AL SANA İRAN
AL
SANA İRAN
İRAN
GEZİ NOTLARI (24NİSAN-04 MAYIS 2025)
Hep İran’ı görmek istemiş, bir türlü denk getirememiştim.
Üyesi olduğum WhatsApp grubunda İran ile ilgili gezi programı yayınlandı.
Program ve fiyat ilgimi çekti. Yanıma yol arkadaşı aradım. Aradığım arkadaşlar,
ya İran’ı daha önce görmüşler, ya da İran’a gitmem, başımı örtemem diye cevap
vermişlerdi. WhatsApp grubundan bir arkadaş ile oda arkadaşı olmak üzere
anlaşmıştım ki, kapora yatırmasına rağmen arkadaş, Amerika İran’ı bombalar
korkusuyla caymıştı. Tur firmasını aradım. İzmir İzmir tur’un sahibi Bülent
Bey, merak etmeyin, oda arkadaşı bekleyen bir hanım katılımcı var, birlikte kalırsınız
deyince paranın geri kalanını yatırdım ve gidiş tarihini beklemeye başladım.
Bu arada İran’da ne giyilir, ne yapılır diye kara kara
düşünüyorum. Afganistan’da giydiklerimi gözden geçiriyorum. İran’da rehberimiz
olacak hanımdan sesli mesajlar geliyor. “İstanbul’da nasıl giyiniyorsanız
burada da öyle” diyor. İyi de İstanbul’un Kadıköylüsü gibi mi, yoksa Sultanbeylisi
gibi mi giyimden söz ediyor? Neyse birkaç tunik, eşarp atıyorum bavula. Bu arada sağdan soldan eleştiriler geliyor.
Yok efendim İran gibi zorlu bir parkura
daha bilinen bir turla katılmak gerekirmiş, ortalık bu kadar karışıkken İran’a
gitmek de neymiş? İzmir İzmir Tur'u arıyorum, katılımcı sayısı yirmi
beşi bulmuş, İzmir İzmir Tur’un sahibi Bülent Bey’in kendisi de turada katılacakmış. Neyse ben kararımı verdim. Bu tura katılacağım. Zaten Seyahat özünde serüven değil mi?
24
Nisan 2025 Perşembe
Sabah erkenden Ankara Esenboğa Havaalanına gidiyorum.7:25
uçağı ile Van’a uçuyor, 9:00 da grupla buluşuyorum. Antalya’dan gelen var,
İzmir’den gelen var, Bursa'dan gelen var, İstanbul’dan gelen var, Ankara’dan bile dört kişi
katılmışız.
İki ayrı minibüs ile Van’da kahvaltı yapmak üzere yola
çıkıyoruz. Van çarşısı içinde ara sokakta Damak Kahvaltı salonunda
toplanıyoruz. Hava çok güzel. İçeri girmek canım istemiyor. Ben henüz
tanışmadığım iki hanım ile dışarda kaldırımda ki masa da kahvaltı etmeyi tercih
ediyorum.
Meşhur Van kahvaltısı ile karnımızı doyuruyoruz. Tabakların
biri geliyor biri gidiyor, balı ile kaymağı ile, çeşit çeşit peyniri, menemeni
osu busu ile kahvaltı tam bir şölen. Herkesin yüzü gülüyor. Neyse ki kahvaltı
beğeniliyor. Bir gün önce burayı ben önermiş, gezi için oluşturulan Whats App
grubunda tanımadığım bir hanımdan fırça
yemiştim. Tam gezi öncesi, beni manüplasyon ile suçlayan, üçün beşin hesabını
yapacak olan geziyi gelmesin diye bana ayar veren bir yazı ile epey canım
sıkılmıştı. Cevap vermemiştim. Nasıl olsa gezi boyunca birlikte olacağız, bir
kenara çeker, konuşurum diye düşünmüştüm.
Kahvaltıdan sonra serbest zaman veriliyor. Ben Van Kent Meydanına gidiyorum. Fotoğraf
çekerken, taburede oturan esnaf ”Bizi de çek” diyor. Ben de çekiyorum. Birlikte
de poz veriyoruz. Çay ikram ediyorlar. Askılı bluzlu kızları gösteriyorlar.
Bunlar İranlı diyorlar. Onlar Van’da
askılı geziyor da bakalım biz İran’da nasıl gezeceğiz?
Esnaf çok dertli. Siftah yapmadan eve gittiğimiz oluyor
diyorlar, Belediye başkanları azledildiği için çok kızgınlar. Bu kadar hoş beş
yeter deyip, Ulu Camiye gitmek için izin istiyorum.
Ulucami daha önceleri yıkıldığı ve de kitabesi bulunamadığı için tam olarak ne zaman ve kim tarafından yapıldığı net değil. Selçuklu dönemi izlerini taşıdığı için Selçuklu cami olduğu düşünülmekteymiş. Kimine göre 600 kimine göre de 900 yıllık bir cami. İçi ferah ve cemaat fotoğraf çekmemi yadırgamıyor. Hatta “Üst kata çık oradan daha da güzel çekersin” diye yardımcı bile oluyorlar.
Tekrar minibüslere binerek Van sınır kapısına doğru yol alıyoruz. Van’da Türkiye’nin 81 vilayetine ait plakaya rastlamak mümkün. Tek tük Van plakalı araca rastlıyoruz. Erçek gölünün kıyısından geçiyoruz. Erçek gölü İçerisinde yüzlerce kanatlı hayvan ve kuş türünü barındırmakta ve Önemli Kuş alanı statüsündeymiş. Türkiye de bulunan 453 kuş türünün yarısı Erçek Gölü Havzasında varlığını sürdürmekteymiş.
Özalp ve Saray ilçelerinden geçerek 13:30 da Kapıköy sınır kapısına varıyoruz. Arabalardan iniyor, valizlerimiz ile birlikte yayan olarak Türkiye sınırını geride bırakıyoruz. Başlar örtülüyor, epey yürüdükten sonra, İran sınır kapısına dayanıyoruz. Razi sınır kapısında pasaport kontrolünden geçiyoruz. Bizi Raha Safar Turun sahibi, Cevat Bey, rehberimiz Sima hanım karşılıyor. İkisi de takım elbiseli. Cevat Bey kravat, Sima hanım ise kıyafeti ile uyumlu başını yarım örten bir şal takmış. Bizler için hoş geldin paketi hazırlamışlar. İçinde İran’ın meşhur kuru yemişlerinin olduğu şık bir kutu ve bir adet kırmızı gül. Nasıl enerji dolu, sempatik ve samimiler. Hepimiz bu karşılamadan hoşnut kalıyoruz.
Tekrar minibüslere biniyoruz. Saatlerimizi yarım saat ileri alarak İran saatine göre ayarlıyoruz. İran saati ile 15:30 da
yola çıkıyoruz. Yarım saat yol gittikten sonra, minibüsleri terk ederek otobüse
biniyoruz. Rehberimiz Sima mikrofonu alarak, İran hakkında kısa bilgiler
vermeye başlıyor. İran’ın yanlış tanıtıldığını, İran’ı gezerken rahat
olacağımızı, giyim ve örtünme konusunda endişeye mahal olmadığını söylüyor.
Sanırım Mahsa Amani’nin 2022’de ki ölümünden sonra örtünme işi gevşemiş. Ahlak polisleri geri çekilmiş.
İran’da petrol çok ucuz. Güney bölgesinde bahçeye ağaç dikmek
için kazsan petrol çıkıyormuş. Hal böyle olunca bir otobüsün yakıt deposu
80.000 Tümene yani bizim paramız ile 40 TL’ye doluyormuş.
İran’da 31 eyalet varmış. Yüzölçümü 1.650.000 km kare, yani bizim
iki katımızdan fazla. Nüfusu ise doksan milyona yakınmış. İran’ın kuzeyinde
Elbruz dağları, güneyinde Zagros dağları uzanıyormuş. Şehirler ve yaşam bu
dağların eteklerinde olup, ülkenin orta kısmı çölmüş ve iklimde hayli sıcakmış. İran şekil olarak oturan bir kediye benziyormuş. Resmi
dili Farsça olmakla birlikte özellikle Tebriz’de Türkçe anlaşmak mümkünmüş.
Rehberimiz Sima hanımın çok hoş Türkçesi var. Babası Türk
annesi İranlıymış ve İran’da doğup büyümüş. Kadınlar artık her alanda
çalışabiliyorlarmış, okullarda öğrencilerin kız erkek oranı da yarı yarıyaymış. Asgari
ücret ise çok düşükmüş, 17.000 Tümenden (8.500TL) başlıyormuş. Evli olma ve çocuk
sayısına göre bu rakam değişiyormuş. Asgari ücret yetmediği için insanlar
ikinci bir işte çalışmak zorunda kalıyormuş. Gençler artık, çok geç evleniyor,
çoğunlukla da tek çocuk yapıyorlarmış.
Bugün sekizinci İmam Ali-el-Rıza’nın ölüm yıldönümüymüş.
Resmi tatil olduğu için her yer kapalıymış. Yılda 54 gün tatilleri varmış. En
büyük tatilleri de yılbaşlarında oluyormuş. Onların yılbaşı 21 Martta
başlıyormuş. Biz güneş takvimine göre hareket ederken onlar ay takvimine göre
hareket ediyorlarmış. Öyle olunca İran şu anda 1404 yılında. Bizim nevruz diye
bildiğimiz tatilleri on beş gün sürüyormuş. İran ay takviminde 120 yılda bir artık yıl varmış.
Nevruz gününde yedi sin sofrası kuruluyormuş. Sofra üzerine
Kuran ve Hafız-ı Şirazi’nin divanı konuyormuş. Hatıra para, renkli yumurtalar
ile süsleniyormuş. Sofraya ayrıca Ş harfiyle başlayan yedi yiyecek konuyormuş.
Molla rejiminden sonra şarap günah olduğu için Ş harfi yerine S harfiyle başlayan
yedi yiyecek konur olmuş. Şarap yerine de sirke konuyormuş. İyi mi?
Urmiye gölünden geçiyoruz. Urmiye gölü, İran'ın en büyük gölü
olmasının yanı sıra aynı zamanda da
Dünya'nın en büyük ikinci tuz gölüymüş.(Birincisi Bolivya’da
bulunan Salar de Uyuni). Kapalı havzalı bir göl olan Urmiye gölü de iklim
değişikliğinden nasibini almış ve kurumaya başlamış.
Tebriz görünmeye başlıyor. Tebriz altın işleme konusunda o
kadar ileriymiş ki UNESCO kültürel varlıkları koruma faslında onay
beklemekteymiş. Saat 20:00 sularında Tebriz’de yemek yemek üzere otobüsten
iniyoruz. Sima hanım bana gülümseyerek yaklaşıyor.” Siz , bizim çok sevilen
edebiyatçımız Simin Daneşvar’a çok benziyorsunuz, size Simin diyebilirmiyim?”
diyor. Sonra da telefonundan Simin’in resmini gösteriyor.
Muzafferi’ye Restoran’da önümüze 3.00 metre boyunda tahta
üzerinde, pide üzeri kebap geliyor. Tebriz zaten köftesi ile de ünlüymüş.
Yemekten sonra, Tebriz’in elit semti Zaferyan mahallesinde ki
Tebriz Oteli’ne yerleşiyoruz. Oda arkadaşım Hatice hanım ile tanışıyorum. O da
Ankara’dan gelmiş. Emekli öğretmenmiş. Hemen kaynaşıyoruz.
25 Nisan
2025 Cuma
Herkes para konusunu merak ediyor. İran uluslararası para
sisteminde olamadığı için bizim kredi kartları geçmiyor. Euro, Dolar hatta
Türk Lirası ile alış veriş yapılabilirmişiz. Cevat Bey hepimizin telefonlarına
İran’ın sim kartlarından takıyor. Sim kartlar şirketten. İran’da paradan sıfır
atılmadığı için bir tomar para ile gezmek gerekiyormuş. Onun için isteyenlere 50
dolar karşılığı 3.750.000 Tümen yüklenmiş (TL karşılığı 1.875) kredi kartları
dağıtıyor. Burada iki türlü para var biri tümen 10.000 tümen deyince üç sıfır
atıp ikiye bölüyorsunuz, yani on bin tümen 5 TL’ye geliyor. Pratikte de
konuşurken üç sıfırı atarak fiyat veriyorlar.
Bir diğer para da İran riyali, onda da yedi sıfır, bini söylemezsen dört sıfır atıp ikiye bölüyorsun.
Neyse alışacağız artık.
Hava sabah kalktığımızda yağmurluydu. Otobüse binerken pırıl pırıl güneş var. Sima hanım, “Tebriz’in havasına, karısına, suyuna güven olmaz” derler diyor. Aaaa bizim İzmir’de de buna benzer bir laf var.
İlk durağımız Makberet'üş-Şuara (Şairler Kabristanı).Burası
İranli 440 şairin gömüldüğü ünlü mezarlık. Mezarlık aslında büyük bir türbe.
Türbenin üzerinde iç içe geçmiş kitapları andıran Şairler anıtı görülüyor. Anıtın
yapımına 1970’lerde başlanmış, yüzde altmışı tamamlanmışken İran İslam Devrimi olmuş ve yapımı durmuş.
Aradan yirmi yıl geçtikten sonra anıt tamamlanmış. Bugün Pers kültür ve edebiyatının ışığını yansıtan bir
anıt olarak duruyor.
Türbeye girdiğinizde şairlerin resimleri ile bezenmiş bir
müze buluyorsunuz. Müzenin ortasında da cam korumaya alınmış bir mezar var.
Burada İran’ın ünlü şairi şiirlerinde kullandığı Şehriyar mahlası
ile tanınan İran Azerisi, Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi (1906-1988) yatmaktaymış.
Mezar gömüye kapalı olmasına rağmen, Şehriyar özel izinle buraya gömülmüş.
Cenazesine binlerce insan katılmış. Müzenin görevlisi, bize Şehriyar’ın
şiirlerinden dizeler okuyor, o sırada müzeyi gezen İranlılarda
şiire katılıyorlar. Herkes dağıldıktan sonra İranlı genç bir hanımdan
bir şiir okumasını rica ediyorum. Resim çektirmeye çok meraklılar, şiiri
okurken videoya alıyorum.
Türbede
yatan ünlü şairler arasında Asadi Tusi, Kagani Şervani, Katran Tebrizi’de var. Şehriyar’ın
bir de hüzünlü hikayesi var. Tam zengin kız fakir oğlan hikayesi. Şehriyar orta
halli bir aileden geliyor. Babası avukat, kendisi de Tahran’da tıp eğitimi
alırken Süreyya’ya aşık oluyor. Süreyya’nın ailesi zengin ve Süreyya’ya aynı
zamanda zengin bir ailenin oğlu Çergi’de aşık oluyor. Şehriyar, bir bahane ile
hapse atılıyor ve Nişabur’a sürgüne gönderiliyor. Orada hastalanınca Tebriz’e
geliyor. Daha sonra Tahran’a geçiyor.
Bu
arada Süreyya’nın annesi zorla Süreyya’yı Çergi ile evlendiriyor. Süreyya’nın
bu evlilikten bir çocuğu oluyor. Gel gör ki kocası evlendikten 11 ay sonra
vefat ediyor. Süreyya bir çocuklu duldur artık. Gel zaman git zaman Şehriyar
ile karşılaşıyor. Ama Şehriyar artık o eski Şehriyar değildir. Süreyya’ya olan
aşkı küllenmiştir. Kendine yeni bir hayat kuruyor ve halasının kızıyla
evleniyor, üç de çocuğu oluyor. Süreyya’ya sonra ne olduğu bilinmiyor.
O
şair ruh, bu olaydan ne derece etkilendi, nasıl acı çekti bilemeyiz. Türbeden
ayrılmadan Şehriyar’ın Haydar Baba’ya Selam adlı şiir kitabını alıyorum. Haydar
Baba, Şehriyar’ın büyüdüğü köydeki dağın adıymış.
