Her üç mezarın dış görünüşleri birbirine benzemekte olup Nakş-ı Rüstem'deki Ahameniş kaya mezarlarıyla benzeşmekteymiş.

MÖ 331 baharında Büyük İskender İran’ı ele geçirdikten sonra Persepolis yanmış yıkılmış.  . Saray yangınlarının kasıtlı mı yoksa kazara mı çıkarıldığı bilinmiyor. Arrianus'a göre İskender, Xerxes'in askerleri tarafından yakılan Atina Akropolü'ndeki tapınakların intikamını almak için Persepolis'i yakmış. Diodorus Siculus ve Plutarkhos gibi diğer tarihçiler ise İskender'in ziyafetindeki yangının kazara çıktığını yazmışlar. Plutarkhos'un yazdığına göre, binlerce katır ve deve, yağmalanan hazineleri Ekbatana'ya (Hamedan) taşımış.

Persepolis’teki ilk bilimsel kazılar 1931 yılında Rıza Şah gözetiminde Alman Ernst Emil Hertzfeld tarafından gerçekleştirilmiş. Güzel mermer  sütunlu sarayların bulunduğu bu tarihi alan, 1979 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edilmiş.

Diğer merdivenden inerek otobüsün olduğu yere varıyoruz. Sıcaktan dilimiz damağımıza yapışmış. Karpuzlar kesiliyor. Susuzluğumuzu bir nebze olsun gideriyor ve otobüse biniyoruz.

12 kilometre gittikten sonra Nakş-ı Rüstem diye adlandırılan kaya mezarlarının olduğu arkeolojik bölgeye varıyoruz. Buraya Fars mitolojisi kahramanı Rüstem'i tasvir ettiği düşünülen, anıt mezarların altlarındaki Sasani oymaları sebebiyle Nakş-ı Rüstem "Rüstem'in Duvar  Resmi" denilmiş.

Nakş-ı Rüstem , Ahameniş hanedanının ( MÖ 550-330 civarı ) uçurumun yüzüne yüksekçe oyulmuş dört büyük mezara sahip nekropol.  Kaya mezarlardan birinin Darius I (Büyük Darius)’a ait olduğu kesinlik kazanmış, diğerlerinin, Darius II, Artaxerxes II ve Xerxes I olduğuna inanılıyor. Bitmemiş halde bulunan bir tanesi de  muhtemelen Büyük İskender’e yenilen son Ahameniş hükümdarı III. Darius'a ait olmalı.

Nakş-ı Rüstem'de mezarlara ilaveten, mezarların alt kısmında, Sasani krallarına ait olan yedi adet devasa kaya oyması bulunuyor. Kiminde tanrılar ile buluşuluyor, kiminde savaş var.


Mezarların önünde Kabe-i Zerdüşt (Zerdüşt Küpü) diye adlandırılan MÖ 5.yüzyıldan kalma Ahameniş dönemine ait bir kare kule var. Ne için yapıldığı halen anlaşılamamış.



Yola devam ediyoruz. Eyaletten eyalete geçerken şoför bir ton evrakla yoldaki trafik ofisine gidiyor, bir şeyler damgalatıp imzalattıktan sonra geri geliyor.  Yollar çift şerit amam geliş gidiş yol arası neredeyse otuz, kimi yerde elli metre. İki şeridi birbirinden bu kadar uzak yapmanın vardır elbet bir nedeni. Yezd’in sayfiye bölgesi Teft’i geçiyoruz. Nihayet Yezd’deyiz. Yezd için “Çatısız Müze” diyorlarmış. Göreceğiz bakalım.

Doğrudan Akik Restoran’a gidiyor açık büfe  akşam yemeği yiyoruz. Sonra da Şehri Cihan Oteli’ne yerleşiyoruz. Yezd’de yüksek katlı binalara izin verilmiyormuş. Otelin içi labirent gibi. Oda da düdük gibi. Elimizdeki eşyaları nereye koyacağız, bavulları nasıl açacağız? Durum sıkıntılı görünüyor.

Şu koltuğu çevirsek, sehpayı itsek derken yerleştik bile. Gönüller dar olmasın. Otelden çıkıp sokak kahvesine gidiyoruz. Yezd’in kahvesi meşhurmuş. Benim kahveyle aram yok, çay söylüyorum. Yezd kahvesini kimse beğenmiyor. Aslında otelin yeri çok güzel Yezd Saat Kulesi ile şiilerin Cuma camisi olan Yezd Ulu Cami arasında .Biraz etrafı dolaşıp fotoğraf çektikten sonra otele dönüyoruz.



29 Mayıs 2025 Salı

Sabahleyin, koridora açılan pencereyi açtığımızda, karşı odadan bir diğer muallime hanım günaydın diyor. Hatice hanım ile birlikte, “Penceresi cam cama muallim” türküsünü söylemeye başlıyoruz. Türkü duruma cuk oturuyor.

Bugün Zerdüştler ve Zerdüştlük ile dolu bir gün olacak. İlk Olarak Sessizlik Kulelerinin olduğu şehir dışında bir bölgeye gidiyoruz. Tepede dairesel bir yapı var oraya tırmanacağız. Tırmanmadan önce su depolarını ve rüzgar kulelerini görüyoruz. Civardaki binalar, Yezd dışından gelen ölü sahiplerinin konaklaması içinmiş.

Zerdüştlerde ölü beden toprağa değmemeli, zira ölü beden artık leş olarak kabul edildiği için   toprağı kirletirmiş. Ölünün arkasından yas tutulmazmış çünkü o artık başka bir yaşama başlıyormuş. Ölü içinönce tören yapılıyor, Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’dan dualar okunuyor, sonrada ölü yukarıya uğurlanıyormuş.

Ölüyü yukarıya, dahme denilen alana  daha çok mahkumlardan seçilmiş, muhtemelen güçlü kuvvetli, nusessalar adı verilen ölü taşıyıcılar götürebiliyormuş. Onların haricinde yukarıya kimsenin çıkmasına izin yokmuş.

120 basamak çıkarak, dahme denilen ölülerin bırakıldığı alana geliyoruz. Ortada çukuru olan yuvarlak alanın etrafında yüksek duvar var. Kara hayvanlarının gelmesini engellemek içinmiş. Ölüleri sadece akbaba ve diğer leş yiyicilerin insafına bırakıyorlarmış. Dairenin içi üçe bölünüyormuş, erkeklerin bedenleri dış halkanın etrafına, kadınlar ikinci halkaya ve çocuklar en içteki halkaya yerleştiriliyormuş. Evcil hayvanlar için de çukurun yanındaki oyuklarda yer varmış. Ölü dahmeye bırakıldıktan sonra kemikleri kalana kadar bekleniyormuş. Daha sonra ölü sahibi isterse kemikleri alıyor, istemezse ortadaki çukura atılıp, asit, güneş, kireç yardımı ile eritilip, sonrada öğütülüyormuş. Günümüzde görünmüyor, çukurdan aşağıya inen baca yardımıyla toz haline gelen artıklar toplanıyormuş.

Bu tepeler öyle rastgele seçilmiş tepeler değilmiş. Tepe rahipler tarafından kutsandıktan sonra yere 180 adet çivi çakılıyor, çakılan çiviler 33 defa birbirine iplikle bağlanıyor, sonra da kulenin inşasına başlanıyormuş.

Rıza Şah zamanında yırtıcı kuşlara yem etme ritüeli yasaklanmış. Aşağıda Zerdüştler için ayrılmış mezarlık görünüyor. Gene de Zerdüştler toprağı kirletmemek için ölülerini naylona sarıp, öyle toprağa veriyorlarmış.









Ölülerini yırtıcı kuşlara yem eden Zerdüştler kim? Bunu öğrenmek için  Ateşgede’ye gidiyoruz. AteşgedeZerdüştçülükte kutsal ateşin yandığı tapınak ya da alana verilen isimmiş.

Zerdüşt’ün hayatı hakkında efsaneler dışında tam bir bilgi yok. Hangi dönemde yaşadığına dair akademik bir fikir birliği oluşmamış. Dilsel ve sosyokültürel delillere dayanarak MÖ 2. binyılda yaşadığı düşünülse de, bazı bilim insanlarına göre MÖ 6. ve 7. yüzyıllarda, bazılarına göreyse MÖ 6. binyılda yaşamış. Zerdüştlüğün MÖ 6. yüzyılda formunu tamamlamış en eski tek tanrılı dinlerden olduğu sanılır. Bilgelik tanrısı Ahura Mazda'nın kendisine göründüğünü ve ondan doğruluğu yaymak görevini aldığını iddia eden Zerdüşt, Ahura Mazda'nın en büyük tanrı olduğunu, öteki birçok tanrı arasında, yalnız ona tapmak gerektiğini savunmuş.

Zerdüşler insanın beş  unsurdan oluştuğuna inanıyorlarmış. Bunlar, beden, enerji,ruh,vicdan ve fravahar. (Fravahar, yaratılış sırasında insanın içine konulmuş olan Tanrı'nın özünün bir parçacığıymış)

Ahuramazda’yı temsil eden yaşlı bilge figürü üzerindeki açıklamalar Zerdüştlüğün felsefesi hakkında ip uçları veriyor. Yaşlı ve aydınlanmış kişi, “Hayatta ilerlemek için bilge, bilgili ve akıllı insanlara danışın” demekmiş.