Evler
kalır ev sahibi yok özü
Ocakların
ancak ışıldır közü
Gidenlerin
az çok kalır sözü
Bizden de bir söz kalacak aman
Kimler bizden söz salacak aman
Kaçar
Müzesi’ne gidiyoruz. Kaçarlar 1794 ile 1925 yılları arasında hüküm sürmüş bir İran Devleti. İran,18.
yüzyılda kurulan Afşar İmparatorluğu döneminde
dünyanın önde gelen güçlerinden biri hâline gelmiş ancak bu durum,
1790’larda Kaçarların iktidarı
ele geçirmesiyle sona ermiş. 20. yüzyılın başlarında İran'da
Meşruiyet Devrimi yaşanmış ve ardından 1925
yılında Rıza Pehlevi'nin
son Kaçar şahını tahttan indirerek Pehlevî Hanedanı'nı kurmasıyla yeni bir dönem başlamış. İşte bugün
müze olarak kullanılan bu bina Kaçarların padişahı Nasreddin Şah döneminde Tebriz
emiri olan Nizam Garusi tarafından yaptırılmış. Bina 1.500 metrekare alan
üzerine iki katlı olarak inşa edilmiş. Büyük bir avlusu var. Binanın önünde on
altı adet sütun ve ortada üçgen fasat, ikinci kata çıkmak içinde iki adet sağlı
sollu çıkan toplamda dört adet merdiven var.
Bina depremde hasar gördükten sonra, içerisi yağmalanmış.
2000 li yılların başında restore edilerek, Tebrizlilerin evlerinden toplanan
objeler ile müze olarak düzenlenmiş. Müzede, porselen, cam, silah
koleksiyonlarının yanı sıra, dikiş makinaları, yerel kıyafetler, o zamana ait
Tebriz haritası göze çarpıyor. Duvardaki resimler arasında biri dikkatimi
çekiyor. Sosyal medyada alay konusu olan, buna mı o kadar adam aşık olmuş diye
dalga geçilen hanım karşımda duruyor. Nasreddin Şahın kızlarından, Akthar od
Dowleh, aynı zamanda şahın en sevdiği vezirlerinden Aziz-os-soltan’ın eşi.
Resimde hiç de öyle çirkin görünmüyor. Bir defa şah kızı, karizması yeter.
Müzeyi gezmeye devam ederken, on üç on dört yaşlarında bir
kız çocuğu, bana “Sizi tanıyorum” diyor. Annesi de geliyor. Aaaa o da beni tanıdığını
söylüyor. Sima’nın cep telefonunda gösterdiği resmin fotoğrafını çekmiştim,
açıp gösteriyorum. Evet diyorlar, sizi ona benzettik. Simin Peşvar’a
benzediğime artık iyice inanıyorum.
Müzenin alt katını gezmeye başlıyorum. Bodrum katında, ortada masif mermer sütunların yer aldığı çeşmeli büyük bir oda var. Fotoğraf çeke çeke dışarıya çıkıyorum. Bahçede toplu fotoğraf çektirdikten sonra otobüse biniyoruz.
Bir meydan da otobüsten iniyoruz. Burası Saat Meydanı diye anılan, meydanda inşa edilmiş
Belediye Binası ve Binada bulunan kule
üzerindeki saatten adını alan meydan. Meydanı geçerek Belediye Binası’na
giriyoruz. Burası resmi bina olduğu için başımızı örtmemiz için uyarılıyoruz.
Resmi binalar ve camiler haricinde baş örtüsüne karışan görüşen yok.
Binanın bir kısmı şehir müzesi olarak kullanılıyor. İran
Azerbaycan kültürünü yansıtan yağlıboya
tablolar, Firdevsi’nin Şehname’sinden esinlenilmiş gümüş işleme tablo mevcut.
İran halılarının sergilendiği büyükçe bir odaya giriyoruz. Yerde pamuk
ipliğinden dokunmuş (16x7) ebadında yani 112 m2 büyüklüğünde çelenk motifli bir
halı sergileniyor. Üzerine ev yapsan olur.
Müze ayrıca, tabak çanak, el yazması birkaç kuran, gaz
lambaları hatta fotoğraf makinası koleksiyonu sergileniyor. Müzenin bahçesinde
saat kulesinin yakından fotoğrafını çekiyoruz. Kule 30,5 metre yüksekliğinde,
binanın dışı gibi o da taştan oyulmuş. Her saat başı çan sesiyle zamanın
geçtiğini duyuruyor. Bahçede İran’da yapılmış olan ilk araba da sergileniyor.
Belediye binasını da gezdikten sonra yürüyerek Azerbaycan Müzesi’ne gidiyoruz. Müzenin girişinde örtülü bir kadın afişi var. Örtünmek sizi ay gibi nurlandırır mealinde bir afiş.
Müze de üç büyük salon var. Çoğu İran Azerbaycan’ında ki kazılarda bulunmuş eserlerden oluşuyor. Çanak çömlekler İsmail Abad kazılarında bulunmuş, Milattan önce beş bin yıllarına tarihleniyor. Kibele heykeli hepimizin ilgisini çekiyor. Bizim müzelerde de dikkatimizi çeken çanta şeklindeki objeler burada ki heykellerde de var. İran'daki tarihî şehir yerleşimleri MÖ 7000'lere dayanmaktaymış. Friedrich Hegel,İranlıları “İlk tarihsel halk” olarak tanımlamış.Azerbaycan Müzesi,1926 yılında Fransız arkeolog , mimar ve aynı zamanda Fransız ve Orta Doğu Sanatı tarihçisi André Godard (1881-1965) tarafından tasarlanmış. Kendisi uzun yıllar İran Arkeoloji Servisi'nin de direktörlüğünü yapmış.
Kirman eyaletinde Halil nehrinin taşması
sonucunda ortaya çıkan eserler, sel suları ile ortaya çıkmış, eserleri kim
topladıysa, ne yaptıysa günümüzde bu eserler Birleşik Arap emirliklerinde
yapılan açık artırmalarda satılıyormuş. Eserlerin milattan önce beş bin yılına tarihlenen Ciruft uygarlığına
ait olduğu söyleniyor. Gene müzede
milattan önce üç bin yıllara tarihlenen
Aratta uygarlığına ait tabletler var.
Müzede duvarda
oldukça büyük bir mermer pano ilgimizi çekiyor. 2,70x 1,30 metre ebatların ve 3
ton ağırlığındaki mermer kitabe, Mirza Senglah olarak da tanınan, İranlı ünlü hattat ve şair Muhammed Ali Kuçani
tarafından Hz Muhammed’in mezarı için
yapılmış. Besmele taşı yada Bismillah taşı diye de bilinen bu kitabenin
ortasında besmele, kenarlarında Bûsîrî’nin
Ḳaṣîdetü’l-bürde’sinden beyitler yer almaktaymış. Nestalik hat ile yazılmış kitabenin besmele kısmının sağında
peygambere, solunda ise bizim Osmanlı padişahi 1. Abdülmecit’e övgü varmış. Gel
gör ki bizim padişah kitabeyi peygamberin mezarına uygun bulmamış. Mirza
Senglah’da padişaha övgü düzdüğü kısmı
kazımış. Müzede bu haliyle sergileniyor.
İran’ın
ilk siyasi birliği MÖ 625’de Medler tarfından sağlanmış. Daha sonra Persler Büyük Kiros (II.Kiros) önderliğinde birleşerek kuzeydeki Medler'i
yıkmış ve bir devlet haline gelmişler (MÖ 550). Orta Asya, Kuzey Afrika ve
Balkanlar’ın güneyine kadar yayılmışlar. Bu dönemde ülke eyaletlere bölünmüş ve her bir eyalete
bir satrap (vali) atanmış. Gel gör ki bu
muhteşem dönem İssos muharebesiyle son bulmuş. MÖ 333 yılında, Ahameniş hükümdarı III. Darius ile Makedonya kralı Büyük
İskender Bugünkü Hatay’ın Erzin ilçesinin
yaklaşık 7 km batısında bulunan İssos Ovası'nda savaşa tutuşmuşlar ve savaş Büyük İskender komutasındaki Makedon ordusunun
zaferiyle sonuçlanmış.
İskender’den
sonra İran Bölgesi onun komutanlarından
Seleukos’un eline geçmiş. Selevkoslar (MÖ 312-63), Partlar (MÖ 247-MS 224), Sasaniler
(224- 651) İran'ı 1000 yıl boyunca
yönetmiş ve İran'ın dünyanın önde gelen devletlerinden biri olan konumunu
sürdürmüşler. O dönemlerde İran’ın resmi dini zerdüştlükmüş. Sasaniler dönemi
de İran’ın bir diğer muhteşem dönemi iken, Bizans Sasani çekişmesi sırasında
Araplarda kapıya dayanmış.
Ömer devrinde, Arapların
İran’ı fethi ile (633-654) Sasani İmparatorluğu son bulmuş. İran’ın İslamlaşma
sürecinde Zerdüştlük zayıflamış. Emevîler
döneminde I. Yezîd'in iş başına
gelmesiyle aşırı Arap milliyetçisi
politikalar devreye girince İran, Emevilere karşı yapılan muhalefetin merkezi
durumuna geçmiş. Bildiğimiz üzere geçmişte
de Ali-Muaviye mücadelesinde İranlılar Ali’nin
tarafındaydılar.
Bu muhalefet, 750
yılında meyvelerini vermiş ve Abbasiler İranlıların yardımıyla Emevi Devletini
yıkarak yeni bir dönem başlatmışlar. 12. Yüzyıla gelindiğinde Selçuklular dönemi
başlamış.
Büyük Selçuklu
İmparatorluğu, Tuğrul Bey (1016–63)
tarafından 1037'de kurulmuş. Tuğrul'u büyüten dedesi ve Oğuz Yabgu Devleti'nde yüksek
makam sahibi olan Selçuk Bey,
adını hem ülkeyi yöneten hanedana hem
de imparatorluğa vermiş.
Selçuklular, Çağrı
Bey’in komutasında , 1040 yılında Dandanakan savaşında Gaznelileri yenerek
Nişabur kentine girmişler ve kardeşi Tuğrul Bey’i sultan ilan etmişler. Böylece
Büyük Selçuklu dönemi başlamış. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için, ölümünden
sonra Çağrı Bey’in oğlu Alp Aslan devletin başına geçmiş. Başa geçer geçmez
Nizam-ül Mülk’ü vezir tayin etmiş.
Bu dönem Ömer Hayyam,
Hasan Sabbah ve Nizm-ül Mülk’ün adlarının birlikte anıldığı dönem. Sultan
Alpaslan’ın 1071yılında Bizanslılara karşı kazandığı, Malazgirt zaferinden sonra Selçuklulara
Anadolu kapıları açılmış.
Alpaslan’ın ölümünden
sonra başa geçen oğlu Melikşah da, Nizam-ül Mülk’ü vezir olarak tayin etmiş. 1092 senesinde, önce vezir Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbah'ın fedailerinden biri tarafından suikast sonucu, arkasından
Sultan Melikşâh Bağdad'da zehirlenerek öldürülmüşler. Sonraki dönemlerde
Selçuklular pek bir varlık gösterememiş, yönetim Harzemşahlar’a geçmiş.
Harzemşahlar’ın da sonunu da Moğollar getirmiş.(1231)
Daha sonra Cengiz Han'ın torunu Hülagu tarafından
İlhanlı Devleti kurulmuş. İlhanlı Devleti, kuruluşundan itibaren ilk elli yıl
içinde (1256-1296) idari bakımdan Moğol İmparatorluğu'nun batıdaki temsilcisi
olmuş ise de daha sonraki dönemde bu özelliğini kaybetmiş.
İlhanlılar döneminde ülke vebadan kırılmış, 1335’de de
dağılıp gitmişler. İlhanlılardan sonra, 1393 yılında, İran’da Timur devletinin hâkimiyetine
girmiş, 15.yüzyılda Karakoyunlu ve
Akkoyunlu dönemi yaşanmış, 1501’de Şah İsmail’in Tebriz’i fethiyle birlikte
Safeviler tarih sahnesine çıkmış. Safeviler döneminde döneminde İran’da Şiiliğin 12 İmam (Caferi)
kolu hakim olmuş.
1719-20 yılları arası Afgan
istilası yaşanmış. Aslında Safevi komutanı olan Nadir Şah, 1736’da Afşar
Hanedanı'nı kurarak 1738'de Kuzey Hindistan'ı istila etmiş.1750-1794 yılları
arası ise Zend Hanedanı hüküm sürmüş. 1794, de ise Ağa Muhammed Han, 1921
yılına kadar hüküm sürecek olan Kaçar Hanedanı'nı kurmuş.
1901 yılında ülkede petrol
bulunmasıyla birlikte, İran üzerindeki İngiliz-Rus rekabeti yoğunlaşmış.1906’da
İran'da ilk Meclis toplanmış ve ilk anayasa kabul edilmiş.
1921-25 Kaçar Hanedanı'nın son hükümdarı Ahmet Şah,
Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen istikrarsız dönemde, yurtdışında iken yapılan
bir darbeyle devrilmiş. Ordudan Rıza Han ülkede askeri bir yönetim kurmuş ve
daha sonra Rıza Şah Pehlevi adı altında Pehlevi Hanedanı dönemi başlamış.
1941 yılına gelindiğinde İngiliz
ve Sovyet kuvvetleri, Alman tehdidine karşı korumak gerekçesiyle, İran'ı işgal
etmişler. Rıza Şah tahtından feragate zorlanmış ve yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi
geçmiş.
1951- 53 yıllarında Başbakan
Musaddık Parlamento'yu ve petrol endüstrisini millileştirmiş, fakat
İngiltere'nin uyguladığı ambargo nedeniyle bu girişim başarıya ulaşamamış. Musaddık'a
cephe alan Şah ülkeden ayrılmak zorunda kalmış, ancak Musaddık'ın bir darbeyle
devrilmesi üzerine kısa süre sonra İran’a geri dönmüş.
1954 yılında Şah İngiliz, Amerikan, Hollanda ve Fransız
şirketlerinden oluşan konsorsiyum ile bir anlaşma imzalayarak, petrol
endüstrisini yeniden faaliyete geçirmiş.
1961-63 yıllarında Devlet
yönetimini eline alan Şah altı noktaya dayanan Beyaz Devrimi başlatmış ve
özellikle toprak reformuna girişmiş.1963 yılına gelindiğinde modernleşmeye ve reformlara
karşı dini muhalefet başlamış.
1969-70
lere gelindiğinde İran'ın petrol gelirleri yükselmeye başlamış, ordunun
modernizasyonu ve güçlendirilmesi için çalışmalara girişilmiş. 1974 yılında Pers
İmparatorluğu'nun 2500. yıldönümü kutlanmış. Bu kutlamalar dünya çapında ses
getirmiş, o dönemde İran’a olan ilgi o kadar artmış ki, Güney Amerika’dan bile
Tahran’a direk uçuşlar başlamış, turizm altın çağını yaşamış.
1978’de Ülkedeki
muhalefet, Fransa’da sürgünde bulunan Ayetullah Ruhullah Humeyni'nin liderliğinde,
Şah rejimine karşı genel ayaklanmaya dönüşmüş ve 1979’da Şah’ın ailesiyle
ülkeyi terk etmesiyle Pehlevi Hanedanı’nda sonu gelmiş. İran İslam Devrimi
sonucunda bugünkü İran İslam Cumhuriyeti kurulmuş.
İran tarihinde gezinirken
isimler bize hiç yabancı gelmiyor. Orta okul ve
lise yıllarında okuduğumuz tarih bir bir aklımıza geliyor. İran tarihi
ile Türk tarihi öylesine iç içe geçmiş ki, İran tarihini anlamadan, Türk tarihini anlamak
mümkün değil.
1926 yılında Pehlevi
dönemi ile başlayan modernleşme ile bizde Cumhuriyet dönemi başlayan modernleşme
at başı gitmiş. Bizim önderimiz Atatürk ile Rıza Şah’ın dostluğunuda anmadan
geçmemek lazım.