 Yaşlı bilgenin havada olan sağ eli “Sadece tanrıya dua et ve ona ibadet et demek” istiyormuş. Sol eldeki halka, hayatta ilerlemek için verdiğin sözlere ve anlaşmalara uymanı emrediyormuş. Evlilik yüzüğünün kökeninin buradan geldiği söylenmekteymiş.Yana açılmış iki kanat Zerdüştlükte ki üç temel kuralı temsil ediyormuş. ”İyi konuş, iyi davran, iyi düşün” Bu üç iyi hem kanatlarımızı güçlü kılar hem de evren ile uyumumuzu sağlarmış.

Sol alttaki demir uzantının anlamı “Saf ve kutsal düşünceler bizi ileriye götürür”, iyi düşün iyi olsun. Alttaki kuyruk ise kötü konuşur, kötü davranır, kötü  düşünürsen, evrende seni aşağı çeker, her işin ters gideri temsil ediyormuş. Sağ alttaki demir halka sol halkanın tersine, yıkıcı düşüncelerden uzak durmamızı tembihlemekteymiş.

Gelelim ortadaki halkaya, “Dairesel bir yörüngede hareket eden herhangi bir cisim başlangıç ​​pozisyonuna geri döner. İyilik yaparsak bize iyilik verilir, kötülük yaparsak kötü sonuçlar görürüz”. Sevdim ben bu Zerdüştlüğü.

Tapınağın içinde sönmeyen ateşi görüyoruz. Badem ağacı yakılıyormuş. Pazar günleri ayin varmış. Zerdüştler de beş vakit namaz kılıyorlarmış.  Zerdüşt rahiplerinin yüzlerinde maske var.  Kutsal ateşi nefes veya tükürük ile kirletmekten kaçınmak için maske kullanılıyormuş

Ateşgede’den sonra, Zerdüşt müzesine gidiyoruz. Nevruz sofrasını canlandırmışlar. Düğün törenlerini, günlük yaşamlarını, kuşak bağlama törenlerini gösteren fotoğrafları seyrediyoruz. Kadın erkek eşitliği, doğaya saygı, çocuğa saygı hepsi var.  Müzenin içinde bir de su deposu örneği var.

Dünyanın en eski inanışlarından birini yakından tanımak ve öğretilerinin bizim insancıl öğretilerimize yakın olması Zerdüştlere sempati duymama neden oluyor. Tüm iyi insanlar, aslında hepimiz Zerdüştüz.



Devletabat Bahçesi’nde ki gül festivaline gidecektik. Bender Abbas Şehid Recai Limanı’nda  meydana gelen patlamada çok sayıda kişi hayatını kaybettiği ve yaralandığı için festival iptal edilmiş.

Rotayı Yezd’in Emir Çakmak Kompleksi’ne çeviriyoruz. Kompleks, Timurlular Hanedanlığı döneminde (MS 15.-16. yüzyıl) Yezd valisi olan Emir Celaleddin Çakmak'ın adını taşıyan aynı isimli meydanda yer almakta . Burada Cami, meydan ve dükkanlar var. Bir zamanlar kervansarayda varmış ama yol açmak için yıkmışlar. Meydanda kocaman bir havuz var. Camiinin önünde nahıl adı verilen taht gibi bir şey var. Muharremin 10. Günü yani Aşura günü, Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilişini anmak için yapılan törenlerde kullanılıyormuş. Nahıl kumaşlarla kaplanıyor, içine Hz Hüseyin’e ait olduğu düşünülen eşyalar konup, Kolları vasıtasıyla sırta alınıyor ve caddelerde dolaşılıyormuş.

Cevat Bey çok methetti. Ciğerciye gidiyoruz. Ciğer hakikaten çok lezzetli, ayranları da harika. Naneli ayranın içimi çok hoş. İran’da Coca Cola’da var. Bildiğimiz Amerikan Coca Cola her yerde satılıyor. Kimsede Amerikayı protesto için yollara dökmüyor.

Emir Çakmak kompleksi içinde bir de minaresiz cami var. Emir Çakmak’ın eşi Fadime Sitti Hatun tarafından yaptırılmış. Camiinin minaresi yok. İran’da kadınlar tarafından yaptırılan camilerin minaresi olmazmış. Meydanın etrafındaki dükkanlarda geziniyoruz. Dükkanları işletenlerin çoğu Afgan. İran, Afganistan’dan çok göç almış. Nüfusun dört buçuk milyonu Afganmış.













Otele gidip biraz dinleneceğiz. Akşamüstü çölde safari yapılacakmış. Saat 16:30 da bu sefer otobüs yerine 4x4 ciplere biniyoruz. Benim bindiğim cip, Paris- Dakar rallisine katılmış. Yani sahibi katılan bir ekibe kiralamış.

Ciplerin lastiklerinin havası indirilirken Cevat bey bizlere dondurma dağıtıyor ve çok geçmeden  Karakal çölüne dalıyoruz. Bağırmayanın parası iade edilir misali, şoför aracını kah 45 derece yan yatırıyor, kah yokuşu çıkıp, tepeden arabayı aşağıya sallandırıyor. Sonunda kum tepesinin ardından göl görünüyor. Ayakkabı terlik ne varsa arabada bırakıp, yalınayak kum tepesine tırmanıyoruz. Bu arada tepeye çıkarken, sürünen mi arasın? Yuvarlanıp geriye gelen mi?

Tepeye çıktıktan sonra manzara müthiş. Herkes resim çektirme derdine düşüyor. Bu arada artistik pozlar için senaryo yazılıyor, “Çölde Titanik”, “Çölde Üç Güzeller” filmleri çekiliyor. Hatta Bülent Bey’i kuma gömüyorlar. Arkeolojik buluntu diye belgesel bile çekiyoruz. Müzik başlıyor, çölde dans etmenin keyfini yaşıyoruz. İran’dayız, İran’da dans ediyor, eğleniyoruz.

Bu arada çölün adını taşıyan Karakal kedileri de dünyaca ünlüymüş. Tekrar arabaya binip “Sinbad Çöl Kampı” diye bir yere geliyoruz. Ortada ateş yanıyor, etrafına oturuyoruz. Kek ve çay dağıtılıyor. Cevat Bey külde pişmiş patates ikram ediyor. Biraz da ateşin etrafında yalın ayak başı kabak şarkı söyleyip dans ediyoruz.



Akşam, dün geceki gittiğimiz restorana gidiyoruz. Bu akşam İran’da “Kızlar Günü”ymüş. 8.İmam Rıza'nın  kız kardeşi Fatıma-ı Masume'nin doğum günü olan 1 Zilkade İran takviminde "Kızlar Günü" olarak kutlanıyormuş.

Canlı müzik var. Sahnedeki delikanlı, İran’ın ünlü sanatçısı Guguş’un şarkılarını söylüyor. Yan taraftaki taht gibi bir yerde oturup, nargile için bir bey sahneye çıkıp Azeri türküler söylüyor. Arkamızda ki özel odada kadınlı erkekli şık şıkıdım giyinmiş bir aile çoluk çocuk yerlerde oturuyor, çay içip müzik dinliyor. Müzik o kadar coşkulu ki şallar ellerimizde oynamaya başlıyoruz. Müzik kesiliyor. Oynamak yasak. Mekanı kapatırlarmış. Hay Allah bir an için İran’da olduğumuzu unutmuşum. Her şey serbest, bir tek içki ile oynamak yasak. Eh buna da şükür, başımızın açıklığına, giyim kuşamımıza bugüne dek kimse laf etmedi allah için.

30 Nisan 2025 Çarşamba

Sabahleyin her zamanki gibi 9:00 da teker dönüyor. İstikamet İsfahan. Rehberimiz Sima  Hanım otobüse binerken sohan tatlısı ikram ediyor. Kum şehrinin tatlısı diye bilen tatlı, su , şeker , süt ve mısır unu karışımının katılaşana kadar kaynatılmasıyla yapılıyormuş.

Yolda gene, şoförümüz, şehirden şehire geçtiğimiz için polislere evrak imzalatmak için durup, polis ofisine gidiyor. 14:30 da İsfahan’a varıyoruz.

İsfahan halıları ile ünlü bir şehir. Sara Halı mağazasına giriyoruz. Mağazada bize bir izzet, bir ikram. Acıkmışız, ikram edilen kekleri, meyveleri afiyetle yiyoruz. Sonra da geliyoruz. Halı faslına, teker teker halılar ortaya yayılıyor. Bu Kum halısı,1cm karede 120 ilmek, Bu İsfahan halısı, 1cm karede 200 ilmek, bu Horasanlı Mahmut ailesi tarafından yapılan ünlü çift yüzeyli halı. Bir müddet sonra halıları algılayamaz oluyorum. Sonra da bizim ahali halı pazarlığına başlıyor. Yün halı, ipek halı, boy boy ne ararsan var. En küçüğü 1.500 dolara ipek halı da var, al salona kullan kocaman 6.800 dolara  yün  halı da var.



Halıcı dükkanından çıktıktan sonra, sokağın bitiminde devasa bir meydan ile karşılaşıyoruz. Burası İsfahan’ın ünlü mü ünlü Nakş-ı Cihan Meydanı. İsfahan şehri 2015 yılında UNESCO tarafından el sanatları ve halk sanatlarını ile  kültürel mirası koruma statüsüne alınmış. 

Nakş-ı Cihan Meydanı, Safevi Hanedanlığı'nın 1588'den 1629'a kadar İran'da hüküm süren beşinci hükümdarı,Büyük Abbas (Abbas Bozorg) olarak anılan Şah Abbas I  tarafından yaptırılmış.  Meydanın her tarafı iki katlı kemerlerle birbirine bağlanan anıtsal binalarla çevrili. Meydanın, uzunluğu 524, genişliği ise 159 metre , yaklaşık 89.600 metrekarelik bir alana sahip.

 Alanın dar kenarının bir tarafında   Şah  Camii, diğer tarafında Kayseriye Kapısı, geniş kenarının orta kısmında ise  karşılıklı olarak Şeyh Lutfullahllah Camii ve Ali Kapı Sarayı var. İki katlı meydanı çevreleyen yapıların altı dükkan üst katları ofismiş. Meydan Safevi döneminde İran'daki sosyal ve kültürel yaşamın etkileyici bir kanıtı.

İpek yolu üzerinde bulunan İsfahan, Şah Abbas’ın vizyonu sayesinde öyle gelişmiş, öyle mamur olmuş ki, Fransız şair-gezgin Mathurin Régnier İsfahan’ı , özellikle Nakş-ı Cihan meydanını gördükten sonra o kadar etkilenmiş ki  İsfahan’a dünyanın yarısı anlamına gelen Nısf-ı cihan demiş.

Çarşı ve meydanı gezmek için serbest zaman veriliyor. Burası ortada havuzu, havuz etrafındaki çimenleri ile temaşa yeri. Fayton ile gezenler, tef çalarak dolanan dengbejler, çimler üzerinde piknik yapan ahalisi ile çok canlı. Dükkanlar ise artık alıştığımız kapalıçarşılar gibi. Çarşıda ki renklilik benim çok hoşuma gidiyor. Alış veriş yapmasam da çarşıda çok eğleniyorum. Bu arada rengarek baharatlardan höyük yapmışlar. Safranda dahil on altı çeşit baharattan oluşan höyükten dikine keserek karışımı satışa sunuyorlar. Dayanamayıp doktor hanım ile birlikte karışımdan  alıyoruz.








Grupla birlikte Allahverdi Han Köprüsüne gidiyoruz. Halk arasında köprünün adı, Otuz Üç Ayaklı Köprü anlamına gelen  Si-o-Se Pol Köprüsüymüş.  Zayende nehri üzerinde 17 adet köprü varmış ve en ünlüsü buymuş. İsfahan aslında bri çöl şehri. Zayende nehri ona hayat veriyor.

Şah Abbas’ın komutanı  Allahverdi Han tarafından denetlenen köprü  1599-1602 yılları arasında yapılmış. Köprü, üç yüz metre uzunluğunda, otuz üç  ayak ve üst üste binmiş iki sıradan oluşuyor. Safevi köprü tasarımının en ünlü örneklerinden biriymiş. Köprünün üzeri kapalı, yanlarda ara ara açıklıklar var. Bu açıklıklardan çok güzel fotoğraf çekiliyor.


Zayende nehri, Yezd şehrine su sağlamak için yapılan baraj ve iklim değişikliğinden etkilenmiş. Eskiden gürül gürül aktığı söylenen üzerinde rafting yapılan nehirden eser yok. Köprüden geçtikten sonra, yürüyerek Arakhan Restorana gidiyoruz. Aman allahım, restoranın tüm duvarları binbir gece masallarından esinlenilmiş resimler ile dolu. Duvar, tavan her yer işli. Göz yoruluyor. Yemekler çok leziz. Yemekten sonra otobüs ile Safir Otel’e gidiyoruz. Odamız geniş, ferah feza yerleşiyoruz.

01 Mayıs 2024 Perşembe

Sabah otelde kahvaltıya indiğimizde polis kalabalığı ile karşılaşıyoruz. Ben polislerin otel tarafından ağırlandığını, Hatice hanım ise seminer falan olabileceğini söylüyor. Ne de olsa ben müteahhit gözüyle o da eğitimci gözüyle yorum yapıyor. Gruptan bir arkadaşa “Bu kadar polis burada ne arıyor?” diye soruyoruz.  O da “Otelde polis mi var?” diyor. Hey allahım adam polislerin farkında bile değil. Rehbere soruyoruz. Oteller sırayla polislere kahvaltı veriyormuş.

Otelimizin karşısında Abbasi Otel’i görüyorum. Burası 350 yıllık bir kervansaraymış. UNESCO tarafından Dünya mirası listesine alınmış.

Bugün ilk olarak  Nakş-i Cihan meydanından geçerek hemen yakınındaki  İsfahan Cuma Cami’ne gidiyoruz. Camii ilk olarak 772-775 senesinde ikinci Abbâsî halifesi el-Mansur döneminde yapılmış, Harun Reşid’in küçük oğlu sekizinci Abbâsî halifesi Mutasım döneminde yeniden düzenlenmiş. Cami, Büyük Selçuklu Devleti döneminde, Sultan Melikşah'ın İsfahan'ı başkent yapmasıyla yeniden imar edilmeye başlanmış. Selçuklu döneminden Safeviler dönemine kadar çeşitli ilaveler yapılmış ve 19. ve 20. yüzyıllarda restorasyonlarla günümüze kadar gelmiş. Cuma günleri, Cuma namazı bu camide kılındığı için Cuma Cami olarak adlandırılıyor. 2012 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiş.

Caminin avlusuna girdiğimizde ortada sehpa gibi bir yapı var. Kabeye gidecek olanlara ,gitmeden önce  Kabe’de ki ritüeller hakkında  bilgi vermek üzere yapılmış bir yapıymış. Avlunun etrafında iki katlı revaklar ve dört adet eyvan mevcut. (Eyvan, üstü çoğunlukla tonozla örtülü, üç tarafı kapalı, bir tarafı tamamen açık mimarî birimdir. Eyvana İran, Selçuklu ve Osmanlı mimarîsinde sıkça rastlanır)

Avlunun kıble tarafındaki kapısından giriyoruz. Muhteşem bir kubbenin altında duruyoruz. Burası Sultan Alpaslan ve daha sonra oğlu Melikşah’ın zamanında vezirlik yapmış Nizamülmülk’ün himayesinde 1086-1087 yılları arasında yapılmış, o nedenle de bu kubbeye Nizamülmülk Kubbesi denilmiş.

Caminin tuğla işçiliği, taşıyıcı kolonları, günümüze dek gelen çinileri ile mimari harikası. Mukarnasın her türlüsünü, taş işçiliğinin en güzelini, dekorasyon olarak İran sanatının en güzel örneğini görüyoruz. Selçukluların küçük mukarnaslarının yanı sıra Safevilerin iri mukarnaslarını  aynı binada görmek mümkün. Cuma caminde  birçok mihrap var. İran’da bir başka dikkat çekici unsur da camilerde mihrabın zeminden aşağıda olması.  Gerek sultanın, gerekse namazı kıldıran imamın, cemaatın ayakları altında olduğunu simgeliyormuş. Kibrin kırılmasına ne güzel örnek.

 Mihraplardan birinin önünde cam kaplama var. Aşağısında arkeolojik buluntu görünüyor. Muhtemelen cami bir tapınağın üzerine inşa edilmiş.



Şimdi de bir başka türbeye gidiyoruz. Türbenin kapısı avluya açılıyor. Karşımızda bel hizasında mavi çiniyle kaplı bir lahit duruyor. Lahdin önünde yerden 35 cm yükseklikte, bir mezar var. Ünlü vezir Nizamül Mülk’ün mezarıymış. 9 yıl Sultan Alparslan’a daha sonra  20 yıl da oğlu Sultan Melikşah'a vezirlik yapan Nizamülmülk, 1092 yılında, Haşhaşilerin lideri Hasan Sabbah’ın  fedaisi olan Ebû Tâhir Errânî tarafından suikast sonucu öldürülmüş. Türbeye gelenleri Nizamülmülk karşılıyor.

Mavi lahdin solunda gene alçakta üç adet mezar var. En baştaki Melikşah’a  onun yanındaki  de eşi Terken Hatun’a aitmiş. Bunlar mavi lahitte kim yatıyorsa onun ayak ucunda yatıyorlar. Mavi lahdin baş tarafında mezar yok. Lahdin üzerinde siyah beyaz  satranç tahtasını andıran motif var. Satranç fikri geliştirir, siyah beyaz ise zıtlıkları temsil eder. Demek ki burada yatan çok ünlü biri olmalı. Melikşah ayak ucunda yattığına göre, buradaki mezarın Melikşah’dan daha ulu birine ait olmalı.