Müzeden sonra herkes serinlemek için dondurmacıda sıraya
giriyor. Dondurmaları çok güzel. Dondurma molasından sonra, Gök Mescit yani Mavi
Cami’ye gidiyoruz.
Bu cami, Mescid-Kebud ya da Mescid-i Muzafferiye adıyla da biliniyor. 1465 yılında Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah döneminde yapılmış. Burası sadece bir cami değil, medresesi, hamamı, sufi dergahı ile bir külliye. Külliyenin yapımına Cihan Şah’ın eşi Begüm Hatun katkıda bulunmuş, o ölünce de kızı Saliha Hatun devam etmiş. 1467'de Cihan Şah'ın ölümü üzerine caminin yarım kalan inşasını Akkoyunlular tamamlamış.
Cami geçitlerle çevrili, tuğla işçiliği mükemmel, dış cephede
numunelik birkaç çini parçası kalmış. Caminin taç kapısında restorasyon devam
ediyor. Caminin içi Sultanahmet’i hatırlatıyor. İran mimarisinin Osmanlı
mimarisini etkilediği çok açık.
Caminin yüzde sekseni, 1780 depreminde yıkılmış. 1926 yılında
başlatılan ülke çapında restorasyondan
sonra onarılmaya başlanmış. Çinilerinin bir kısmı Azerbaycan müzesinde.
Halıları ise Çaldıran savaşından sonraki yağmadan nasibini almış ve halılar
İstanbul’a götürülmüş.
Bu kadar tarih yeter diyerek, ihtiyaçlar için, Tebriz’in en
büyük AVM’si Atlas AVM’ye gidiyoruz. Tebrizliler ne yer, ne içer, ne giyer
sorularına cevap bulabileceğimiz bir AVM. Tekstil çok ucuz. Marka olanlarda
fiyat pek değişmiyor. Alt kattaki markete gidiyorum. Avrupa’da ne varsa burada
da var. Her türlü yiyecek mevcut. Simit ve ayran alıp çıkıyorum. Halkın giyimi,
alım gücü yerinde görünüyor. Çok da cana yakınlar.
Bugünkü gezimizin son durağı Şah Gölü’ne gidiyoruz. Buranın
adı İslam devriminden sonra El Gölü olmuş. Daha önceleri şah ile başlayan bütün
yerlerin adı imam ile başlar olmuş. Burasına İmam Gölü ismi uymadığı için Halk
Gölü denmiş. El Gölü yaklaşık 55.000 metre kare büyüklüğünde bir yapay göl.
Derinliği 12 metreyi buluyormuş. Ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. O
zamanlar etraf bağ bahçe olduğu için, bahçe sulansın diye su deposu olarak yapılmış.
Günümüzde bağ bahçe kalmayıp her yer bina dolduğu için temaşa yeri olarak iş
görüyor. Gölün ortasında kubbeli bir yapı var. Günümüzde kafe restoran olarak
işletiliyor. Gölün çevresinde de kafeler var. Halk buraya pikniğe geliyor.
Gölün ortasında botlarla gezen ahalinin hepsinde can yeleği var.
Otobüsü beklerken satıcıları, çevredeki
ahaliyi seyrediyoruz. Kızlı erkekli şakalaşan gençleri izliyoruz. Satıcılardan
biri sarı renge bulanmış, ay çekirdeği satıyor, sarı rengi safran ile
kavrulduğu içinmiş. Burada safranın girmediği yer yok.
İran’da dikkatimi çeken önemli bir husus, trafik kurallarına harfiyen
riayet ediyorlar. Sadece yaya geçitlerinde değil, yolun herhangi bir kesiminde
yola çıkmış bir yaya gördüklerinde hemen duruyolar.
Otobüs ile dün akşam yemek yediğimiz Muzafferiye restorana gidiyoruz. Mirza Kasimi diye patlıcanlı bir yemek ile sebzeli köfteye benzeyen yuvarlak toplar geliyor. Otele geri dönerken, otelin yakınında Minyatür Park olduğunu söylüyorlar. Gruptan beş kişi odaya çıkmak yerine parka gitmeye karar veriyoruz. Hani geziye çıkmadan önce bana ayar veren bir hanımdan bahsetmiştim, o da bizle beraber geliyor. Yolda giderken hanımın bir ay önce eşini kaybettiğini öğreniyorum. Birden bütün duygularım değişiyor. Biz de kayıp yaşayanın kırk gün hesabı sorulmaz, söylediği kayda alınmaz. Benzer acıyı iki kere yaşamış biri olarak çok üzülüyorum. Hanıma sabırlar diliyorum.
Minyatür Park, gündüz gezmiş olduğumuz yapıların küçültülmüş
kopyalarının olduğu bir park. A bunu gördük, a bunu yarın göreceğiz diyerek
bütün parkı turluyoruz. Dönüşte üst geçitten geçerken, merdivenlerden nefes
nefese çıkan bir hanım kıza rastlıyoruz. Meğer 8,5 hamileymiş. Gruptaki iki
doktor bile hayret ediyor, hiç karın yok kızda. Bir diğer hayret ettiğimiz de
gecenin bir yarısı hamile bir kadının tek başına sokakta olması İran bizi her
an ters köşe yapıyor.
Otele yaklaşırken, araba kornaları ile irkiliyoruz. Bütün
Tebriz sokağa dökülmüş. Tebriz futbol takımı Traktör’ün galibiyetini
kutluyorlarmış. Takımın bir maçı kalmış, onu da alırlarsa Tebriz ilk defa
şampiyon olacakmış. Kızlar araba camlarından sarkmış, “Traktör”, “Traktör” diye
bağırıyorlar. Bayraklar, balonlar, şehir karnaval havasında. Biz de coşkuya
katılıyor, alkış tutuyoruz.
26
Nisan 2025 Cumartesi
Sabahleyin bavulları toplayıp otobüse biniyoruz. İran’ın
Kapadokya’sı Kendovan’a gidiyoruz. Yolda dün akşam kutlaması yapılan futbol
takımının destekçisi, traktör fabrikasının önünden geçiyoruz. Kapı girişi
üzerine traktör koymuşlar. Futbol takımı da adını bu fabrikadan almış.
Rehberimiz Tebriz hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Tebriz
çeşitli dönemlerde tam on iki kere başkent olmuş. Tebriz ilklerin şehriymiş,
İlk kadın dernekleri Tebriz’de kurulmuş, "Tebriz ayağa kalktı mı her şey biter" derlermiş. Tebrizli hanımlar öyle hamaratmışlar ki her şeyin reçelini
yaparlarmış. Tebrizli hanımların evinde fazla oturmaya gelmezmiş maazallah
sizin bile reçelinizi yaparlarmış!.
Osku’dan geçiyoruz. Kendovan buraya bağlı bir köymüş. Köyün
girişinde toprağın hizasında yeraltı şehrine açıldığı düşünülen mağara oyukları
var. Moğol istilası sırasında ahali burada yer altına çekilmiş. Otobüsten inip
köye yürüyerek giriyoruz. Volkanik kayalar oyulmuş ve kayaların önüne ilaveler
yapılarak garip bir mimari oluşmuş. Dik yokuşlardan tırmanarak evlere
dağılıyoruz. Ahali her çeşit, yemiş, bitki, sepet, çanta ne varsa evin önüne ve
içine sermiş satış yapıyor. Kendovan balı çok ünlüymüş. Herkes bal alıyor. Gül
kurusu, zerdeçal aklına gelen gelmeyen her türlü bitki mevcut. Bizim grup alış
veriş ile meşgulken ben de hareket vaktine kadar köyü geziyorum.
Otobüse giderken alt yolda kalmışım, dükkandan biri sesleniyor
ve patikayı gösteriyor, patikayı tırmanıyorum ki yol ile aramda kümes teli var.
Otobüsün şoförü iniyor, ama bu bizim şoför değil. Adamcağız telleri kaldırıyor,
sürünerek yola çıkıyorum. Bizim otobüs aşağıda kalmış, beni otobüse alıyorlar.
Otobüse biner binmez bir alkış kopuyor. Meğer tüm otobüs benim tellerin altından geçip geçemeyeceğimi merak
etmiş.
Neyse bizim otobüsün olduğu yerde tüm ahaliye selam verip
iniyorum. Otobüse geliyorum ki benden başka kimse yok. E ben boşuna mı yaptım
onca komando talimini. Neyse bizim ekip ağır ağır geliyor.
Otobüste rehberimiz Jiroft kültüründen söz ediyor. Erken Tunç
Çağı'na (MÖ 3. binyıl) ait bir arkeolojik kültür olan Jiroft kültürü günümüzde
İran'ın Sistan ve Belucistan ile Kermān eyaletlerinde yer almaktaymış. Bu
kültürün en iyi örneği yanık şehir diye adlandırılan Şuş şehrinde
görülmekteymiş. Arkeolojik kazılarda adamların tıpta ne kadar ileri olduklarını
hayretle görmüşler. Dünyanın en eski yapay göz küresini yapmışlar. Bitümden
yapılmış ve kadının göz yuvalarına yapıştırılmış göz küresi. Hidrosefali olan
on üç yaşında bir kıza beyin ameliyatı yapıldığı tespit edilmiş.
İran’da ezan üç vakit okunuyormuş. Namazda kılınan rekat
sayısı ise tüm gün için 17 rekatmış. Zerdüştlerde de namaz varmış. Hem de beş
vakit.
Tebriz kapalı çarşısına gidiyoruz. Burası dünyanın en büyük
kapalı çarşısıymış. 29 hektar alana sahip, İpek yolu üzerinde olduğu için
zengin bir ticaret merkezi olmuş. En görkemli yıllarını 1500 lü yıllarda
Safeviler döneminde yaşamış. 13 cami, 12 medrese, 5 hamam ve kervansaray
varmış. Günde 1500 kervan gelip gidiyormuş. Günümüzde çarşı içinde ki 5.500 mağazada kırk farklı meslek grubu hizmet
vermekteymiş. Çarşının içindeki yolların toplamı bir kilometreyi buluyormuş.
Çarşının içinde iç avlular var. Altın ve
mücevherat bir yanda, halıcılar diğer yanda, ayakkabı ve çantacılar bir diğer
yanda. Kırtasiyeciler, perdeciler çamaşır satanlar, kuru yemişçiler. Bir dükkan
da sadece pirinç satılıyor, üşenmedim saydım, otuz dört çeşit pirinç var.
Gezerken artık algılayamaz oluyorum. Kalabalıktan başım dönüyor. Bir avlunun
girişinde çay ocağı bulup oturuyorum. Satın aldığım kuru yemişi çıkarıyorum.
Hemen çay ve yemişler için tabak getiriyorlar. Bir anda kendimi çok mutlu
hissediyorum. Tebriz çarşısında çay ve kuruyemiş bana iyi geliyor. Çayı çok
beğeniyorum, bir tane daha istiyorum. Cihan çaymış. Gitmeden muhakkak alıp götüreceğim.
Bu arada çarşı 2010 yılında Unesco dünya mirası listesine alınmış.
Grup ile buluşup otobüs ile Musalla cami ve Erke Tebrizi’nin
olduğu yere gidiyoruz. Musalla cami, Cuma namazı kılmak üzere yenilerde
yapılmış bir cami. Minarelerine Rusların soğanlarından kondurmuşlar, taç kapıda
ise mukarnas süsler var. Yani eklektik bir yapı.
Karşımızda Erke Tebrizi duruyor. Bir diğer adı ile Erk Kalesi. İlhanlılar döneminde Taceddin Ali Şah tarafından cami olarak yaptırılmış. Bu nedenle Mescid-i Alişah olarak da biliniyormuş. Bina daha sonra farklı amaçlarla kullanılmış. Binanın eni 30 metre, yüksekliği 26 metre ve duvarlarının kalınlığı ise 10 metreymiş. Şu anda restore edildiği için yakınına kadar gidemiyoruz.
Otobüse binerek Tebriz
Şahid Medeni havaalanına gidiyoruz. Kadınlar ayrı bir bölümde elle
aranıyor. 19:00 da Tebriz’den havalanıyor ve Şiraz Şahid Dastgeip havaalanına konuyoruz.
Bizi bekleyen otobüsümüze binerek önce eskiden konak olan
restoranın bahçesinde yemek yiyor sonra da gecelemek üzere Hadish otele
gidiyoruz. Otelin balkonundaki kafes tuhafımıza gidiyor.
27 Nisan
2025 Pazar
Sabahleyin Hatice hanım ile kahvaltıya erken iniyoruz. Otobüs
saatine kadar sokaklarda dolaşıyoruz. Evlerin bahçe duvarlarından sarkan
begonvillerin fotoğrafını çekiyorum. Halıcı dükkanından santur sesi geliyor.
Bugünkü ilk durağımız Nasır el-Mülk Camii. Caminin
avlusuna girdiğimizde tüm kadınlara
giymeleri için üzeri pembe ya da mavi mine çiçekleri olan çarşaflar veriyorlar.
Çarşafın başlığı da var. Ortalık çiçek tarlası gibi oluyor.
Cami yaklaşık üç bin metrekare üzerinde Kaçarlar döneminde inşa
edilmiş. Avluda dikdörtgen bir havuzu var. Avlunun doğu ve batı yanında iki ayrı bina
var. Doğu tarafındaki binada mihrap yokmuş. Biz batı tarafındaki bölüme
ayakkabıları çıkararak giriyoruz. Vitraylar, özellikle tavan süslemeleri çok
güzel. Caminin avluya bakan cephesinde mavi, sarı, pembe, lacivert ve beyaz
renklerle bezenmiş çiniler kullanılmış. Pembe renk yoğunlukta olduğu için
buraya halk arasında Pembe Cami denmekteymiş.
Mukarnas kemerleri, ve özellikle güney taraftaki inci kemeri
görmek lazım. Camiinin bir de su kuyusu hikayesi var. Geçmişte sular,
kuyulardan çekilirmiş. Kuyudan suyu çekmek için inekler kullanılırmış. Bu
nedenle bu kuyulara inek kuyusu denirmiş. İnekler bakıcılarından gayrı kimsenin
sözünü dinlemezlermiş. Kuyudan bu şekilde çıkarılan sular depolanırmış.
Narangestan –e Kavam Sarayı’na gidiyoruz. Kavam, Kaçarlar hanedanından Nasreddin Şah döneminde üyeleri yöneticilik yapmış ailenin adı. Dönemlerinde Şiraz mamur olmuş. Burası bahçesinde portakal ağaçları olduğu için narencistan diye de anılıyor. Bina Şiraz Üniversitesi Asya Enstitüsü tarafından müze olarak halka açılmış.
Kapıdan büyükçe bir
bahçeye giriliyor. Saray, 3.500 metre kare alan üzerinde 940 metrekare olarak
inşa edilmiş. Ana binanın önünde havuz var. Ana binanın fasadında aslan figürleri var. Girişte aynalı salon var.
Aynalar ile bezenmiş. Üst katta konuk odaları var. Tavanında üzeri resimlerle
bezenmiş ahşap kirişler göze çarpıyor. Salon tavanında Kaçar dönemine özgü
renkli süslemeler var. Kapılar ceviz ağacından ve süslemesi hint tarzı, kapıların
üzerine Basra körfezinden (İranlılar Pers körfezi diyorlar) getirilme deniz
kabukları kakılmış, sedef gibi görünüyor. Çıkıştaki veranda da ise mavi beyaz
renklerle kabartma çiçek resimleri var. Burası resmi bina olarak kullanılmış,
yaşam evine geçmek için bina ile ev arasında tünel varmış.
Bahçede oturuyoruz. Canımız dondurma çekiyor, kase içinde
verilen dondurma çok fazla, doktor hanım ile iki kişi paylaşmaya karar
veriyoruz. Tercihimizi safranlı dondurmadan yana kullanıyoruz. Safran
dondurmaya bile girmiş. O sırada Petek ve Hatice geliyorlar. “Kızlar hele bir
bakın bana” diyorum. “Hani bana geziye gelmeden önce bana ayar veren hanım
vardı ya, şekil bir A da görüldüğü üzere aynı kaptan dondurma yiyoruz” diyorum.
Doktor hanım” Ay senmiydin o?” diyor. Hep birlikte gülüşüyoruz. Kadıncağız
yazdığının farkında bile değil. Ee boşuna dememişler, acısı olanın kırk gün
kaydı tutulmaz diye.
Müzeden sonra, dar bir sokağa giriyoruz. O daracık sokakta
iki kişi zor geçiyor. Sokağın duvarlarında şahane süslemeler var. Buraya galeri
Sokak deniyormuş, ve cazibe merkezi olmuş. Kapı önünde bekliyoruz. Sokaktaki
süslemeleri yapan ilginç kişinin evini gezecekmişiz.
Kapı açılıyor. Bizi kırk beş yaşlarında sakallı bir bey içeri
buyur ediyor. Girişte sağlı sollu iki oda var. Boyalar, kumaşlar, metaller
dizilmiş. Küçük bir bahçe ve karşıda galeri var. Adil Yezdi aslında felsefe
okumuş. Şu anda resim yapıyor, heykel yontuyor, hatta oyun yazıyormuş. Evet
evet oyun yazıyor, hatta yazdığı oyunlardan biri şu anda Tahran’da bir tiyatroda
oynanıyormuş. Geöenlerde de Dubai’de resim sergisi varmış.
Galerideki çalışmalar çok hoş. Bir diğer odada tavandan
sarkan yüzlerce parmak figürü var. Hazreti Muhammet miraca çıktığın da doğa
olaylarını kontrol eden melek Mikail ile karşılaşır, Mikail her yağdırdığı
yağmur damlasının hesabını parmak hesabı ile tutmaktadır. Peygamber “Zor
olmuyor mu?” diye sorar. “Sana salavat edenlerin hesabını tutmakta
zorlanıyorum” der. Yani peygambere inanlar yağmur damlalarından daha çok
anlamında söyler. Bizim sanatçıda bu hikayeden etkilenerek bu parmakları
yapmış.
Galeriden ayrıldıktan sonra tekrar otobüse biniyoruz. Şimdi benim asıl İran’a gelmeme sebep olan Şirazlı Hafız’ın kabrine gidiyoruz.
Otobüsten indikten sonra çiçekli geniş bir yoldan yürüyoruz.
Merdivenlerden çıkarak revak altından geçiyoruz ve işte karşımızda Hafız’ın
kabri.
Sekiz sütun üzerine, Hafız’ın giymiş olduğu başlık şeklinde
kubbe oturtulmuş. Kubbenin altında da etrafına cam koruma çekilmiş Hafız’ın mermer lahdi.
Sekiz sütun, ay takvimine göre Hafız’ın yaşamış olduğu 8.yüzyılı temsil
ediyormuş İran’da mezar kitabeleri,
kabrin üzerini kaplayan mermerden kapak olarak yapılıyor. Üzerinde de muhakkak
bir şiir oluyor.
Hafız-Şiraz’i on dördüncü yüzyılda, Şiraz’da doğmuş, yaşamış,
Şiraz’da ölmüş. (Ölümü:1390) Farsçanın en büyük
şairlerinden kabul ediliyor. Asıl adı Şemsettin Muhammed olup, kuranı tam on
dört makamda ezberden okuduğu için Hafız ismini almış. Kuran hafızlığı
şiirlerini de etkilemiş. Tasavvuf şiirinin öncülüğünü yapmış. İran’da her evde
bir Hafız Divanı bulunuyormuş. İranlılar Hafız Divan’ından rastgele bir sayfa
açarak o an ile ilgili kendilerine iyi gelen satırlar bulabilirlermiş. Buna da
Hafız falı deniyormuş. Bu nedenle ona Lisanı-Gayd da deniyormuş. Yani gaipten haber veren. Laf aramızda bunu bende sık sık yaparım.
Bilmeden Hafız falı bakıyormuşum meğer. Gerçekten o anki durumuma uygun dizeler denk gelir, ferahlar,
rahatlarım.
Hafız sadece İran’da değil, İran dışında da bir çok şairi
etkilemiş. Ünlü Alman şairi Goethe, her birine Farsça başlık verilmiş on iki
bölüm halinde topladığı lirik şiirlerini West-Oestlicher Divan (Doğu-Batı
Divanı) adıyla yayımlamış.
Sima Hanım kabrin başında, Hafız’dan etkilenmiş şairimiz
Yahya Kemal Beyatlı’nın “Rindlerin Ölümü” şiirini okuyor.
Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden
her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece;
bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski
Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm
asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü
her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve
serin serviler altında kalan kabrinde
Her
seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.
Sonrada Hafız Divanı’ndan bir şiir okuyor.
Şiir aynı zamanda mezarın üzerindeki kitabede yazıyormuş. Şiirin son dizelerinin meali şöyle ( Hafız
Divanı-Farsça aslından çeviren Abdülbaki Gölpınarlı İş Bankası Kültür
Yayınları)
Haram lokmadan çekinmemin imkanı ve yolu yokken,
Neden şarap içen rindi
kınayayım?
Hafız, gizlice şarap
içmekten usandı…
Sırrımı çeng ve ney sesiyle açığa vuracağım.
Grup kabrin başından ayrılıp bir şeyler içmeye
kafe bölümüne geçiyor. Ben kabrin başından ayrılamıyorum. Merdivenlerde
oturuyorum. Gruplar gidip kabrin başı, boş kalınca etrafında dolanıyorum. Genç
bir çocuk, boynumdaki fotoğraf makinesini gösterip, İngilizce olarak
“Fotoğrafınızı çekebilirmiyim?” diyor. İran’da bu kadar akıcı İngilizceyi geleli
beri duymamıştım. Tebriz’de herkes Türkçe biliyordu. Şiraz’a geleli de Farsçadan
başka bir dil kulağıma çalınmadı.
Fotoğrafımı çektikten sonra, yerel Tv’den
olduğunu, röportaj yapmak istediğini söylüyor. Tamam deyince de arkadaşı kamera
ve mikrofonla geliyor. Mikrofonun birini
yakama takıyorlar. Hafız hakkında ne düşündüğümü ve ne bildiğimi
soruyorlar. Hafızı lise yıllarımdan beri bildiğimi, Hafız Divanını bildiğimi,
içime bir sıkıntı geldiğinde Hafız Divanının rastgele bir sayfasını açıp
okuduğumu ve bunun bana iyi geldiğini, mutluluk ve umut verdiğini, Hafız gibi
bir değerleri olduğu için İranlıların çok şanslı olduğunu söylüyorum.
Çocukların yüz ifadelerinden ne kadar memnun olduklarını görebiliyorum.
Röportajdan sonra arkadaşların olduğu yere gidip, heyecanla benle söyleşi yapıldığını heyecanla anlatıyorum. Hepsi “Bize sorsalar, diyecek bir şey bulamazdık, tam adamına sormuşlar “ diyor.
Herkes falude tatlısı yiyor. Falude nişastadan yapılan, üzerine limon ya da portakal şerbeti dökülen serinlemek için yenen bir tatlıymış. Tatlıdan sonra millet otururken ben gene dolaşmaya çıkıyorum. Sanatçılar Mezarlığı yazan kapıdan giriyorum. Burada yan yan yan gene üzerlerinde yazılar bulunan yerden en fazla bir karış yüksekliğinde lahitler var. Dünyamıza güzellikler katmış bu güzel insanlara teşekkür ediyorum. Yattıkları yerde huzur bulmalarını diliyorum.
Duygu yüklü bir halde mezarlıktan ayrılıyorum. Şiraz’ın ünlü Kerim Han Kalesine gidiyoruz. Zend Hanedanlığı döneminde büyük bir
kompleksin parçası olarak 1758’de inşa edilmiş ve Kerim Han’ın adını almış.
Dikdörtgen şeklinde orta çağ kalesi görünümünde. Kalenin köşesindeki kuleler on
dört metre yüksekliğindeymiş. İçinde hamam olduğu için hamam sularının zemini
gevşetmesiyle hamam tarafındaki kule Pizza kulesi gibi eğik duruyor.
İran’ın makus talihi, her gelen hanedan bir öncekini yıkmakla
kendini vazifeli saydığı için, kalenin etrafındaki binalar da Kaçarlar
tarafından yıkılmış, neyse ki kale ayakta kalabilmiş. Kaçarlardan sonra da kale
hapishane olarak kullanılmış.
Çarşıdan çıkıp Sifo kafeye oturuyoruz. Doktor hanım ile artık
bayağı samimi olduk. Birlikte çay içiyoruz. SD kart okuyucumun çalışmadığını fark
ediyorum. Yenisini almak gerekiyor. Sorup soruşturuyorum. Tohid caddesini tarif
ediyorlar. Kalenin yakınında. Doktor hanım ile birlikte, caddeye gidiyoruz.
Pasaj var, içi elektronik eşya satıcısı ile dolu, SD kart okuyucusunu
gösteriyorum, eline alan bizde yok ama deyip, bir başka dükkana bizi götürüyor.
Oradaki bakıyor bu sefer o başka bir dükkana götürüyor. Bayrak yarışındaymışız
gibi SD kart okuyucu elden elde geziyor. Sonunda elimiz boş çıkıyoruz. Doktor
hanımı banka oturtuyorum, yolun karşısındaki dükkanları tarıyorum. Gözüme
birini kestirip karşıya geçiyorum. Pasajın köşesinde genç bir çocuk, Türkçe de
biliyor. Kart okuyucuyu alıyor, resmini çekiyor, bir yere telefon ediyor, sonra
da bana "Abla bekle" deyip, dükkanı tezgahı bırakıp fırlayıp gidiyor. Doktor
hanım merak edip yanıma geliyor. Çocuk gitti gelmez. Epey bir bekledikten sonra
nihayet görünüyor. Kart okuyucuyu bulmuş hem de USP girişi de olan benimkinin
bir üst modeli, 500 Tümen (250TL) diyor, pazarlık bile yapmıyorum. Ödeyip
çıkıyoruz. Grup ile çarşıda toplanacaktık. Sima’ya telefon ediyorum. Kalenin
oraya geliyoruz orada buluşuruz diyor.
Biz de kalenin oraya gidiyoruz ki alkış kıyamet var. Bir örnek
tesettürlü genç kızlar, başları bağlanmış küçük çocuklar, erkekler alkış
tutuyor, kızlar oğlanlara doğru koşuyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
Kameralar çalışıyor, Bize de başınızı örtün diye işaret ediyorlar. Neyse
örtüyoruz artık.
Önce bu hengameyi toplu nişan töreni zannediyoruz. Kimse de
İngilizce bilmiyor. Sonra genç bir çocuk geliyor. Bu tören kızların genç
kızlığa geçiş töreniymiş. Örtünmenin güzelliğine övgüymüş. Başımızı ört
demelerinin sebebi, etkinlik devlet televizyonunda yayınlanacakmış. Koşup
kucaklaştıkları ise kızların ağabeyleriymiş. Küçük birkaç çocuk ise şimdiden
örtünmeye özendirmek içinmiş, örtününce ağabeyleri onları daha çok sever, saygı
gösterir anlamındaymış. Hey Allahım, kaç gündür, aman İran karanlığı yırtmış,
İran bildiğimiz İran değil, İran bizi ters köşe yaptı derken, baş örtülerini
omuzlarımıza indirmişken bu ne şimdi?
Grup gelmeden etkinlik bitiyor. Tekrar otobüslere biniyor, gezinin en ilginç yerine Şah Çerağ cami ve Türbesi’ ne gidiyoruz. Fotoğraf makinesini yasak olduğu için arabada bırakıyorum. Cep telefonuna izin varmış. Kapıda kadınlar ve erkekler ayrılıyor. Kadınlar tarafında gene o mine çiçekli çarşaflardan, isteyene de kara çador veriliyor. Ayaklar çıplak olmayacak, isimlerimiz ve pasaport numaralarımız bir gün önceden bildirilmiş. Gruplar haline alıyorlar. Baştan ayağa arıyorlar, küçük el çantalarını didik didik ediyorlar. Bu kadar sıkı güvenlik önlemlerinin nedenini merak ediyorum.2022 yılında İŞİD saldırısıyla 15 kişi ölmüş, 2023 yılında aynı örgüt bir saldırı daha yapmış, bu seferde iki kişi ölmüş. O nedenle işi bu kadar sıkı tutuyorlarmış.
Şah Çerağ, Işıklar Şahı demekmiş. Burada Şiilerin sekizinci
İmamı Ali Er Rıza’nın kardeşleri, Seyyid Emir
Ahmed ile Mir Muhammed'in mezarları bulunuyormuş. İmam Ali Er Rıza’nın,
Meşhed’de ölümünden sonra, yerine geçecek olan oğlu 7 yaşında olduğu için
ortalık epey karışmış. Bir yandan sünnilerin halifesi Memun, diğer yandan imam
Ali Er Rıza’nın taraftarları. Gerçi
Memun, şiilerle barış içinde olmak için epey gayret göstermiş ama Memun’un
ölümünden sonra (833), kimin kime ne yaptığı belli olmaz olmuş. İşte bu dönem
835 yılında Memun’un askerleri Seyyid Emir Ahmed ile Mir Muhammed’i
katletmişler. Taraftarları ölenleri gizlice gömmüşler ve yerini de kendi
aralarında kodlamışlar.
Gel zaman git zaman, yalnız başına yaşayan bir kadıncağız Cuma
geceleri, evinin karşı tepesinde yanıp sönen ışıklar görür olmuş. Her Cuma gecesi bu
ışık şavkı tekrarlanınca, devrin valisine gidip derdini anlatmış. 1260 yılları. O zaman İlhanlılar dönemi, ama Şiraz’da Salgurlular, (1148-1286 tarihleri
arasında İran'ın Fars bölgesinde hüküm süren Türk hanedanı) hanedanı hüküm
sürmede. Vali de merak edip, Cuma gecesi adamları ile kadının evine kamp
kurmuş. Epey bir vakit geçmiş ışık falan çakmamış. Tam sabaha karşı, ışıklar
görünmüş. Tepeye varıp kazdıklarında cesetleri bulmuşlar. Aradan onca yıl
geçmiş cesetler tanınmaz halde ama parmaklarındaki aile yüzükleri duruyor. O zaman anlamışlar ki bunlar
8:İmamın soyundan kişiler. Kodlanan yeri nesilden nesile muhafaza
edenlerde yeri teyit edince
bulunanların Seyyid Emir Ahmed ile Mir Muhammed olduğundan emin olmuşlar. Önce
mezarın üzerine kubbeli bir türbe yapılmış, Daha sonra her gelen ilave ede ede
bugünkü durumuna gelmiş. Safeviler döneminde bugünkü ihtişamına kavuşmuş.
Caminin avlusuna giriyoruz. Avlunun karşı tarafından türbenin
olduğu tarafa bakıyoruz. Muhteşem görünüyor. Caminin avlusunun bir kısmında
yerlere halı döşenmiş, millet dışarda oturmuş, kimi dua ediyor, kimi sohbet
ediyor. Uhrevi bir görüntü hepimizi etkiliyor. Biz görüntünün muhteşemliğinden
dem vuruyoruz ya, daha bir şey görmediğimizi içeri girince anlıyoruz. Kadınlar
tarafında ayakkabılarımızı naylona koyup, numara karşılığında görevliye teslim
ediyorum. Türbeye bir giriyoruz ki her yer mozaik ayna. Binlerce ayna parçacığı
şıkır şıkır gözümüzü alıyor. Türbenin olduğu yere geliyoruz. Türbenin
etrafındaki kafes pencereler gümüş, millet ellerini sürüyor, ağlıyor, dualar
ediyor. Daha sonraki bölümde namaz kılıyorlar. Alınlarını secde ederken topraktan yapılmış 6 ila 7 cm çapındaki kalınlığı 1 cm silindir cisme
değdiriyorlar. Bu silindirler Kerbela toprağından yapılmış.