Evet burada yatan. Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun ikinci sultanı ve Selçuklu hanedanının kurucusu Selçuk'un torunu Sultan Alparslanmış. Her ne kadar tarihi kaynaklardaki rivayetlere göre Alparslan'ın mezarı; günümüzde Türkmenistan sınırlarında yer alan Merv şehrinde babası Çağrı Bey’in kabrinin bulunduğu Cuma Camisi’ndeki türbede olduğu söylense de, yapılan kazılarda bir iz bulunamamış. O zamanki yapılan kodlamalar, mezarın İsfahan’da olduğunu işaret etmekteymiş. Bilimselliği tartışma götürse de iddianın mantığı tutarlılık da içeriyor.

Türbeyi asırlardır Zaferkendi ailesi bekliyormuş. Ailenin son temsilcileri, bu kadar önemli bir yapıyı sadece bağışlar ile ayakta tutmaya çalışıyorlarmış. Türbeden ayrılırken  Nizamülmülk tarafından uğurlanıyoruz. Grup olarak aramızda topladığımız bağışı türbedara teslim ediyor ve oradan ayrılıyoruz.

  


        



Otobüs ile Yeni Culfa mahallesine gidiyoruz. Burası1606 yılında Safevi Sultanı Büyük Abbas'ın emriyle kurulmuş bir Ermeni mahallesi. 150.000'den fazla Ermeni, bir rivayete göre Osmanlı İmparatorluğunun gadrine uğradığı için, bir diğer rivayete göre de ipek ticaretinde mahir olmaları nedeniyle İsfahan’a yerleşmelerinin İran’a fayda sağlayacağı umulduğu için,  Azerbaycan’da ki Culfa şehrinden (Günümüzde Eski Culfa olarak anılır) getirilerek buraya yerleştirilmiş. Yeni Culfa hala dünyanın en eski ve en büyük Ermeni mahallerinden biriymiş. Bir yandan giyim konusunda İran yasalarına uyuyor diğer yandan Ermeni dili, kimliği, mutfağı ve kültürünü korumaktaymışlar. Günümüzde on bine yakın Ermeni bu mahallede oturmaktaymış.

Girişinde  saat kulesi olan Vank Katedralinin önünde grup serbest bırakılıyor. Biz de doktor Hanım ile iyice kanka olduk, birlikte mahalleyi dolaşıyoruz. Mahallenin yapılarının fotoğraflarını çekerken bir başka caddeye çıkıyoruz. Büyükçe bir pasaja giriyoruz. Tahta işçilikleri çok güzel. Giyim kuşam çok ucuz, Doktor Hanıma spor mağazasından bir mont beğeniyoruz. Dükkanın sahibi hanım, dağcı olduğunu söylüyor. Cep telefonundan videolar gösteriyor. Türkiye’de Erciyes ve Demirkazık dağına tırmanmış. Bir başka videoda Everest’e tırmanırken görülüyor. Nasıl canlı, pire gibi bir hatun. Defteri uzatıp adını yazmasını söylüyorum. Paryvash Hassani diye yazıyor.

Geriye dönerken, değişik bir ahşap kapının fotoğrafını çekiyorum. Birden kapı açılıyor ve bir genç kız bizi içeri davet ediyor. Kapının yanında ki sandalyede büyükbaba sokağı seyrediyor. Ev müthiş, salondaki mobilyalar, mutfak, odalar belli ki bir mimarın elinden geçmiş.

Aile İranlı, evi Ermeni bir aileden satın almış. Anne askılı elbisesi ile bize  kuru yemişle naneli buzlu limonata  ikram ediyor. Babaları ölmüş, anne, büyükbaba ve iki çocuk  birlikte yaşıyorlarmış. Yerdeki halılardan, eşyalardan varlıklı bir aile oldukları belli. Derken oğulda gelip annenin yanına oturuyor. Fotoğraf çekmemize izin veriyorlar. Evin genç kızının az biraz İngilizcesi ile anlaşıyoruz. Nasıl sıcak bir ortam, ben İran’a yerleşirim arkadaş. Grup ile buluşma vakti geliyor. İstemeye istemeye evden ayrılıyor, gruba yetişiyoruz.



Çehel Sütun Sarayı’na gidiyoruz. Türkçe karşılığı Kırk Sütun Sarayı. Büyük bir havuzun sonunda, bir parkın ortasında yer alan saray 1647 yılında, Safevi Şahı II. Abbas tarafından eğlence ve kabul törenlerinde kullanılmak amacıyla yaptırılmış.

Sarayın girişinde yirmi tane ahşap sütun sayıyoruz. Ay ışığında girişin önündeki havuzun suyuna yansımasıyla ahşap sütunların sayısı kırka çıkıyormuş. Bu nedenle Kırk Sütun Sarayı deniyormuş.

Saray seramik üzerine fresk ve tablolarla süslenmiş; zaman içerisinde sarayın seramik panellerinden birçoğu yerinden çıkarılmış ve Batı'daki büyük müzelerin koleksiyonuna dâhil olmuş. Bu fresk ve tablolar belirli tarihsel olayları betimlemekte.

Bir tabloda, Afşarların hükümdarı  Nadir Şahın ordusu ile Hint Kralı Muhammed Şahın Babür ordusu arasında 1739’da gerçekleşen Karnal Savaşını görüyoruz. Bu savaşın sonunda Babür İmparatorluğunun hazinesi yağmalanmış, ve yağmalananlar arasında bizim de çok iyi bildiğimiz iki elmas var  Koh-i-Noor (Işık Dağı) ve Darya-ye Noor (Işık Denizi). Bunların Tavus Tahtı’nın parçaları olduğu düşünülüyor.Daha sonraları Koh-i Noor İngiltere’ye götürülmüş, Derya-ye Noor ise İran taç mücevherleri arasında olup, İran Merkez Bankası’nda saklanıyormuş.

Bir diğer resimde 1511 yılında, Şah İsmail, Safevi devletini güçlendirdikten sonra Özbeklere karşı bir sefer başlatmış, bu seferde, Özbek hükümdarı Şeybani Han öldürülmüş ve Şah İsmail, Horasan bölgesinde siyasi birliği sağlamış. Şah İsmail ile Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim arasında geçen 1518 Çaldıran Savaşı ( Çaldıran Savaşı bizim takvime göre 1514).

Renkli minyatürler ile çizilmiş, sadece savaşları değil, eğlence, kabul gibi olayları gösterir birçok tablonun sergilendiği salonun duvarlarının yanı sıra tavanlarındaki aynalı süsler de çok etkileyici.





Sarayın bahçesindeki havuzun etrafında heykeller var. Saraydan ayrıldığımızda, eskiden sarayın parçası olan şimdilerde park olarak kullanılan alandan geçiyoruz. Parkta Allah Verdi Han, Ali Rıza Abbasi gibi tarihte ün yapmış kişilerin heykelleri var. Genç Hatice Hanım ( Grubumuzda üç tane Hatice var) ile ben gruptan geri kaldığımız için, grupla arayı açıyoruz. O sırada okuldan çıkmış, siyah pardösüleri, yarım bağladıkları siyah baş örtüleri ile genç kızlar bizi çevreliyor.  Bizle beraber resim çektiriyorlar. Türkiye’yi çok seviyoruz diye tezahürat yapıyorlar.

Tekrar Nakş-i Cihan Meydanı’na dönüyor, Ali Kapu Sarayı’na gidiyoruz. Saray, Safevi İmparatorluğu döneminde, 17. yüzyılın başlarında, I. Şah Abbas tarafından inşa edilmiş. Şah Abbas, ilk olarak burada 1597 Nevruz'unu kutlamış. Daha sonra, Şah Safi döneminde yeni bölümler eklenmiş ve tüm inşaat Şah II. Abbas tarafından tamamlanmış.   

Saray altı katlı ve  kırk sekiz metre yüksekliğinde. Her bir kata spiral merdivenle çıkılıyor. Merdivenler o kadar zorlu ki her bir katta ziyaretçilerin dinleneceği banklar konmuş. Altıncı kattaki Müzik Salonu'nda, duvarlarda sadece estetik değil aynı zamanda akustik değere de sahip derin dairesel nişler var. Çatı on dört metre yüksekliğinde çınar ağacından yapılma sütunlar üzerine oturtulmuş. Ortada küçük bir havuz bile var. O devirde altıncı katta havuz. Pencereler aperyodik döşeme (aperiodic tiling) sanatının en güzel örneklerinden. Tavandaki süslerin bir kısmı Şeyh Seyfettin (Şah İsmail’in dedesi) türbesinden getirilmiş. Ali Kapı, Safevi mimarisinin en iyi örneği ve İran'ın İslami mirasının bir sembolü olarak kabul ediliyor.

Üst galerilerden Safevi şahları, Çavgan'ı ( polo ), ordu manevralarını ve Nakş-ı Cihan meydanındaki at yarışlarını izlemişler. Sarayın karşısında Şah Abbas’ın kayınpererinin adını taşıyan Şeyh Lütfullah Cami yer alıyor. Caminin minaresi yok. İran’da kadınlar tarafından yaptırılan camilerde minare olmadığını öğrenmiştik, bu cami kadın tarafından yapılan bir cami değil, minaresi neden yok? Sarayın gözetlenmemesi için minare yapılmamış. Cami saray mensupları tarafından kullanılmak üzere yapılmış. Hatta cami ile saray arasında yer altı tüneli bile varmış.