Mihrap erkekler tarafında, arada pano var. 4. Bölümde türbeden uzaklaşıldığı için kadınlar ile erkekler bir araya gelebiliyor. Tekrar gerisin geriye dönüyoruz. İçerideki ayna parçacıklarından insanın gözü yoruluyor. Yansıyan ışıklardan, içerdeki havadan insana bir ağırlık çöküyor. Bu kadar aynayı nereden buldular ki? Aynacılar ihya olmuştur.

Otobüse binerek Sharzeh Traditional Restora’a gidiyoruz. İçerde canlı müzik var. Müzik kanımızı kaynatıyor. Oynamaya teşebbüsümüz, oynamak yasak diye engelleniyor. Rehbere yahu sizin şairiniz değil mi “Dolu tası eğri tut, ama içindekini dökme” diyen. Hem fıkır fıkır müzik olacak hem de oynamak yasak olacak? Mollalar Hayyam’a da karşıymış. Hayyam’ın mezarını yıkmayı bile düşünmüşler.
Yeri geldi madem Ömer Hayyam’ı da bu vesile ile anmış olalım.
YASAK
Süsle, beze, lokum gibi ko karşımıza,
Esmeri, de, beyazı, de, pembesi, de,
Baştan çıkar, yerlere ser bizi, öldür,
Sonra çevir dört yanımızı bir sürü yasakla,
Ona bakma, şuna bakma, bunu etme,
Dolu tası eğri tut, ama içindekini dökme.
28 Nisan
2025 Pazartesi
Saat 9:00, bugün Şiraz’dan ayrılıyoruz.
Otobüsle şehirden çıkarken Kur’an Kapısı da denen Şiraz Kapı’sının yanından
geçiyoruz. Kapının üzerine eklene
odalarda el yazması kuran varmış (Şimdilerde Şiraz Pers Müzesinde) . Kapının altından
geçen yolcular Şiraz'dan yolculuklarına başlarken Kutsal Kitap'ın bereketini
aldıklarına inanırlarmış.
Yolda duruyor, karpuzcudan karpuz alıyoruz.
Cevat Bey 18 kg karpuza 400 Tümen (bizim paramızla 200 TL) veriyor.
Saat 11:00 de Mervdeşt kentine 10 km uzaklıktaki, Pers
İmparatorluğunun başkenti Persepolis’e varıyoruz. Farsça da Taht-ı Cemşit olarak
adlandırılıyor. Burası milattan önce 520 yılında, Pers İmparatoru I.Darius
tarafından kurulmuş. Büyük Darius Pers
ülkesinde bu kompleksi idari ve siyasi bir başkent inşa etmek için değil, İran
törenlerinin yapılacağı bir merkez yaratmak için inşa ettirmiş.
Saray kalıntılarını görüyoruz. Taşları birbirine bağlamak için herhangi bir yapıştırıcı
veya harç kullanılmamış. Aksine, Persepolis'teki çoğu yapı gibi taşlar yalnızca
kuyruk dişi adı verilen metal bağlantı elemanlarıyla birbirine bağlanmış.
Persepolis ve çevresinde kurulan kentin asıl adı, Pers halkının isminden
türetilen Parse'ymiş. Devletlerine Pers adını vermişler, Ahamenişler'in
yıkılmasından sonra yazıları ve dilleri giderek kaybolmuş ve tarihleri İranlılar tarafından unutulmuş. Daha
sonra,kentin Firdevsi’nin
Şehnamesi’nde adı geçen efsanevi Kayan
kralı, hani şu kurtların kuşların dilinden anlayan Cemşit’in eseri olduğunu
düşünmüşler ve o nedenle Taht-ı Cemşit.( Cemşit’in Tahtı) olarak adlandırmışlar.
Zamanla buraya Yunanca Perslerin şehri anlamına gelen Persepolis Adını
vermişler.
Persepolis’in sanat, barış ve dostluğa dayalı
İran bilgi sistemi olduğu kabul ediliyormuş. İnsanlık tarihi ve medeniyetinde
sanat diliyle tam da barış için inşa edilmiş ilk klasik dünya binasıymış. Bugün
dünyanın çeşitli üniversitelerinde görevli İranologlar ve Ahameniş bilginleri,
bu görkemli sanat anıtının, Büyük İran topraklarındaki halklar arasında sanat
ve barışın kutlandığı Nevruz dolayısıyla inşa edildiği sonucuna varmışlar.
Persepolis’e çıkmak için çift taraflı iki merdiven var. Biz
sol taraftakinden çıkıyoruz. Her iki merdivende de 111'er basamak mevcut. Basamakların uzunluğu
6,90 metre , genişliği 38 santimetre ve
yükseklikleri 10 santimetre. Basamaklar tek parça taştan yapılmış, basamakların yanlarında birer korniş ve korkuluk var, bunların bir
kısmı hâlâ duruyor. Taş basamakları
korumak için üzerlerine tahtadan kaplama yapmışlar. Çıkış çok kolay.
Giriş merdiveninin doğusunda, "Bütün Milletlerin
Kapısı" olarak adlandırılan bir yapı bulunmakta. Bu bina kalın tuğla
duvarlı bir salondan, üç büyük kapıdan ve çatıyı destekleyen dört uzun sütundan
oluşmaktaymış. Bu yapının temeli Büyük Darius tarafından atılmış olmasına
rağmen, yapımını oğlu Kserkses tamamlamış. Ziyaretçilerin alana adım attıkları
anda ilk gördükleri anıt burası. Ovaya doğru bakan batı giriş kapısının iki
sütunu, iki büyük boğanın sırtına dayanmakta. Kapıcı boğalar Asur sanatının bir
uyarlaması.
Yaklaşık on metre genişliğindeki Sepahan Caddesinde
ilerliyoruz. Caddenin her iki tarafında, her yedi metrelik aralıklarla nişlerin olduğu (küpeler) kalın tuğla duvarlar bulunmakta, bu duvarların törenler
sırasında asker ve muhafız subaylarının konuşlandığı yerler olduğu tahmin edilmekteymiş.
Sol tarafta açık hava anfisi şeklinde düzenleme yapılmış.
1971 yılında Pehleviler zamanında
İran’ın 2.500 üncü yıldönümü kutlamaları için konukların töreni
seyretmesi için dizilmiş oturaklar halen duruyor.
Milletler Kapısı’ndan daha büyük bir kapı olduğunu
düşündükleri kalıntılar var. Yakınlarında yarım kalmış sütunların gövdeleri ve
terk edilmiş, yeniden inşa edilme fırsatı hiç olmamış kaba yontulmuş sütunların
kaideleri görülmekte Buraya Bitmemiş Kapı diyorlar.
Yüz Sütunlu Sarayın önünden geçiyoruz. Saraydan geriye pek
bir şey kalmamış, sadece koruyucu boğa heykelini görebiliyoruz.
Gelelim Persepolis’in en çok ilgi çeken Apadana Sarayı’nın
doğu merdivenine. Burada Ahameniş İmparatorluğu’nun hakimiyetinde olan
milletlerin hediye getirmeleri tasvir edilmiş. Hediye taşıyan 23 ayrı grup var.
Duvarın süslemesi, 12 ayı temsil eden 12 yapraklı lotus çiçekleri ve çam
yaprakları ile başlıyor. Üç sıra halinde devam ediyor. Her grubun başında bir
Pers ya da Med soylusu var. Ahameniş İmparatorluğu , Avrupa'da Makedonya ve Trakya ,
Kuzey Afrika'da Mısır, Mezopotamya'da
Babil ve Asur, Avrasya bozkırları , Orta Asya'da Baktriya
Hindistan Yarımadası'ndaki Gandhara ve İndus'a kadar
uzanıyormuş .
Persepolis’in inşaatı sırasında köleler değil, ücretli
işçiler çalışmış. Çalışanlar arasında kadınlar da varmış. Kadınlara doğum izni
bile kullandırılmış. Kadın şantiye şefi bile varmış. Perslerin devri iyi
devirmiş ya.
Hediye sunulan rölyeflerden üst sıra sağdan sola doğru, dokuz kişilik pirinç,
kap kacak, bilezik ve giyecek getiren Medyenliler ,dört kişiden oluşan ve
yanlarında bir yay, bir hançer, bir dişi aslan ve iki aslan yavrusu getiren
Yemenli Husiler. Heratlılar, dört kişi. Yanlarında kap kacak, iki hörgüçlü deve
ve hayvan derileri getiriyorlar .Afgan Rakhcileri, dört kişi ve bir altın
kadeh, iki hörgüçlü bir deve ve bir deri getiriyorlar. Mısırlılar, altı kişi ve
yanlarında sığır ve giyecek getiriyorlar. Belhiler, dört kişi, kap kacak ve iki
hörgüçlü deve getiriyorlar.
Orta sırada Babilliler, Asurlular var. Alt sırada bizim Kapadokyalılar ile Lidyalılar
göze çarpıyor. Altı
kişilik Lidyalılar, bir kap, altın bir bilezik ve iki atlı bir araba
getiriyorlar. Zengin milletin hali başka oluyor.
Beş kişilik Kapadokyalılar, at, giysi, çoraplı pantolon getiriyorlar.
Nede olsa “Güzel Atlar Ülkesi” nden geliyorlar.
Bu duvardaki hediye getirme merasimini temsil eden
rölyefleri, 2500. yıl kutlamalarında
aynen canlandırmışlar. Kutlamalara dünyanın çeşitli yerlerinden 20 kral,
19 cumhurbaşkanı gelmiş. (Hatırlıyorum bizden de o zamanki cumhurbaşkanımız
Cevdet Sunay katılmıştı). Kutlamalar dünyada öyle büyük sansasyon yaratmış ki,
İran’a merak birden artmış. Dünyanın çeşitli yerlerinden Tahran’a direk uçuşlar
konmuş ve İran turist akınına uğramış. Bu arada Ahameniş askerlerinin
ayaklarındaki ayakkabılar tanıdık geliyor. Tabii ya Adidas aynı modelden botlar
yapmıştı.
Mehr Dağı'nın zirvesinde, Persepolis bölgesine bakan iki mezar dikkati çekiyor; bunların Ahamenişlerden II. Ardeşir (M.Ö. 404-358) ve III. Ardeşir'e (M.Ö. 358-337) ait olduğu düşünülüyor. Soffe'nin 500 metre güneyinde, dağ burnunun arkasında ve güney barzanın ilerisinde Darius III'e (M.Ö. 330-337) atfedilen tamamlanmamış bir mezar bulunmaktaymış. Her üç mezarın dış görünüşleri birbirine benzemekte olup Nakş-ı Rüstem'deki Ahameniş kaya mezarlarıyla benzeşmekteymiş.
MÖ 331 baharında Büyük İskender İran’ı ele geçirdikten sonra
Persepolis yanmış yıkılmış. . Saray
yangınlarının kasıtlı mı yoksa kazara mı çıkarıldığı bilinmiyor. Arrianus'a
göre İskender, Xerxes'in askerleri tarafından yakılan Atina Akropolü'ndeki
tapınakların intikamını almak için Persepolis'i yakmış. Diodorus Siculus ve
Plutarkhos gibi diğer tarihçiler ise İskender'in ziyafetindeki yangının kazara
çıktığını yazmışlar. Plutarkhos'un yazdığına göre, binlerce katır ve deve,
yağmalanan hazineleri Ekbatana'ya (Hamedan) taşımış.
Persepolis’teki ilk bilimsel kazılar 1931 yılında Rıza Şah gözetiminde Alman Ernst Emil Hertzfeld tarafından gerçekleştirilmiş. Güzel mermer sütunlu sarayların bulunduğu bu tarihi alan, 1979 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edilmiş.
Diğer merdivenden inerek otobüsün olduğu yere varıyoruz.
Sıcaktan dilimiz damağımıza yapışmış. Karpuzlar kesiliyor. Susuzluğumuzu bir
nebze olsun gideriyor ve otobüse biniyoruz.
12 kilometre gittikten sonra Nakş-ı Rüstem diye adlandırılan
kaya mezarlarının olduğu arkeolojik bölgeye varıyoruz. Buraya Fars mitolojisi
kahramanı Rüstem'i tasvir ettiği düşünülen, anıt mezarların
altlarındaki Sasani oymaları
sebebiyle Nakş-ı Rüstem "Rüstem'in Duvar Resmi" denilmiş.
Nakş-ı Rüstem , Ahameniş hanedanının ( MÖ
550-330 civarı ) uçurumun yüzüne yüksekçe oyulmuş dört büyük mezara sahip
nekropol. Kaya mezarlardan birinin Darius I (Büyük Darius)’a ait olduğu
kesinlik kazanmış, diğerlerinin, Darius II, Artaxerxes II ve Xerxes I olduğuna
inanılıyor. Bitmemiş halde bulunan bir tanesi de muhtemelen Büyük İskender’e yenilen son
Ahameniş hükümdarı III. Darius'a ait olmalı.
Nakş-ı Rüstem'de mezarlara
ilaveten, mezarların alt kısmında, Sasani krallarına ait olan yedi adet devasa
kaya oyması bulunuyor. Kiminde tanrılar ile buluşuluyor, kiminde savaş var.
Mezarların önünde Kabe-i Zerdüşt (Zerdüşt Küpü) diye adlandırılan MÖ 5.yüzyıldan kalma Ahameniş dönemine ait bir kare kule var. Ne için yapıldığı halen anlaşılamamış.
Yola devam ediyoruz.
Eyaletten eyalete geçerken şoför bir ton evrakla yoldaki trafik ofisine
gidiyor, bir şeyler damgalatıp imzalattıktan sonra geri geliyor. Yollar çift şerit amam geliş gidiş yol arası
neredeyse otuz, kimi yerde elli metre. İki şeridi birbirinden bu kadar uzak
yapmanın vardır elbet bir nedeni. Yezd’in sayfiye bölgesi Teft’i geçiyoruz.
Nihayet Yezd’deyiz. Yezd için “Çatısız Müze” diyorlarmış. Göreceğiz bakalım.
Doğrudan Akik Restoran’a
gidiyor açık büfe akşam yemeği yiyoruz.
Sonra da Şehri Cihan Oteli’ne yerleşiyoruz. Yezd’de yüksek katlı binalara izin
verilmiyormuş. Otelin içi labirent gibi. Oda da düdük gibi. Elimizdeki eşyaları
nereye koyacağız, bavulları nasıl açacağız? Durum sıkıntılı görünüyor.
Şu koltuğu çevirsek, sehpayı itsek derken yerleştik bile.
Gönüller dar olmasın. Otelden çıkıp sokak kahvesine gidiyoruz. Yezd’in kahvesi
meşhurmuş. Benim kahveyle aram yok, çay söylüyorum. Yezd kahvesini kimse
beğenmiyor. Aslında otelin yeri çok güzel Yezd Saat Kulesi ile şiilerin Cuma
camisi olan Yezd Ulu Cami arasında .Biraz etrafı dolaşıp fotoğraf çektikten sonra
otele dönüyoruz.
29 Mayıs 2025
Salı
Sabahleyin, koridora açılan pencereyi açtığımızda, karşı
odadan bir diğer muallime hanım günaydın diyor. Hatice hanım ile birlikte,
“Penceresi cam cama muallim” türküsünü söylemeye başlıyoruz. Türkü duruma cuk
oturuyor.
Bugün Zerdüştler ve Zerdüştlük ile dolu bir gün olacak. İlk
Olarak Sessizlik Kulelerinin olduğu şehir dışında bir bölgeye gidiyoruz. Tepede
dairesel bir yapı var oraya tırmanacağız. Tırmanmadan önce su depolarını ve
rüzgar kulelerini görüyoruz. Civardaki binalar, Yezd dışından gelen ölü
sahiplerinin konaklaması içinmiş.
Zerdüştlerde ölü beden toprağa değmemeli, zira ölü beden
artık leş olarak kabul edildiği için
toprağı kirletirmiş. Ölünün arkasından yas tutulmazmış çünkü o artık
başka bir yaşama başlıyormuş. Ölü içinönce tören yapılıyor, Zerdüştlerin kutsal
kitabı Avesta’dan dualar okunuyor, sonrada ölü yukarıya uğurlanıyormuş.
Ölüyü yukarıya, dahme denilen alana daha çok mahkumlardan seçilmiş, muhtemelen
güçlü kuvvetli, nusessalar adı verilen ölü taşıyıcılar götürebiliyormuş. Onların
haricinde yukarıya kimsenin çıkmasına izin yokmuş.
120 basamak çıkarak, dahme denilen ölülerin bırakıldığı alana
geliyoruz. Ortada çukuru olan yuvarlak alanın etrafında yüksek duvar var. Kara
hayvanlarının gelmesini engellemek içinmiş. Ölüleri sadece akbaba ve diğer leş
yiyicilerin insafına bırakıyorlarmış. Dairenin içi üçe bölünüyormuş, erkeklerin
bedenleri dış halkanın etrafına, kadınlar ikinci halkaya ve çocuklar en içteki
halkaya yerleştiriliyormuş. Evcil hayvanlar için de çukurun yanındaki oyuklarda
yer varmış. Ölü dahmeye bırakıldıktan sonra kemikleri kalana kadar
bekleniyormuş. Daha sonra ölü sahibi isterse kemikleri alıyor, istemezse
ortadaki çukura atılıp, asit, güneş, kireç yardımı ile eritilip, sonrada
öğütülüyormuş. Günümüzde görünmüyor, çukurdan aşağıya inen baca yardımıyla toz
haline gelen artıklar toplanıyormuş.
Bu tepeler öyle rastgele seçilmiş tepeler değilmiş. Tepe
rahipler tarafından kutsandıktan sonra yere 180 adet çivi çakılıyor, çakılan
çiviler 33 defa birbirine iplikle bağlanıyor, sonra da kulenin inşasına
başlanıyormuş.
Rıza Şah zamanında yırtıcı kuşlara yem etme ritüeli
yasaklanmış. Aşağıda Zerdüştler için ayrılmış mezarlık görünüyor. Gene de Zerdüştler
toprağı kirletmemek için ölülerini naylona sarıp, öyle toprağa veriyorlarmış.

Ölülerini yırtıcı kuşlara yem eden Zerdüştler kim? Bunu
öğrenmek için Ateşgede’ye gidiyoruz. Ateşgede, Zerdüştçülükte kutsal ateşin yandığı tapınak ya da alana
verilen isimmiş.
Zerdüşt’ün hayatı hakkında efsaneler dışında tam bir bilgi
yok. Hangi dönemde yaşadığına dair
akademik bir fikir birliği oluşmamış. Dilsel ve sosyokültürel delillere
dayanarak MÖ 2. binyılda yaşadığı düşünülse de, bazı bilim insanlarına göre MÖ
6. ve 7. yüzyıllarda, bazılarına göreyse MÖ 6. binyılda yaşamış. Zerdüştlüğün MÖ 6. yüzyılda formunu tamamlamış en
eski tek tanrılı dinlerden olduğu sanılır. Bilgelik
tanrısı Ahura Mazda'nın kendisine göründüğünü ve ondan doğruluğu
yaymak görevini aldığını iddia eden Zerdüşt, Ahura Mazda'nın
en büyük tanrı olduğunu, öteki birçok tanrı arasında, yalnız ona tapmak
gerektiğini savunmuş.
Zerdüşler insanın beş unsurdan oluştuğuna inanıyorlarmış. Bunlar,
beden, enerji,ruh,vicdan ve fravahar. (Fravahar, yaratılış sırasında insanın
içine konulmuş olan Tanrı'nın özünün bir parçacığıymış)
Ahuramazda’yı temsil eden yaşlı bilge figürü
üzerindeki açıklamalar Zerdüştlüğün felsefesi hakkında ip uçları veriyor. Yaşlı
ve aydınlanmış kişi, “Hayatta ilerlemek için bilge, bilgili ve akıllı insanlara
danışın” demekmiş.
Yaşlı bilgenin
havada olan sağ eli “Sadece tanrıya dua et ve ona ibadet et demek” istiyormuş.
Sol eldeki halka, hayatta ilerlemek için verdiğin sözlere ve anlaşmalara uymanı
emrediyormuş. Evlilik yüzüğünün kökeninin buradan geldiği söylenmekteymiş.Yana
açılmış iki kanat Zerdüştlükte ki üç temel kuralı temsil ediyormuş. ”İyi konuş,
iyi davran, iyi düşün” Bu üç iyi hem kanatlarımızı güçlü kılar hem de evren ile
uyumumuzu sağlarmış.
Sol alttaki demir uzantının anlamı “Saf ve kutsal
düşünceler bizi ileriye götürür”, iyi düşün iyi olsun. Alttaki kuyruk ise kötü
konuşur, kötü davranır, kötü düşünürsen,
evrende seni aşağı çeker, her işin ters gideri temsil ediyormuş. Sağ alttaki
demir halka sol halkanın tersine, yıkıcı düşüncelerden uzak durmamızı
tembihlemekteymiş.
Gelelim ortadaki halkaya, “Dairesel bir yörüngede
hareket eden herhangi bir cisim başlangıç pozisyonuna geri döner. İyilik
yaparsak bize iyilik verilir, kötülük yaparsak kötü sonuçlar görürüz”. Sevdim
ben bu Zerdüştlüğü.
Tapınağın içinde sönmeyen ateşi görüyoruz. Badem
ağacı yakılıyormuş. Pazar günleri ayin varmış. Zerdüştler de beş vakit namaz
kılıyorlarmış. Zerdüşt rahiplerinin yüzlerinde maske
var. Kutsal ateşi nefes veya tükürük ile
kirletmekten kaçınmak için maske kullanılıyormuş
Ateşgede’den sonra, Zerdüşt müzesine gidiyoruz.
Nevruz sofrasını canlandırmışlar. Düğün törenlerini, günlük yaşamlarını, kuşak
bağlama törenlerini gösteren fotoğrafları seyrediyoruz. Kadın erkek eşitliği,
doğaya saygı, çocuğa saygı hepsi var. Müzenin
içinde bir de su deposu örneği var.
Dünyanın en eski inanışlarından birini yakından
tanımak ve öğretilerinin bizim insancıl öğretilerimize yakın olması Zerdüştlere
sempati duymama neden oluyor. Tüm iyi insanlar, aslında hepimiz Zerdüştüz.
Devletabat Bahçesi’nde ki gül festivaline
gidecektik. Bender Abbas Şehid Recai Limanı’nda meydana gelen patlamada çok sayıda kişi
hayatını kaybettiği ve yaralandığı için festival iptal edilmiş.
Rotayı Yezd’in Emir Çakmak Kompleksi’ne
çeviriyoruz. Kompleks, Timurlular Hanedanlığı döneminde
(MS 15.-16. yüzyıl) Yezd valisi olan Emir Celaleddin Çakmak'ın adını
taşıyan aynı isimli meydanda yer almakta . Burada Cami, meydan ve
dükkanlar var. Bir zamanlar kervansarayda varmış ama yol açmak için yıkmışlar.
Meydanda kocaman bir havuz var. Camiinin önünde nahıl adı verilen taht gibi bir
şey var. Muharremin 10. Günü yani Aşura günü, Hz. Muhammed'in torunu
Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilişini anmak için yapılan törenlerde
kullanılıyormuş. Nahıl kumaşlarla kaplanıyor, içine Hz Hüseyin’e ait olduğu
düşünülen eşyalar konup, Kolları vasıtasıyla sırta alınıyor ve caddelerde
dolaşılıyormuş.
Cevat Bey çok methetti. Ciğerciye gidiyoruz. Ciğer
hakikaten çok lezzetli, ayranları da harika. Naneli ayranın içimi çok hoş.
İran’da Coca Cola’da var. Bildiğimiz Amerikan Coca Cola her yerde satılıyor.
Kimsede Amerikayı protesto için yollara dökmüyor.
Emir Çakmak kompleksi içinde bir de minaresiz cami
var. Emir Çakmak’ın eşi Fadime Sitti Hatun tarafından yaptırılmış. Camiinin
minaresi yok. İran’da kadınlar tarafından yaptırılan camilerin minaresi
olmazmış. Meydanın etrafındaki dükkanlarda geziniyoruz. Dükkanları işletenlerin
çoğu Afgan. İran, Afganistan’dan çok göç almış. Nüfusun dört buçuk milyonu
Afganmış.
Otele gidip biraz dinleneceğiz. Akşamüstü çölde
safari yapılacakmış. Saat 16:30 da bu sefer otobüs yerine 4x4 ciplere
biniyoruz. Benim bindiğim cip, Paris- Dakar rallisine katılmış. Yani sahibi katılan
bir ekibe kiralamış.
Ciplerin lastiklerinin havası indirilirken Cevat
bey bizlere dondurma dağıtıyor ve çok geçmeden
Karakal çölüne dalıyoruz. Bağırmayanın parası iade edilir misali, şoför
aracını kah 45 derece yan yatırıyor, kah yokuşu çıkıp, tepeden arabayı aşağıya
sallandırıyor. Sonunda kum tepesinin ardından göl görünüyor. Ayakkabı terlik ne
varsa arabada bırakıp, yalınayak kum tepesine tırmanıyoruz. Bu arada tepeye
çıkarken, sürünen mi arasın? Yuvarlanıp geriye gelen mi?
Tepeye çıktıktan sonra manzara müthiş. Herkes resim
çektirme derdine düşüyor. Bu arada artistik pozlar için senaryo yazılıyor,
“Çölde Titanik”, “Çölde Üç Güzeller” filmleri çekiliyor. Hatta Bülent Bey’i
kuma gömüyorlar. Arkeolojik buluntu diye belgesel bile çekiyoruz. Müzik başlıyor,
çölde dans etmenin keyfini yaşıyoruz. İran’dayız, İran’da dans ediyor,
eğleniyoruz.
Bu arada çölün adını taşıyan Karakal kedileri de
dünyaca ünlüymüş. Tekrar arabaya binip “Sinbad Çöl Kampı” diye bir yere
geliyoruz. Ortada ateş yanıyor, etrafına oturuyoruz. Kek ve çay dağıtılıyor.
Cevat Bey külde pişmiş patates ikram ediyor. Biraz da ateşin etrafında yalın
ayak başı kabak şarkı söyleyip dans ediyoruz.
Akşam, dün geceki gittiğimiz restorana gidiyoruz. Bu akşam İran’da “Kızlar Günü”ymüş. 8.İmam Rıza'nın kız kardeşi Fatıma-ı Masume'nin doğum günü olan 1 Zilkade İran takviminde "Kızlar Günü" olarak kutlanıyormuş.
Canlı müzik var. Sahnedeki delikanlı, İran’ın ünlü
sanatçısı Guguş’un şarkılarını söylüyor. Yan taraftaki taht gibi bir yerde
oturup, nargile için bir bey sahneye çıkıp Azeri türküler söylüyor. Arkamızda
ki özel odada kadınlı erkekli şık şıkıdım giyinmiş bir aile çoluk çocuk
yerlerde oturuyor, çay içip müzik dinliyor. Müzik o kadar coşkulu ki şallar
ellerimizde oynamaya başlıyoruz. Müzik kesiliyor. Oynamak yasak. Mekanı
kapatırlarmış. Hay Allah bir an için İran’da olduğumuzu unutmuşum. Her şey
serbest, bir tek içki ile oynamak yasak. Eh buna da şükür, başımızın
açıklığına, giyim kuşamımıza bugüne dek kimse laf etmedi allah için.
30 Nisan 2025 Çarşamba
Sabahleyin her zamanki gibi 9:00 da teker dönüyor.
İstikamet İsfahan. Rehberimiz Sima Hanım
otobüse binerken sohan tatlısı ikram ediyor. Kum şehrinin tatlısı diye bilen
tatlı, su , şeker , süt ve mısır unu karışımının katılaşana kadar kaynatılmasıyla yapılıyormuş.
Yolda gene, şoförümüz, şehirden şehire geçtiğimiz
için polislere evrak imzalatmak için durup, polis ofisine gidiyor. 14:30 da
İsfahan’a varıyoruz.
İsfahan halıları ile ünlü bir şehir. Sara Halı
mağazasına giriyoruz. Mağazada bize bir izzet, bir ikram. Acıkmışız, ikram
edilen kekleri, meyveleri afiyetle yiyoruz. Sonra da geliyoruz. Halı faslına,
teker teker halılar ortaya yayılıyor. Bu Kum halısı,1cm karede 120 ilmek, Bu
İsfahan halısı, 1cm karede 200 ilmek, bu Horasanlı Mahmut ailesi tarafından
yapılan ünlü çift yüzeyli halı. Bir müddet sonra halıları algılayamaz oluyorum.
Sonra da bizim ahali halı pazarlığına başlıyor. Yün halı, ipek halı, boy boy ne
ararsan var. En küçüğü 1.500 dolara ipek halı da var, al salona kullan kocaman
6.800 dolara yün halı da var.
Halıcı dükkanından çıktıktan sonra, sokağın bitiminde devasa bir meydan ile karşılaşıyoruz. Burası İsfahan’ın ünlü mü ünlü Nakş-ı Cihan Meydanı. İsfahan şehri 2015 yılında UNESCO tarafından el sanatları ve halk sanatlarını ile kültürel mirası koruma statüsüne alınmış.
Nakş-ı Cihan Meydanı, Safevi Hanedanlığı'nın
1588'den 1629'a kadar İran'da hüküm süren beşinci hükümdarı,Büyük Abbas (Abbas
Bozorg) olarak anılan Şah Abbas I tarafından yaptırılmış. Meydanın her tarafı iki katlı kemerlerle
birbirine bağlanan anıtsal binalarla çevrili. Meydanın, uzunluğu 524, genişliği
ise 159 metre , yaklaşık 89.600 metrekarelik bir alana sahip.
İpek yolu üzerinde bulunan İsfahan, Şah Abbas’ın
vizyonu sayesinde öyle gelişmiş, öyle mamur olmuş ki, Fransız şair-gezgin
Mathurin Régnier İsfahan’ı , özellikle Nakş-ı Cihan meydanını gördükten sonra o
kadar etkilenmiş ki İsfahan’a dünyanın
yarısı anlamına gelen Nısf-ı cihan demiş.
Çarşı ve meydanı gezmek için serbest zaman
veriliyor. Burası ortada havuzu, havuz etrafındaki çimenleri ile temaşa yeri.
Fayton ile gezenler, tef çalarak dolanan dengbejler, çimler üzerinde piknik
yapan ahalisi ile çok canlı. Dükkanlar ise artık alıştığımız kapalıçarşılar
gibi. Çarşıda ki renklilik benim çok hoşuma gidiyor. Alış veriş yapmasam da
çarşıda çok eğleniyorum. Bu arada rengarek baharatlardan höyük yapmışlar. Safranda
dahil on altı çeşit baharattan oluşan höyükten dikine keserek karışımı satışa
sunuyorlar. Dayanamayıp doktor hanım ile birlikte karışımdan alıyoruz.
Grupla birlikte Allahverdi Han Köprüsüne gidiyoruz.
Halk arasında köprünün adı, Otuz Üç Ayaklı Köprü anlamına gelen Si-o-Se Pol Köprüsüymüş. Zayende nehri üzerinde 17 adet köprü varmış
ve en ünlüsü buymuş. İsfahan aslında bri çöl şehri. Zayende nehri ona hayat
veriyor.
Şah Abbas’ın komutanı Allahverdi Han tarafından
denetlenen köprü 1599-1602 yılları
arasında yapılmış. Köprü, üç yüz metre uzunluğunda, otuz üç ayak ve üst üste binmiş iki sıradan oluşuyor.
Safevi köprü
tasarımının en ünlü örneklerinden biriymiş. Köprünün üzeri kapalı, yanlarda ara
ara açıklıklar var. Bu açıklıklardan çok güzel fotoğraf çekiliyor.