Asıl cami Şah Cami. Sıra ona geliyor. Şah Cami,  inşaatına 1611 yılında I.Şah Abbas’ın emriyle başlanmış ve inşaat tam on sekiz yıl sürmüş. Mimarı Ali Ekber İsfahan-i, camideki kitabede adı yazıyormuş.

Mavi çini ve mozaikleri, göz alıcı işlemeleri ile cami başlı başına bir sanat eseri. Caminin bağlandığı meydanın mimari yapısı ve kıble yönü nedeniyle ortaya çıkan farklılaşma sonucu caminin devasa ana kapısı meydana bakarken caminin kendisinin ise kıble yönüne göre inşa edildiği anlaşılıyor.

Caminin giriş kapısı, koyu Fars mavisi, açık Türk mavisi, beyaz, siyah, sarı, yeşil ve krem renginden oluşan çini mozaikten yapılmış yapının en göz alıcı çini dekorasyonunu sergiliyor. Kapıdan girdiğinizde ortada (50x67) havuz ve avluyu çepeçevre saran iki katlı revaklar var. Revaklardaki süslemeler, kapının süslemeleriyle aynı. Cami köşelerinde mermer vazolar var. Caminin dış girişinde bu vazolardan biri eksikmiş. Anlamı da camide her şey kusursuz olarak yapılmışken eksik vazo ile tek kusursuz Allahtır demek istenmiş.

İşte caminin içine giriyoruz. Süslemeleri bir yana akustik muhteşem. Sesi 32 kat artıyormuş.  Büyük bir kubbe ile örtülü caminin iç tarafı ana ibadet mekanı olarak kullanılırken, bu kubbe, göz alıcı mavi renkte süslemelere sahip. Mekana dolan ışık da caminin içine hoş bir şekilde yayılarak bu mavi süslemeleri daha da ön plana çıkarıyor. Zengin motif çeşitliliğiyle göz dolduran caminin çini süslemelerinde geometrik desenler, bitki motifleri, yazıların yanı sıra güzel hat örnekleri var. Ana ibadet mekanının mahfil kısmında bulunan minber ve mihrap mermerden yapılmış. Daha önce üzerine bilinçsizce yazılar yazılarak zarar verildiği için minber cam fanusla muhafaza altına alınmış.

Bizim ahali, safran ve firuze alış verişi için acele ederken, rehberlerimiz bizi serbest bırakıyor. Ben şah camine doyamadım. Camide kalmaya karar veriyorum. Doktor hanımda benimle kalıyor. Caminin diğer küçük kubbelerinden yansıyan ve duvarlarda dolaşan seslere kulak veriyorum. Bugün 1 Mayıs. Büyük kubbenin altına gidip 1 Mayıs marşını söylüyorum.

Benden sonra İranlı bir hanım kız kubbenin altına geliyor, segah bir şarkı söylüyor. O ne ses öyle. Belli eğitimli bir ses. Camide çıt çıkmıyor. Ses caminin içinde dolanıyor da dolanıyor, sonra girip kalbimize saplanıyor. Doktor hanım ağlıyor, herkes duygu yüklü. Daha sonra yaşlı bir kadın bastonu ile gelip “Ya Ali, ya Hüseyin” diye feryat ediyor.

Bu arada, power bankımı kaybediyorum. Müze görevlileri seferber oluyor, neyse ki  power bank sırt çantasından çıkıyor. İnsanlar o kadar ilgililer ki utanıyorum.

Doktor hanım ile birlikte camiden çıkamıyoruz. Fotoğraf çekmekten makine ısınıyor. Camiden çıkarken, kapının çıkışında granitten oyulmuş büyük bir kase var. Su soğutmak içinmiş. O devirde graniti bu kadar düzgün nasıl oydunuz ki?  Bizden başka camide kimse yok. Mesai çoktan bitmiş, kimse gelip bize bir şey söylemiyor. Görevlilerden geçe kaldığımız için özür diliyorum. “Olur mu? Siz bizim camimizi bu kadar beğenmişiniz, biz sizi bekleriz” diyorlar. Gel de bu İranlıları sevme.










   





Tekrar Nakş-Cihan meydanına çıkıyoruz. Akşamın karanlığında ışıklar yakılmış, havuzdaki fıskıyeler çalışıyor. Ahali piknik yapıyor, çocuklar uçurtma uçuruyor. Tam bir görsel şölen. Bir diğer ayrıntı, Şah Abbas zamanında çarşı Salı günleri sadece kadınlar için açık tutuluyormuş.














Ali Kapu sarayı önünde grupla buluşuyorum. Alışverişten dönenler heyecanlı heyecanlı konuşuyorlar. Biz tabi İran’da ki serbest havaya kendimiz kaptırıp, gün gün başımızdaki örtüleri geriye kaydırdığımız için İsfahan’a geldiğimizde tamamen baş açık gezmeye başladık. Bazı dükkanlarda esnaf göz teması kurmadan, tavanlara bakarak konuşmuş bizimkilerle. Bazı yerlerde de kadınlar eşarbı gösterip örtmelerini işaret etmiş, bizimkilerde biz turistiz demişler. E burası İran, olacak o kadar. 

Yürüyerek Atik Restorana gidiyoruz. Her birimize küçük tepsiler içinde tavuk budu geliyor. Yemekler nefis, canlı müzikte var. Daha ne olsun.

02 Mayıs 2024 Cuma

Bugün erkenden gene yollara düşüyoruz. Artık son durağımız Tahran’a doğru yola çıkıyoruz. Yolda giderken Kaşan’a uğrayacağız.

İsfahan’dan çıkıp, üç saatlik bir yolculuktan sonra Kaşan’a varıyoruz. Önce Fin bahçesine gideceğiz. Bugün Cuma, İran’da haftalık tatil günü. Tüm İran ahalisi arabalarıyla buraya piknik yapmaya geldiği için, bahçeye girersek, akşam trafiğinde Tahran’a dönmek sorun olacak. Bahçenin benzerlerini gördük nasıl olsa diyerek rotayı şehir merkezine çeviriyoruz.

Fin bahçesi, Nasreddin Şahın sadrazamı Emir Kebir’in (Mirza Taki diye de adlandırılır) sarayının olduğu yermiş. Emir Kebir aynı zamanda Nasreddin şahın kız kardeşi ile evliymiş. Emir Kebir, sadrazamlığı esnasında birçok reformlar yapmış, bu arada  saray kadınlarının hazineyi har vurup harman savurmasına karşı çıkarak, kadınların harcama yetkilerini kısıtlamış. Alın bu kadar ile idare edin diyerek hepsini maaşa bağlamış. Saray kadınları bundan hiç hoşlanmamışlar. Başta Nasreddin şahın annesi olmak üzere Çakırkeyif olduğu bir gece Nasreddin şaha bir ferman imzalatarak Emir Kebir’i azlettirmişler ve de aynı gün sarayına bir suikastçi yollamışlar.  Fin bahçesindeki hamamda yıkanırken bilekleri kesilmek suretiyle öldürülmüş.

Bugün müze olarak kullanılan tarihi Tabatabai evine gidiyoruz. Ev 1880 yılında, kaçar Hanedanı döneminde varlıklı halı tüccarı  Cafer Tabatabai tarafından, 19.yüzyılın ünlü mimarı Ali Meryem Kaşani’ye  yaptırılmış.

Ev büyük bir avlu etrafında çevrelenmiş binalardan oluşuyor. Avluda olmazsa olmaz havuz bulunuyor. Ana avludan başka üç tane daha avlu var.  İran mimarisinde sıklıkla kullanılan alçı sanatı, ayna, çini sanatı, duvar resmi, kabartmalar, mozaik, rölyef gibi özellikleri burada görmek mümkün. İran mimarisinde soğutma görevi gören rüzgar kulesi burada da var. Hatta kulenin içine girebiliyorsunuz. Bu kuleden üç tane var.

Evin odalarında sergiler, resim atölyeleri, dokuma tezgahları var. İkinci kata çıkmak bir mesele. Merdivenler hem dar hem de  yükseklikleri 40 cm. Güvenlik nedeniyle olduğunu düşünüyorum. Zengin evine bir baskın olduğunda üst kata öyle hurra diye girilemisin diye olmalı. Evin ana girişinden başka, erzak ve çalışanların girip çıktığı bir de arka kapısı var. Yaklaşık altı bin metrekare alan üzerinde oturan evin kapalı alanı dört bin metre kare olup  kırk odası varmış. Odalar birbiriyle bağlantılı.

Evin tüm pencereleri avlu ve revaklara açıldığından bütün pencereler vitraylarla kaplanmış ve pencerelerdeki vitraylarda halı motifleri var. Dışardan tek katlı görünen ev, avludan iki katlı görünüyor, Ayrıca, mutfak, hamam gibi bölümlerin olduğu bodrum katı var.

Biraz Kaşan dedikodusu yapalım. Efendim Tabatabailerin kızına bir başka halı tüccarının oğlu talip olmuş. Hanım kız baba evindeki rahatı ve debdebeyi  koca evinde bulamayacağını düşünerek delikanlıyı reddetmiş. Delikanlıda aynı mimara, en az gelinin baba evi kadar ihtişamlı bir ev yaptırmış. Aradan on sekiz yıl geçmiş. Hanım kızımız bugün Boroujerdi Evi diye gezilen eve gelin gelmiş. Bizim zengin kız fakir oğlan hikayesi buralarda yok hükmünde. İranlı hanım kızlar gerçekçi.






Kaşan yakınlarındaki Sailk Tepeleri, insanlığın en eski yerleşim yerlerindenmiş.  En önemlisi Mezopotamya’dakilerden bile eski olduğunu söylene ziggurat (basamaklı piramit şeklinde tapınak) varmış.

Çevrede bol miktarda  su kaynakları varmış. Aşkaniler ve Ahameniş devri gümüş sikkelerin varlığı bölgede büyük krallıkların geliştiğini gösteriyormuş. Ayrıca Hurremdeşt, Natanz ve Niaser tapınakların bulunması Kaşan'ın Sasaniler devrinde de büyümeye devam ettiğinin deliliymiş.. Kaşan kenti ismini MÖ 24. yüzyılda antik metin ve levhalarda adı geçen, Mezopotamya halklarından Kaşu kavminden almış.

Kaşan halıları ve gülleri ile ünlü bir şehir. Rehberimiz, Meşhed-i Erdahal’dan bahsediyor. Bu Kaşan yakınlarında ki Fin ilçesine bağlı Have Erdehal köyünde her yıl Ekim ayının ikinci Cuma günü yapılan halı “Halı Cuması” denen halı yıkama töreniymiş.

Köyden bir grup, İmamzade Sultan Ali İbn İmam Muhammed Bakır’ın türbesindeki halılardan birini rulo yaparak omuzlarına alır, türbe içinde ağıt söyleyip matem tuttuktan sonra halıyı  Finlilere teslim ederlermiş. Finliler de  halıyı türbenin yaklaşık birkaç yüz metre doğusundaki pınara götürürlermiş. Ellerinde uzun sopalar olan başka bir grup, “Hüseyin” diyerek, İmamzade’nin intikamını almayı simgeleyen sopaları sallayarak pınarın başına gelir, halıyı önce  tokaçlar sonrada bir güzel yıkarlarmış. İmamzade’nin gusül edilip yıkandığını simgeleyen bu törenden sonra halı tekrar türbeye getirilir  Erdahal Have halkına teslim edilirmiş. İmam Hüseyin’in 680 yılında Kerbela’da şehit edilmesinden bu yana süren bir yas bu. 

 Kaşan’ın gülleri ünlü demiştim. 27 hektar gül ekilen Kaşan’da her Nisan ayı “Gül Festivali” yapılıyormuş. Gül yağı ve gül suyu imalathanesine gidiyoruz. Gül yapraklarının geçtiği işlemleri görüyoruz. Sonrada gelsin gül yağından yapılan kremler, gelsin gül suyundan yapılan tonikler. Grubumuzda kadın sayısı çok olunca alış veriş hayli uzuyor.



Kaşan’ın ünlü, Ağa Bozorg Cami’ne gidiyoruz. Giderken evlerin kapısında ki iki farklı tokmak ilgimizi çekiyor. Soldaki tokmak evin beyi ya da eve gelen erkeklerin çaldığı bas sesli tokmak, diğeri de kadınların çaldığı daha küçük tiz sesli tokmak.

Caminin inşasına 1834 yılında Kaçar Hükümdarı Muhammed Şah döneminde başlanmış, Nasreddîn Şah döneminde (1848-1895) ise tamamlanmış. Mimar Ustad Haj Sa'ban-ali tarafından yaptırılmış. Burası sadece cami değil aynı zamanda medrese. Camiye girince hanımlar mine çiçekli çadorları giymeye başlıyorlar. Camide kimsenin olmadığını görünce çadorlar bırakılıp sadece başlar örtülüyor.

Caminin ahşap giriş kapısına  Kuran ayetlerinin sayısına eşit 6666 adet çivi çakılmış. Cami çukur bahçe tekniği ile yapılmış. Aşağıda bir avlu ve havuz, avlunun  etrafında da medrese odaları var. Girdiğimiz katın her iki tarafında revaklar var. Cami kısmında Yezd’de gördüğümüz Muharrem sandığının, kumaşla kaplanmış hali var.

Mukarnas süslemeleri , aperiodic tile kapı pencereleri, çinileri ile, hem çok süslü hem de diğer gördüğümüz camilere göre çok sade bir yapı.







Otobüse biniyor, Tahran’a doğru devam ediyoruz. Ronak diye bir komplekste çay molası veriyoruz. Restoran ve kafelerin olduğu bir yer. Aileler gelmiş, Cuma tatilini değerlendiriyorlar.

Tahran’a yaklaşırken, etraf yeşillenmeye başlıyor. Kum şehrinde kurabiye tatlı almak üzere bir mağazanın önünde duruyoruz. Aman tanrım, etraf bir anda o İran’ın bildiğimiz görüntüsüyle çevrelendi. Kara çadorlu, sadece gözleri görünen  kadınlar doluştu mağazaya. Kum, dünyada İran İslam Devrimi'nin temellerinin atıldığı ve başladığı kent olarak ünlenmiş, Mollalar Şehri veya Ayetullahlar Kenti olarak da biliniyormuş. İslam devriminin başladığı 1979’dan bu yana burada her şey aynı kalmış. Aynı tutuculuk bir milim kıpırdamadan devam ediyor.

Kum Kentinde çok güzel viyadükler dikkatimizi çekiyor. Şehir ulaşımına büyük kolaylık sağlayacak hızlı tren projesi için yapılan bu viyadükler, şu anda bir inşaat mezarlığı. Mollalar hızlı tren şeytan işidir diye fetva vermiş ve onca para sokağa atılmış.



İran’da eğitim 7 yaşında başlıyormuş, beş yıl ilkokul, üç yıl ortaokul, dört yıl lise olarak devam ediyormuş. Molla olmak için liseden sonra yedi ila sekiz yıl eğitim gerekiyormuş. Devlet okullarında dini eğitim ağırlıklı olduğu için, aileler çocuklarını özel okullarda okutmaya çalışıyormuş. Yabancı dil ağırlıklı okulları bitirdikten sonra üniversite için yurt dışına gitmek istiyorlarmış. Aynı biz.

Tahran’a yaklaşıyoruz. Muazzam bir türbe önünden geçiyoruz. Humeyni’nin mezarıymış. İzmir İzmir Tur’un sahibi Bülent Bey’i havaalanına bırakıyoruz. İşleri nedeniyle dönmesi gerekiyormuş. Biz Tahran’a doğru devam ediyoruz. Trafik başlıyor. Tahran dünyanın 34.büyük şehriymiş. Nüfusu 15 milyon olup, gündüzleri nüfusu 17-18 milyona çıkıyormuş. Nüfusun sekiz, dokuz milyonu Türkmüş. Çarşı ve AVM’lerde çoğunluk Tebrizli Türklermiş.

Hava çok güzel. Tahran’da iki farklı iklimi görebilirmişsiniz. Hazar kıyıları serin ve yeşillikler içindeyken, güney tarafı kurak ve soğuk oluyormuş.

Aramis Hotel’e yerleşiyoruz. Oda o kadar büyük ki içinde at koştur. Yemeği de otelin restoranında yiyoruz. Yemekten sonra etrafı geziyoruz. Sokaktaki duvarlarda ki graffiti sanatının en güzel örneklerini görüyoruz.

Bu arada güzel haber, Tebriz'in futbol takımı Traktor şampiyon olmuş. Allaaah Tebriz'de olmak vardı.

 

03 Mayıs 2025 Cumartesi

Bugün Tahran’ı gezeceğiz. Tahran, Eskiden başkent Rey'in yakınlarında küçük bir köymüş. Rey'in 1220'de Moğollar tarafından yıkılmasından sonra kent halkının büyük bölümü Tahran'a göç etmiş ve Tahran kent olarak gelişmeye başlamış. Günümüzde Rey'in kalıntıları Tahran'ın güneyinde görülebilirmiş.

Kaçar Hanedanı'nı (1779-1925) kuran Ağa Muhammed Han, 1785'te ele geçirdiği Tahran'ı 1788'de başkent ilan etmiş. Bu tarihten sonra hızla gelişen kent günümüze değin İran'ın başkenti olarak kalmış. Kaçar Hanedanı'nın 1925'te devrilmesinden sonra tahta çıkan Şah Rıza Pehlevi'nin (hükümdarlığı 1924-1941) hükümdarlığı sırasında büyük ölçüde genişlemiş. II. Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında Tahran Konferansı olarak geçen toplantı bu şehirde yapılmış. Muhammed Rıza Pehlevi'nin hükümdarlığı sırasında (1941-79), petrol sanayisindeki gelişmenin de etkisiyle kent hızla modernleşmiş. Zaten İran’da ki tüm yenilikler, eski yapıların yeniden ayağa kaldırılması Rıza Pehlevi döneminde olmuş.

Bu günlerde seyrettiğimiz “Cumhuriyet Şarkısı” filminde gördüğümüz üzere Atatürk ile Rıza Şah arasında “birbirlerine “Kardeşim” diyecek kadar yakın dostluk varmış. İlk Türk operası “Özsoy” Rıza şah şerefine bestelenip sahneye konmuş.