Zayende nehri, Yezd şehrine su sağlamak için
yapılan baraj ve iklim değişikliğinden etkilenmiş. Eskiden gürül gürül aktığı
söylenen üzerinde rafting yapılan nehirden eser yok. Köprüden geçtikten sonra,
yürüyerek Arakhan Restorana gidiyoruz. Aman allahım, restoranın tüm duvarları
binbir gece masallarından esinlenilmiş resimler ile dolu. Duvar, tavan her yer
işli. Göz yoruluyor. Yemekler çok leziz. Yemekten sonra otobüs ile Safir Otel’e
gidiyoruz. Odamız geniş, ferah feza yerleşiyoruz.
01 Mayıs
2024 Perşembe
Sabah otelde kahvaltıya indiğimizde polis
kalabalığı ile karşılaşıyoruz. Ben polislerin otel tarafından ağırlandığını,
Hatice hanım ise seminer falan olabileceğini söylüyor. Ne de olsa ben müteahhit
gözüyle o da eğitimci gözüyle yorum yapıyor. Gruptan bir arkadaşa “Bu kadar
polis burada ne arıyor?” diye soruyoruz. O da “Otelde polis mi var?” diyor. Hey allahım
adam polislerin farkında bile değil. Rehbere soruyoruz. Oteller sırayla
polislere kahvaltı veriyormuş.
Otelimizin karşısında Abbasi Otel’i görüyorum.
Burası 350 yıllık bir kervansaraymış. UNESCO tarafından Dünya mirası listesine
alınmış.
Bugün ilk
olarak Nakş-i Cihan meydanından geçerek
hemen yakınındaki İsfahan Cuma Cami’ne
gidiyoruz. Camii ilk olarak 772-775 senesinde ikinci Abbâsî halifesi el-Mansur
döneminde yapılmış, Harun Reşid’in küçük oğlu sekizinci Abbâsî halifesi Mutasım
döneminde yeniden düzenlenmiş. Cami, Büyük Selçuklu Devleti döneminde, Sultan
Melikşah'ın İsfahan'ı başkent yapmasıyla yeniden imar edilmeye başlanmış. Selçuklu
döneminden Safeviler dönemine kadar çeşitli ilaveler yapılmış ve 19. ve 20.
yüzyıllarda restorasyonlarla günümüze kadar gelmiş. Cuma günleri, Cuma
namazı bu camide kılındığı için Cuma Cami olarak adlandırılıyor. 2012 yılında UNESCO tarafından
Dünya Mirası olarak ilan edilmiş.
Caminin avlusuna girdiğimizde ortada sehpa gibi bir yapı var. Kabeye gidecek olanlara ,gitmeden önce Kabe’de ki ritüeller hakkında bilgi vermek üzere yapılmış bir yapıymış. Avlunun etrafında iki katlı revaklar ve dört adet eyvan mevcut. (Eyvan, üstü çoğunlukla tonozla örtülü, üç tarafı kapalı, bir tarafı tamamen açık mimarî birimdir. Eyvana İran, Selçuklu ve Osmanlı mimarîsinde sıkça rastlanır)
Avlunun kıble tarafındaki kapısından giriyoruz. Muhteşem bir kubbenin altında duruyoruz. Burası Sultan Alpaslan ve daha sonra oğlu Melikşah’ın zamanında vezirlik yapmış Nizamülmülk’ün himayesinde 1086-1087 yılları arasında yapılmış, o nedenle de bu kubbeye Nizamülmülk Kubbesi denilmiş.
Caminin tuğla işçiliği, taşıyıcı kolonları, günümüze dek gelen çinileri ile mimari harikası. Mukarnasın her türlüsünü, taş işçiliğinin en güzelini, dekorasyon olarak İran sanatının en güzel örneğini görüyoruz. Selçukluların küçük mukarnaslarının yanı sıra Safevilerin iri mukarnaslarını aynı binada görmek mümkün. Cuma caminde birçok mihrap var. İran’da bir başka dikkat çekici unsur da camilerde mihrabın zeminden aşağıda olması. Gerek sultanın, gerekse namazı kıldıran imamın, cemaatın ayakları altında olduğunu simgeliyormuş. Kibrin kırılmasına ne güzel örnek.
Mihraplardan birinin önünde cam kaplama var. Aşağısında arkeolojik buluntu görünüyor. Muhtemelen cami bir tapınağın üzerine inşa edilmiş.
Şimdi de bir başka türbeye gidiyoruz. Türbenin kapısı avluya açılıyor.
Karşımızda bel hizasında mavi çiniyle kaplı bir lahit duruyor. Lahdin önünde yerden
35 cm yükseklikte, bir mezar var. Ünlü vezir Nizamül Mülk’ün mezarıymış. 9 yıl
Sultan Alparslan’a daha sonra 20 yıl da
oğlu Sultan Melikşah'a vezirlik yapan Nizamülmülk, 1092 yılında, Haşhaşilerin
lideri Hasan Sabbah’ın fedaisi olan Ebû
Tâhir Errânî tarafından suikast sonucu öldürülmüş. Türbeye gelenleri
Nizamülmülk karşılıyor.
Mavi lahdin solunda gene alçakta üç adet mezar var. En baştaki Melikşah’a onun yanındaki de eşi Terken Hatun’a aitmiş. Bunlar
mavi lahitte kim yatıyorsa onun ayak ucunda yatıyorlar. Mavi lahdin baş tarafında
mezar yok. Lahdin üzerinde siyah beyaz
satranç tahtasını andıran motif var. Satranç fikri geliştirir, siyah
beyaz ise zıtlıkları temsil eder. Demek ki burada yatan çok ünlü biri olmalı. Melikşah
ayak ucunda yattığına göre, buradaki mezarın Melikşah’dan daha ulu birine ait
olmalı.
Evet burada yatan. Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun ikinci sultanı ve
Selçuklu hanedanının kurucusu Selçuk'un torunu Sultan Alparslanmış.
Her ne kadar tarihi kaynaklardaki rivayetlere göre Alparslan'ın mezarı;
günümüzde Türkmenistan sınırlarında yer alan Merv şehrinde babası Çağrı
Bey’in kabrinin bulunduğu Cuma Camisi’ndeki türbede olduğu söylense de, yapılan
kazılarda bir iz bulunamamış. O zamanki yapılan kodlamalar, mezarın İsfahan’da
olduğunu işaret etmekteymiş. Bilimselliği tartışma
götürse de iddianın mantığı tutarlılık da içeriyor.
Türbeyi asırlardır Zaferkendi ailesi bekliyormuş. Ailenin son
temsilcileri, bu kadar önemli bir yapıyı sadece bağışlar ile ayakta tutmaya
çalışıyorlarmış. Türbeden ayrılırken
Nizamülmülk tarafından uğurlanıyoruz. Grup olarak aramızda topladığımız
bağışı türbedara teslim ediyor ve oradan ayrılıyoruz.
Otobüs ile Yeni Culfa mahallesine gidiyoruz. Burası1606
yılında Safevi Sultanı Büyük Abbas'ın emriyle
kurulmuş bir Ermeni mahallesi. 150.000'den fazla Ermeni, bir rivayete göre Osmanlı
İmparatorluğunun gadrine uğradığı için, bir diğer rivayete göre de ipek
ticaretinde mahir olmaları nedeniyle İsfahan’a yerleşmelerinin İran’a fayda
sağlayacağı umulduğu için, Azerbaycan’da
ki Culfa şehrinden (Günümüzde Eski Culfa olarak anılır) getirilerek buraya
yerleştirilmiş. Yeni Culfa hala dünyanın en eski ve en büyük Ermeni
mahallerinden biriymiş. Bir yandan giyim konusunda İran yasalarına uyuyor diğer yandan Ermeni
dili, kimliği, mutfağı ve kültürünü korumaktaymışlar. Günümüzde on bine yakın
Ermeni bu mahallede oturmaktaymış.
Girişinde saat kulesi olan Vank Katedralinin
önünde grup serbest bırakılıyor. Biz de doktor Hanım ile iyice kanka olduk,
birlikte mahalleyi dolaşıyoruz. Mahallenin yapılarının fotoğraflarını çekerken
bir başka caddeye çıkıyoruz. Büyükçe bir pasaja giriyoruz. Tahta işçilikleri
çok güzel. Giyim kuşam çok ucuz, Doktor Hanıma spor mağazasından bir mont
beğeniyoruz. Dükkanın sahibi hanım, dağcı olduğunu söylüyor. Cep telefonundan
videolar gösteriyor. Türkiye’de Erciyes ve Demirkazık dağına tırmanmış. Bir
başka videoda Everest’e tırmanırken görülüyor. Nasıl canlı, pire gibi bir
hatun. Defteri uzatıp adını yazmasını söylüyorum. Paryvash Hassani diye
yazıyor.
Geriye dönerken, değişik bir ahşap kapının fotoğrafını çekiyorum. Birden
kapı açılıyor ve bir genç kız bizi içeri davet ediyor. Kapının yanında ki
sandalyede büyükbaba sokağı seyrediyor. Ev müthiş, salondaki mobilyalar,
mutfak, odalar belli ki bir mimarın elinden geçmiş.
Aile İranlı, evi Ermeni bir aileden satın almış. Anne askılı elbisesi
ile bize kuru yemişle naneli buzlu
limonata ikram ediyor. Babaları ölmüş,
anne, büyükbaba ve iki çocuk birlikte
yaşıyorlarmış. Yerdeki halılardan, eşyalardan varlıklı bir aile oldukları
belli. Derken oğulda gelip annenin yanına oturuyor. Fotoğraf çekmemize izin
veriyorlar. Evin genç kızının az biraz İngilizcesi ile anlaşıyoruz. Nasıl sıcak
bir ortam, ben İran’a yerleşirim arkadaş. Grup ile buluşma vakti geliyor.
İstemeye istemeye evden ayrılıyor, gruba yetişiyoruz.
Çehel Sütun Sarayı’na gidiyoruz. Türkçe karşılığı Kırk Sütun Sarayı. Büyük bir havuzun sonunda, bir parkın ortasında yer alan saray 1647 yılında, Safevi Şahı II. Abbas tarafından eğlence ve kabul törenlerinde kullanılmak amacıyla yaptırılmış.
Sarayın girişinde yirmi tane ahşap sütun sayıyoruz. Ay ışığında girişin
önündeki havuzun suyuna yansımasıyla ahşap sütunların sayısı kırka çıkıyormuş.
Bu nedenle Kırk Sütun Sarayı deniyormuş.
Saray seramik üzerine fresk ve tablolarla
süslenmiş; zaman içerisinde sarayın seramik panellerinden birçoğu yerinden
çıkarılmış ve Batı'daki büyük müzelerin koleksiyonuna dâhil olmuş. Bu fresk ve
tablolar belirli tarihsel olayları betimlemekte.
Bir tabloda, Afşarların
hükümdarı Nadir Şahın ordusu ile Hint
Kralı Muhammed Şahın Babür ordusu arasında 1739’da gerçekleşen Karnal Savaşını
görüyoruz. Bu savaşın sonunda Babür İmparatorluğunun hazinesi yağmalanmış, ve
yağmalananlar arasında bizim de çok iyi bildiğimiz iki elmas var Koh-i-Noor (Işık Dağı) ve Darya-ye Noor (Işık
Denizi). Bunların Tavus Tahtı’nın parçaları olduğu düşünülüyor.Daha sonraları
Koh-i Noor İngiltere’ye götürülmüş, Derya-ye Noor ise İran taç mücevherleri
arasında olup, İran Merkez Bankası’nda saklanıyormuş.
Bir diğer resimde 1511
yılında, Şah İsmail, Safevi devletini güçlendirdikten sonra Özbeklere karşı bir
sefer başlatmış, bu seferde, Özbek hükümdarı Şeybani Han öldürülmüş ve Şah
İsmail, Horasan bölgesinde siyasi birliği sağlamış. Şah İsmail ile Osmanlı
Padişahı Yavuz Sultan Selim arasında geçen 1518 Çaldıran Savaşı ( Çaldıran
Savaşı bizim takvime göre 1514).
Renkli minyatürler ile
çizilmiş, sadece savaşları değil, eğlence, kabul gibi olayları gösterir birçok
tablonun sergilendiği salonun duvarlarının yanı sıra tavanlarındaki aynalı
süsler de çok etkileyici.
Sarayın bahçesindeki havuzun etrafında heykeller var. Saraydan ayrıldığımızda, eskiden sarayın parçası olan şimdilerde park olarak kullanılan alandan geçiyoruz. Parkta Allah Verdi Han, Ali Rıza Abbasi gibi tarihte ün yapmış kişilerin heykelleri var. Genç Hatice Hanım ( Grubumuzda üç tane Hatice var) ile ben gruptan geri kaldığımız için, grupla arayı açıyoruz. O sırada okuldan çıkmış, siyah pardösüleri, yarım bağladıkları siyah baş örtüleri ile genç kızlar bizi çevreliyor. Bizle beraber resim çektiriyorlar. Türkiye’yi çok seviyoruz diye tezahürat yapıyorlar.
Tekrar Nakş-i Cihan
Meydanı’na dönüyor, Ali Kapu Sarayı’na gidiyoruz. Saray, Safevi İmparatorluğu
döneminde, 17. yüzyılın başlarında, I. Şah Abbas tarafından inşa
edilmiş. Şah Abbas, ilk olarak burada 1597 Nevruz'unu kutlamış. Daha
sonra, Şah Safi döneminde yeni bölümler eklenmiş ve tüm inşaat Şah
II. Abbas tarafından tamamlanmış.
Saray altı katlı ve kırk sekiz metre yüksekliğinde. Her bir kata
spiral merdivenle çıkılıyor. Merdivenler o kadar zorlu ki her bir katta
ziyaretçilerin dinleneceği banklar konmuş. Altıncı kattaki Müzik Salonu'nda,
duvarlarda sadece estetik değil aynı zamanda akustik değere de sahip derin
dairesel nişler var. Çatı on dört metre yüksekliğinde çınar ağacından yapılma
sütunlar üzerine oturtulmuş. Ortada küçük bir havuz bile var. O devirde altıncı
katta havuz. Pencereler aperyodik döşeme (aperiodic tiling) sanatının en güzel
örneklerinden. Tavandaki süslerin bir kısmı Şeyh Seyfettin (Şah İsmail’in
dedesi) türbesinden getirilmiş. Ali Kapı, Safevi
mimarisinin en iyi örneği ve İran'ın İslami mirasının bir sembolü
olarak kabul ediliyor.
Üst galerilerden Safevi
şahları, Çavgan'ı ( polo ), ordu
manevralarını ve Nakş-ı Cihan meydanındaki at yarışlarını izlemişler. Sarayın
karşısında Şah Abbas’ın kayınpererinin adını taşıyan Şeyh Lütfullah Cami yer
alıyor. Caminin minaresi yok. İran’da kadınlar tarafından yaptırılan camilerde
minare olmadığını öğrenmiştik, bu cami kadın tarafından yapılan bir cami değil,
minaresi neden yok? Sarayın gözetlenmemesi için minare yapılmamış. Cami saray
mensupları tarafından kullanılmak üzere yapılmış. Hatta cami ile saray arasında
yer altı tüneli bile varmış.
Asıl cami Şah Cami. Sıra ona geliyor. Şah Cami, inşaatına 1611 yılında I.Şah Abbas’ın emriyle başlanmış ve inşaat tam on sekiz yıl sürmüş. Mimarı Ali Ekber İsfahan-i, camideki kitabede adı yazıyormuş.
Mavi çini ve mozaikleri, göz
alıcı işlemeleri ile cami başlı başına bir sanat eseri. Caminin bağlandığı
meydanın mimari yapısı ve kıble yönü nedeniyle ortaya çıkan farklılaşma sonucu
caminin devasa ana kapısı meydana bakarken caminin kendisinin ise kıble yönüne
göre inşa edildiği anlaşılıyor.