Sabahleyin ilk durağımız Azadi Meydanı(Özgürlük Meydanı). Eskiden Şehyad Meydanı olan bu yer İran İslam Devrimi’nden sonra Azadi Meydani olarak adlanmış. Meydan elli bin metre kare alanı ile İsfahan’da ki Nakş-ı Cihan meydanından sonraki en büyük meydanıymış. Meydan Şah Muhammed Rıza Pehlevi döneminde Tarihi Pers İmparatorluğu’nun 2500. yılı anısına 1971 yılında inşa edilmiş Hüseyin Emanet  adlı mimara yaptırılmış.

Meydandaki kulenin yüksekliği ise 48 metreymiş.. Kulede İslam öncesi ve İslam sonrası İran mimari ögeleri kullanılmış. Azadi Meydanı ve Azadi Kulesi, Tahran’ın simgelerinden biri.




Meydanın başında selfi çeken adam heykeli var. Hepimiz telefonlarımızla, heykelin yanında selfi pozu veriyoruz. Çimenlerin üzerinde küçük bir uçak sergileniyor. Son İran şahı Muhammed Pehlevi (aynı adı taşımalarına rağmen babasına Rıza Şah oğluna Muhammed Şah diyorlar), ordu mensubu olup, aynı zamanda pilotmuş. Kendi kullandığı uçakla Azadi anıtının altından geçmiş. O günden bu yana da bunu deneyen başka biri çıkmamış. Uçağın benzeri o günün anısına orada sergileniyormuş. İran halkı, yiğidi öldürse de hakkını veriyor.











Otobüsle giderken Tahran Üniversitesi ve Tahran tiyatrosunun önünden geçiyoruz. Tiiyatroda kadınlar da rol alıyorlarmış.

Çocukluğumda, evimize  “Hayat Mecmuası” alınırdı. O derginin her sayısında muhakkak İran ile ilgili haberler olurdu. Dergiden çok iyi tanıdığım Gülistan Sarayına gidiyoruz. Bizi devasa bir avlu karşılıyor. Avluda da büyük bir havuz

Gülistan Sarayı, Tahran surlarının sınırları içerisinde Kaçar Hanedanı dönemine ait bir saray. Sarayın inşasına Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında başlanmış ve zamanında İran Türk hanedanı Kaçar Hanedanı'nın şahlarının ikametgâhı olarak kullanılmış.

Pehlevi Hanedanı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin konuk evi olarak kullanılan bu saray, günümüzde  müze olarak kullanılmaktaymış. Şah ve ailesi Sadabad sarayı'nda ikamet etmişler.

İlk olarak mermer tahtın olduğu terasa gidiyoruz.  Burada bir de mezar taşı var. Nasreddin Şah kendi için bir mezar taşı yaptırmış, sonrada mermerden yapılan taşı beğenmemiş, yapana çok cüzi bir para vererek onu aşağılamış. Bugün ise bu taş mermer tahtın yanında sergileniyor.

Nasreddin Şah çok ilginç adammış, saraya çıkan merdivenlerin altına Ağa Muhammed Şah’ın kemiklerini gömdürmüş, her gün onun kemiklerinin üzerinden geçerek tahtına kurulmaktan zevk alırmış. Rıza Pehlevi kemikleri çıkarttırarak başka bir yere gömdürmüş.





Selam salonuna çıkan merdivenlerin başında ayaklarımıza galoş giyiyoruz. Selam Salonunda Nasreddin Şah’ın balmumu heykeli, Tavus Tahtı’nın replikasında oturmuş bize bakıyor.

Aynalı Salon, büyük resepsiyonların verildiği, tören salonu. Hem Rıza Şah, hem de Muhammed Şah’ın taç giyme törenleri, Muhammed Şah’ın düğün töreni, eşi Farah’ın, Şahbanu ilan edilmesi bu salonda olmuş.







Fildişi salonu geziyoruz. Aynanın iki aynında kocaman fildişleri dekor olarak kullanılmış. Burası sarayın ziyafet salonuymuş. Yerdeki koca salonu kaplamış. İran şahlarına dünyanın çeşitli ülkelerinde gönderilmiş porselen takımların sergilendiği salondan geçiyoruz.





Parlak Salona giriyoruz. Parlak Salon hakikaten parıl parıl parlıyor. Kırık aynalarla kaplanmış tavan ve duvarlardaki emek gözlerimiz kamaştırıyor. Beş yılda yapılmış.











Saraydan dışarıya çıkıyoruz. Karşıdaki revakların  bittiği yerde, ortada saat kulesi ve saat kulasinin iki tarafında simetrik çok katlı yapı  var. Muhammed Şah döneminde devlet içinde devlet olduğu söylenen şahın kız kardeşi Eşref’in sarayıymış. Saat Kulesindeki saat İngiltere’de özel yapılmış.


  

                     
 Gülistan sarayı aslında bir saray kompleksi.  “Elmas Sarayı”,  “Abyaz Sarayı” gibi çeşitli binalar var. Hepsi ayrı ayrı biletle girilen müzeler. Abyaz Sarayı (Beyaz saray)  Etnografya müzesi olarak hizmet görüyormuş. Bizim Abdülhamit tarafından hediye edilmiş parçalarda sergilenmekteymiş.

Şimdi sıra geldi Iran Bastan Müzesi ( İran Ulusal Müzesi) ni gezmeye. İran Ulusal Müzesi’nin mimarı da Fransız mimar André Godard’mış. Müze 4800 metre kare alan üzerine inşa edilmiş.

Alt paleolitik dönemden, Sasani dönemi sonuna kadar (MS 651) İran tarihini takip edebiliyorsun. Müzedeki eserler tee taş devrinden başlıyor. İran tarihini anlamadan kendi tarihimizi anlamak pek mümkün değil. Nasıl iç içe geçmişiz, kültür alış verişinin alasını yapmışız. Kibele de var, keramiklerde var. Yunan mitolojisinden Zeus heykeli de var, altın sikkelerde var. Yerleşik düzene geçmeleri, geçirdikleri tarihsel süreç bize o kadar benziyor ki.

 






Ulusal müzede gezinin  özetini yaşıyorsun. Çok çok beğendim. Müzeden sonra, grubun yarısının uçağı akşamüstü. Ya grup hep beraber alana gidip, geri kalanlar Humeyni’nin mezarını ziyaret edecek, ya da bugün yolcu olacaklar başka bir araç ile alana gidip, geri kalanlar Tahran çarşı ile Tuğrul Bey Kulesi’ne gidecekler. Humeyni’nin mezarı kimse tarafından kabul görmüyor, ikinci alternatif de karar kılınıyor.

Yol boyunca sarı taksilerin yanı sıra yeşil taksiler dikkatimi çekiyor. Yeşil taksiler sadece kadınlar içinmiş ve de şoförleri de çoğunlukla kadınmış. Motosiklet kullanan kızları da görmek mümkün. Şalları boyunlarında, trafikte gayet güzel gidiyorlar.

Grubun Tahran’da kalan kısmı, Gülistan Sarayı karşısında ki Tahran Çarşısı’na gidiyoruz. Çarşının içine girince sizi modern bir AVM karşılıyor. En üst kata çıkıp, geze geze aşağıya ineyim, en üst kata çıkmışken bir şeyler yerim diye düşünüyorum. Çarşının en üst katı kuyumculara ayrılmış. Birkaç vitrine bakıyorum. Benim zevkime hitap eden tasarımlar değil.

En alt kata inip, dışarı çıkıyorum. Dışarda çarşının hası var. Sebze meyve satanlar, yemişçiler ile tam bir çarşı. Meyve ve sebzenin bolluğuna hayret ediyorum. Cihan çay alacaktım. Birkaç yere soruyorum. Ben birşey arayınca bulunmaz oluyor nedense. Dükkanın birinde elime farsça yazılı bir not veriyorlar. çayı nulabileceğim dükkanın adını yazmışlar. Kağıdı göstere göstere mağazayı buluyorum. Cihan Şah kutusunu yüksekten bir yerden indiriyorlar. Çok pahalı bir çaymış. Olsun hiç birşey almadım, bunu alacağım. Geldiğimiz gün aldığım kredi kartındaki nakitin çoğu duruyor. Bizim paramız ile 250 TL’ymiş. Satıcı bu markayı herkes bilmez diyor. Tebriz çarşısında içtim, çok beğendim diyorum. Çuvallardaki dökme çaylardan birinden küçük bir poşet hazırlayıp hediye olarak veriyorlar. Ah İran, misafirperverliğin her yerde aynı. Mutlu bir şekilde dükkandan ayrılıp, grubu buluyorum.






Tekrar otobüse binerek Tuğrul Bey Kulesi’ne gidiyoruz. Tahran'ın güneyindeki Rey şehrinde bulunan, 12. yüzyılda Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde yapılmış bir anıt mezarmış.

1063 tarihinde vefat eden Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk sultanı Tuğrul Bey'in mezarı buradaymış. Kapının üzerindeki dikdörtgen kısma gömüldüğü tahmin ediliyormuş.  Tuğladan yapılmış kulenin yüksekliği 20 metre, duvarların kalınlıkları ise  1.75 metre ve 2.75 metre arasındaymış. Dıştan görünen şekli 24 açılı bir çokgen(poligon). Kule aynı zamanda güneş saati olarak kullanılmış.  Bu çokgenin her bir köşesi onar dakikalık zaman aralığını gösteriyormuş. Yılda iki kere, kulenin içinden bakıldığında ay görünüyormuş. İpek yolu üzerinde olan kulenin içinde ateş yakılarak kervanlara yol gösterildiği de söyleniyor. Bu çok işlevli kule büyük depremi ufak tefek çatlaklar ile atlatmış.

Kulenin tavanı yok, kulenin ortasına gelindiğinde çok güzel eko yapıyor. Kulenin ekosunu “İzmir’in Dağları’nda Çiçekler Açar” marşını söyleyerek test ediyoruz. Kulenin bekçisi çok sempatik bir İranlı. Bize Hafız’dan şiirler okuyor. Türkçe sadece Selam ve Aslan kelimelerini öğrenebilmiş. Biz de ona “Ben sizi seviyorum” demeyi öğretiyoruz.





Gezinin sonuna geliyoruz. Grubun geri kalanı ile havaalanına gidiyoruz. Ankara’ya gidecek biz dört hanım, herkesi yolcu ediyoruz. Gruptan ayrılırken akrabalarımızdan ayrılıyormuşçasına üzülüyoruz. Sima hanım durup durup sarılıyor. “Simin’im benim” deyip duruyor. Allah için gezi çok güzel geçti. Herkes çok ilgili ve uyumluydu. Gerek İzmir İzmir Tur’un sahibi Bülent Bey, gerekse de İran’da ki grup Simin hanım ve Cevat Bey şahaneydiler. Grubu yolcu ettikten sonra Cevat Bey bizleri havaalanının karşısındaki Airport Otel’e bırakıp alana dönüyor. Şiraz’a uçacak başka bir grubu karşılayacakmış.

Bizler otelde odalarımıza yerleşip, benim oda arkadaşım Hatice Hanım, onun okul arkadaşı Behima hanım ve kızı Petek aşağıdaki restorana akşam yemeğine iniyoruz.  Şerbetle hamburger yiyoruz. Tam İran işi oldu diye eğleniyoruz. Gezinin dedikodusunu yapıyoruz. Hepimiz memnunuz, bu grup ile aya bile gidilir diye espri yapıyoruz.

Gece tam yattığımızda bir gümbürtü kopuyor. Aha da İran'ı bombaladılar, neyse göreceğimi gördüm nasılsa diye düşünüyorum. Kriz anlarında insan saçmalıyor işte. Meğer gök gürültüsüymüş, ardından sıkı bir sağanak yağış başlıyor. Tanrı İran'ı korusun, bu güzel ülkeye acısın.

04 Mayıs 2025 Pazar

Sabahleyin çok erken kalkıyoruz İran saati ile 8:00 da Ankara’ya uçacağız. Cevat Bey üç saat önceden alanda olun diye dünden tembih etmişti. Onlar Sima ile birlikte dün akşam Şiraz’a uçtular. Biz dört hanım otelin sağladığı transfer ile alana gidiyoruz. Güvenlik kontrollerinden geçiyoruz. Hanımlar için yapılan üst aramada bir güzel gene elleniyoruz. Neyse kural kuraldır deyip pasaport kuyruğuna giriyoruz. Hatice Hanım, Behima Hanım ve kızı Petek geçiyorlar, sıra bana geliyor. O da ne? Benim biniş kartı üzerine Farsça bir şeyler yazılıp pasaport polisine gönderiliyorum

Pasaport polisinde, pasaportumu alıyorlar, kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar, benim pasaport elden ele geziyor, İngilizce ya da Türkçe bilmiyorlar. Ben de Farsça anlamıyorum. Aradan biraz geçtikten sonra Azeri Türkçesi ile konuşan biri geliyor. Benim İran’a girişim sistemde görünmüyormuş. Amerika falan İran damgasına sıcak bakmadığı için pasaportlarımıza damga vurmadılar, iyi güzelde sistemde görünmemem benim kabahatim mi?  Allahtan Van’dan çıkarken benim canım polisim çıkış damgası vurmuş. Türkiye’den çıkmışım ama İran’a girişim yok. E ben on gündür İran’da gezip tozuyorum, otellerde kalıyorum, uçağa bindim, kimse bir şey demedi, tam ülkenizden çıkacağım şimdi mi aklınıza geldi? “Grupmusunuz? diyor. “Evet” deyince, gruptan başka birinin pasaportunu getir diyorlar. Diğer tarafa doğru gidiyorum, gözlerim  bizimkileri arıyor. Diğer tarafa geçemiyorum ki, onlar orada ben burada. Neyse Hatice Hanımı görüyor ve pasaportunu istiyorum. Sağ olsun hemen veriyor. Pasaportu polise veriyorum. Birazda yeni pasaport elden ele geziyor. Sonrada onunkini geri veriyorlar. Bana bir şey diyen yok. Pasaportu masanın üzerine koyup, kendi işlerine bakıyorlar. Bana da bekle diyorlar iyi mi? Tam bir buçuk saat bankonun önünde bekliyorum. Ağlamamı mı beklediler, yalvarmamı istediler, dertleri ne anlamadım. Uçağın kalkış saati yaklaşıyor. “Tamam” dedim, uçak kalkar sonra da Türk Elçiliğini ararım. Alsınlar beni ne yaparlarsa yapsınlar.

Tam ben bunları düşünürken Behima hanım, polisin olduğu odaya dalıyor. El kol hareketleri ile Türkçe “Neden bırakmıyorsunuz arkadaşımızı?” diye bağırıyor. Arkasından Petek, onunda arkasında Hatice Hanım dalıyor. Ablalarım, resmen polisin ofisi basıyor. Herkes bize bakıyor. Ben bankonun diğer yanından bağrınıyorum. Polis yerinden kalkıyor, nihayet benim pasaportu eline alıyor ve pasaportun resimli ve Türkiye çıkışının olduğu sayfalarının fotokopisini çekiyor. Beni diğer kapıdan içeri alıyor. Pasaport ile biniş kartını veriyor. Hadi gidin diye hepimizi kovalıyor.

“Al Sana İran”, “Al Sana İran” diye söyleniyorum. Tüm güzel anıları yerle bir ettiniz. Bizim hanımların odaya dalması mı, uçuş saatinin yaklaşması mı ellerinden kurtulmama neden oldu bilmiyorum. Uçağın kapısına vardığımızda bir de fırça yiyoruz. Neden geç kalmışız, otobüs bizi bekliyormuş. “Onu polisinize sorun” diyorum.

İnsan nedir sorusuna Sadi Şirazi ne güzel cevap vermiş.  "Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe" (Bir damla kan ve yüz binlerce endişe). Endişe dolu o bir buçuk saatten sonra yolculuk boyunca olayın etkisini üzerimden atamıyorum. Ankara’ya gelene kadar “Al sana İran” diyorum.” Al sana İran”.

İran’a girişim yok, çıkışım da yapılmadı. Ben Kapıköy sınır kapısından Tahran Havaalanına nasıl geldim o da onların sorunu.

FERYAL BEKDİK

MAYIS 2025- ANKARA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 





Yorumlar

  1. Feryalcim, teşekkürler bütün bir İran tarihini tanidim.

    YanıtlaSil
  2. Sizinle yoldaşlık edip sonrasında böyle güzel bir anlatımla tekrarını yaşamak paha biçilemez oldu emeğinize kaleminize yüreğinize sağlık Feryal hanım

    YanıtlaSil
  3. Günhur Başıbüyük ben. Şahane toparlamışsınız Feryal Hanım. Çok teşekkürler. Çıkıştaki tatsızlık da olmasa çok iyiymiş. El Gölü’nde büyük kaselerde komposto gibi şeyler gördük. Sonra başka yerlerde de karşımıza çıktı. Tatlı turşuymuş. Farsçasını öğrenemedim, bize şirin turşu dediler.
    Ruhum henüz dönemedi, oradayım. Ben de Allah bu güzel Ülke’yi korusun diye dua ettim.

    YanıtlaSil
  4. Yüreğine kalemine sağlık ablacım. Serap Aytaç Güneş

    YanıtlaSil
  5. Feryal hanimcigim kaleminize sağlık.İran yolculuğunda sizi tanımak harikaydı.Yazdiklarinizla İran yolculuğunu tekrar yaşamak ise paha biçilmez oldu.Tesekkurler.
    Nalan CEBE

    YanıtlaSil
  6. Hatice Nalan Cebe24 Mayıs 2025 22:01

    Feryal hanimcigim yüreğinize, kaleminize sağlık.İran gezisinde sizi tanımak ve bu deneyimi birlikte yaşamak çok güzeldi.Yaziniz sayesinde İran 'ı baştan sona tekrar gezmek paha biçilemez bir an yaşattı.Tesekkurler.

    YanıtlaSil
  7. Muhteşem bir yazı. Gezerken atladigim noktaları yeniden gördüm. Fotoğrafların arasında kendimi görmek de güzel bir sürpriz oldu. Teşekkürler.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KASTAMONU THBT AĞA GEZİSİ

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024