Caminin giriş kapısı, koyu
Fars mavisi, açık Türk mavisi, beyaz, siyah, sarı, yeşil ve krem renginden
oluşan çini mozaikten yapılmış yapının en göz alıcı çini dekorasyonunu
sergiliyor. Kapıdan girdiğinizde ortada (50x67) havuz ve avluyu çepeçevre saran
iki katlı revaklar var. Revaklardaki süslemeler, kapının süslemeleriyle aynı. Cami
köşelerinde mermer vazolar var. Caminin dış girişinde bu vazolardan biri
eksikmiş. Anlamı da camide her şey kusursuz olarak yapılmışken eksik vazo ile
tek kusursuz Allahtır demek istenmiş.
İşte caminin içine
giriyoruz. Süslemeleri bir yana akustik muhteşem. Sesi 32 kat artıyormuş. Büyük bir kubbe ile örtülü caminin iç tarafı
ana ibadet mekanı olarak kullanılırken, bu kubbe, göz alıcı mavi renkte
süslemelere sahip. Mekana dolan ışık da caminin içine hoş bir şekilde yayılarak
bu mavi süslemeleri daha da ön plana çıkarıyor. Zengin motif çeşitliliğiyle göz
dolduran caminin çini süslemelerinde geometrik desenler, bitki motifleri,
yazıların yanı sıra güzel hat örnekleri var. Ana ibadet mekanının mahfil
kısmında bulunan minber ve mihrap mermerden yapılmış. Daha önce üzerine
bilinçsizce yazılar yazılarak zarar verildiği için minber cam fanusla muhafaza
altına alınmış.
Bizim ahali, safran ve
firuze alış verişi için acele ederken, rehberlerimiz bizi serbest bırakıyor.
Ben şah camine doyamadım. Camide kalmaya karar veriyorum. Doktor hanımda
benimle kalıyor. Caminin diğer küçük kubbelerinden yansıyan ve duvarlarda
dolaşan seslere kulak veriyorum. Bugün 1 Mayıs. Büyük kubbenin altına gidip 1
Mayıs marşını söylüyorum.
Benden sonra İranlı bir
hanım kız kubbenin altına geliyor, segah bir şarkı söylüyor. O ne ses öyle.
Belli eğitimli bir ses. Camide çıt çıkmıyor. Ses caminin içinde dolanıyor da
dolanıyor, sonra girip kalbimize saplanıyor. Doktor hanım ağlıyor, herkes duygu
yüklü. Daha sonra yaşlı bir kadın bastonu ile gelip “Ya Ali, ya Hüseyin” diye
feryat ediyor.
Bu arada, power bankımı
kaybediyorum. Müze görevlileri seferber oluyor, neyse ki power bank sırt çantasından çıkıyor. İnsanlar
o kadar ilgililer ki utanıyorum.
Doktor hanım ile birlikte
camiden çıkamıyoruz. Fotoğraf çekmekten makine ısınıyor. Camiden çıkarken,
kapının çıkışında granitten oyulmuş büyük bir kase var. Su soğutmak içinmiş. O
devirde graniti bu kadar düzgün nasıl oydunuz ki? Bizden başka camide kimse yok. Mesai çoktan
bitmiş, kimse gelip bize bir şey söylemiyor. Görevlilerden geçe kaldığımız için
özür diliyorum. “Olur mu? Siz bizim camimizi bu kadar beğenmişiniz, biz sizi
bekleriz” diyorlar. Gel de bu İranlıları sevme.
Tekrar Nakş-Cihan meydanına
çıkıyoruz. Akşamın karanlığında ışıklar yakılmış, havuzdaki fıskıyeler
çalışıyor. Ahali piknik yapıyor, çocuklar uçurtma uçuruyor. Tam bir görsel
şölen. Bir diğer ayrıntı, Şah Abbas zamanında çarşı Salı günleri sadece
kadınlar için açık tutuluyormuş.
Ali Kapu sarayı önünde
grupla buluşuyorum. Alışverişten dönenler heyecanlı heyecanlı konuşuyorlar. Biz
tabi İran’da ki serbest havaya kendimiz kaptırıp, gün gün başımızdaki örtüleri
geriye kaydırdığımız için İsfahan’a geldiğimizde tamamen baş açık gezmeye
başladık. Bazı dükkanlarda esnaf göz teması kurmadan, tavanlara bakarak
konuşmuş bizimkilerle. Bazı yerlerde de kadınlar eşarbı gösterip örtmelerini
işaret etmiş, bizimkilerde biz turistiz demişler. E burası İran, olacak o
kadar.
Yürüyerek Atik Restorana
gidiyoruz. Her birimize küçük tepsiler içinde tavuk budu geliyor. Yemekler
nefis, canlı müzikte var. Daha ne olsun.
02 Mayıs 2024 Cuma
Bugün erkenden gene yollara
düşüyoruz. Artık son durağımız Tahran’a doğru yola çıkıyoruz. Yolda giderken
Kaşan’a uğrayacağız.
İsfahan’dan çıkıp, üç
saatlik bir yolculuktan sonra Kaşan’a varıyoruz. Önce Fin bahçesine gideceğiz.
Bugün Cuma, İran’da haftalık tatil günü. Tüm İran ahalisi arabalarıyla buraya
piknik yapmaya geldiği için, bahçeye girersek, akşam trafiğinde Tahran’a dönmek
sorun olacak. Bahçenin benzerlerini gördük nasıl olsa diyerek rotayı şehir
merkezine çeviriyoruz.
Fin bahçesi, Nasreddin Şahın
sadrazamı Emir Kebir’in (Mirza Taki diye de adlandırılır) sarayının olduğu yermiş.
Emir Kebir aynı zamanda Nasreddin şahın kız kardeşi ile evliymiş. Emir Kebir, sadrazamlığı
esnasında birçok reformlar yapmış, bu arada saray kadınlarının hazineyi har vurup harman
savurmasına karşı çıkarak, kadınların harcama yetkilerini kısıtlamış. Alın bu
kadar ile idare edin diyerek hepsini maaşa bağlamış. Saray kadınları bundan hiç
hoşlanmamışlar. Başta Nasreddin şahın annesi olmak üzere Çakırkeyif olduğu bir
gece Nasreddin şaha bir ferman imzalatarak Emir Kebir’i azlettirmişler ve de
aynı gün sarayına bir suikastçi yollamışlar.
Fin bahçesindeki hamamda yıkanırken bilekleri kesilmek suretiyle
öldürülmüş.
Bugün müze olarak kullanılan
tarihi Tabatabai evine gidiyoruz. Ev 1880 yılında, kaçar Hanedanı
döneminde varlıklı halı tüccarı Cafer
Tabatabai tarafından, 19.yüzyılın ünlü mimarı Ali Meryem Kaşani’ye yaptırılmış.
Ev büyük bir avlu etrafında
çevrelenmiş binalardan oluşuyor. Avluda olmazsa olmaz havuz bulunuyor. Ana
avludan başka üç tane daha avlu var. İran
mimarisinde sıklıkla kullanılan alçı sanatı, ayna, çini sanatı, duvar resmi,
kabartmalar, mozaik, rölyef gibi özellikleri burada görmek mümkün. İran
mimarisinde soğutma görevi gören rüzgar kulesi burada da var. Hatta kulenin
içine girebiliyorsunuz. Bu kuleden üç tane var.
Evin odalarında sergiler,
resim atölyeleri, dokuma tezgahları var. İkinci kata çıkmak bir mesele.
Merdivenler hem dar hem de yükseklikleri
40 cm. Güvenlik nedeniyle olduğunu düşünüyorum. Zengin evine bir baskın
olduğunda üst kata öyle hurra diye girilemisin diye olmalı. Evin ana girişinden
başka, erzak ve çalışanların girip çıktığı bir de arka kapısı var. Yaklaşık
altı bin metrekare alan üzerinde oturan evin kapalı alanı dört bin metre kare
olup kırk odası varmış. Odalar
birbiriyle bağlantılı.
Evin tüm pencereleri avlu ve
revaklara açıldığından bütün pencereler vitraylarla kaplanmış ve pencerelerdeki
vitraylarda halı motifleri var. Dışardan tek katlı görünen ev, avludan iki
katlı görünüyor, Ayrıca, mutfak, hamam gibi bölümlerin olduğu bodrum katı var.
Biraz Kaşan dedikodusu
yapalım. Efendim Tabatabailerin kızına bir başka halı tüccarının oğlu talip
olmuş. Hanım kız baba evindeki rahatı ve debdebeyi koca evinde bulamayacağını düşünerek
delikanlıyı reddetmiş. Delikanlıda aynı mimara, en az gelinin baba evi kadar
ihtişamlı bir ev yaptırmış. Aradan on sekiz yıl geçmiş. Hanım kızımız bugün
Boroujerdi Evi diye gezilen eve gelin gelmiş. Bizim zengin kız fakir oğlan
hikayesi buralarda yok hükmünde. İranlı hanım kızlar gerçekçi.
Kaşan yakınlarındaki Sailk Tepeleri, insanlığın en eski yerleşim yerlerindenmiş. En önemlisi Mezopotamya’dakilerden bile eski olduğunu söylene ziggurat (basamaklı piramit şeklinde tapınak) varmış.
Çevrede bol miktarda su kaynakları varmış. Aşkaniler ve Ahameniş devri gümüş sikkelerin varlığı
bölgede büyük krallıkların geliştiğini gösteriyormuş. Ayrıca Hurremdeşt, Natanz
ve Niaser tapınakların bulunması Kaşan'ın Sasaniler devrinde
de büyümeye devam ettiğinin deliliymiş.. Kaşan kenti ismini MÖ 24. yüzyılda
antik metin ve levhalarda adı geçen, Mezopotamya halklarından Kaşu kavminden
almış.
Kaşan halıları ve gülleri
ile ünlü bir şehir. Rehberimiz, Meşhed-i Erdahal’dan bahsediyor. Bu Kaşan
yakınlarında ki Fin ilçesine bağlı Have Erdehal köyünde her yıl Ekim ayının
ikinci Cuma günü yapılan halı “Halı Cuması” denen halı yıkama töreniymiş.
Köyden bir grup, İmamzade
Sultan Ali İbn İmam Muhammed Bakır’ın türbesindeki halılardan birini rulo
yaparak omuzlarına alır, türbe içinde ağıt söyleyip matem tuttuktan sonra
halıyı Finlilere teslim ederlermiş.
Finliler de halıyı türbenin yaklaşık
birkaç yüz metre doğusundaki pınara götürürlermiş. Ellerinde uzun sopalar olan
başka bir grup, “Hüseyin” diyerek, İmamzade’nin intikamını almayı simgeleyen
sopaları sallayarak pınarın başına gelir, halıyı önce tokaçlar sonrada bir güzel yıkarlarmış.
İmamzade’nin gusül edilip yıkandığını simgeleyen bu törenden sonra halı tekrar
türbeye getirilir Erdahal Have halkına
teslim edilirmiş. İmam Hüseyin’in 680 yılında Kerbela’da şehit edilmesinden bu
yana süren bir yas bu.
Kaşan’ın gülleri ünlü demiştim. 27 hektar gül
ekilen Kaşan’da her Nisan ayı “Gül Festivali” yapılıyormuş. Gül yağı ve gül
suyu imalathanesine gidiyoruz. Gül yapraklarının geçtiği işlemleri görüyoruz.
Sonrada gelsin gül yağından yapılan kremler, gelsin gül suyundan yapılan
tonikler. Grubumuzda kadın sayısı çok olunca alış veriş hayli uzuyor.
Kaşan’ın ünlü, Ağa Bozorg Cami’ne gidiyoruz. Giderken evlerin kapısında ki iki farklı tokmak ilgimizi çekiyor. Soldaki tokmak evin beyi ya da eve gelen erkeklerin çaldığı bas sesli tokmak, diğeri de kadınların çaldığı daha küçük tiz sesli tokmak.
Caminin inşasına 1834
yılında Kaçar Hükümdarı Muhammed Şah döneminde başlanmış, Nasreddîn Şah
döneminde (1848-1895) ise tamamlanmış. Mimar Ustad Haj
Sa'ban-ali tarafından yaptırılmış. Burası sadece cami değil
aynı zamanda medrese. Camiye girince hanımlar mine çiçekli çadorları giymeye
başlıyorlar. Camide kimsenin olmadığını görünce çadorlar bırakılıp sadece
başlar örtülüyor.
Caminin ahşap giriş kapısına
Kuran ayetlerinin sayısına eşit 6666 adet çivi çakılmış. Cami çukur bahçe
tekniği ile yapılmış. Aşağıda bir avlu ve havuz, avlunun etrafında da medrese odaları var. Girdiğimiz
katın her iki tarafında revaklar var. Cami kısmında Yezd’de gördüğümüz Muharrem
sandığının, kumaşla kaplanmış hali var.
Mukarnas süslemeleri ,
aperiodic tile kapı pencereleri, çinileri ile, hem çok süslü hem de diğer
gördüğümüz camilere göre çok sade bir yapı.


Otobüse biniyor, Tahran’a doğru devam ediyoruz. Ronak diye bir komplekste çay molası veriyoruz. Restoran ve kafelerin olduğu bir yer. Aileler gelmiş, Cuma tatilini değerlendiriyorlar.
Tahran’a yaklaşırken, etraf
yeşillenmeye başlıyor. Kum şehrinde kurabiye tatlı almak üzere bir mağazanın
önünde duruyoruz. Aman tanrım, etraf bir anda o İran’ın bildiğimiz görüntüsüyle
çevrelendi. Kara çadorlu, sadece gözleri görünen kadınlar doluştu mağazaya. Kum, dünyada İran İslam Devrimi'nin temellerinin atıldığı ve
başladığı kent olarak ünlenmiş, Mollalar Şehri veya Ayetullahlar Kenti olarak
da biliniyormuş. İslam devriminin başladığı 1979’dan bu yana burada her şey
aynı kalmış. Aynı tutuculuk bir milim kıpırdamadan devam ediyor.
Kum
Kentinde çok güzel viyadükler dikkatimizi çekiyor. Şehir ulaşımına büyük
kolaylık sağlayacak hızlı tren projesi için yapılan bu viyadükler, şu anda bir
inşaat mezarlığı. Mollalar hızlı tren şeytan işidir diye fetva vermiş ve onca
para sokağa atılmış.

İran’da eğitim 7 yaşında başlıyormuş, beş yıl ilkokul, üç yıl ortaokul, dört yıl lise olarak devam ediyormuş. Molla olmak için liseden sonra yedi ila sekiz yıl eğitim gerekiyormuş. Devlet okullarında dini eğitim ağırlıklı olduğu için, aileler çocuklarını özel okullarda okutmaya çalışıyormuş. Yabancı dil ağırlıklı okulları bitirdikten sonra üniversite için yurt dışına gitmek istiyorlarmış. Aynı biz.
Tahran’a
yaklaşıyoruz. Muazzam bir türbe önünden geçiyoruz. Humeyni’nin mezarıymış.
İzmir İzmir Tur’un sahibi Bülent Bey’i havaalanına bırakıyoruz. İşleri
nedeniyle dönmesi gerekiyormuş. Biz Tahran’a doğru devam ediyoruz. Trafik
başlıyor. Tahran dünyanın 34.büyük şehriymiş. Nüfusu 15 milyon olup, gündüzleri
nüfusu 17-18 milyona çıkıyormuş. Nüfusun sekiz, dokuz milyonu Türkmüş. Çarşı ve
AVM’lerde çoğunluk Tebrizli Türklermiş.
Hava çok
güzel. Tahran’da iki farklı iklimi görebilirmişsiniz. Hazar kıyıları serin ve
yeşillikler içindeyken, güney tarafı kurak ve soğuk oluyormuş.
Aramis
Hotel’e yerleşiyoruz. Oda o kadar büyük ki içinde at koştur. Yemeği de otelin
restoranında yiyoruz. Yemekten sonra etrafı geziyoruz. Sokaktaki duvarlarda ki
graffiti sanatının en güzel örneklerini görüyoruz.
Bu arada güzel haber, Tebriz'in futbol takımı Traktor şampiyon olmuş. Allaaah Tebriz'de olmak vardı.
03 Mayıs 2025 Cumartesi
Bugün
Tahran’ı gezeceğiz. Tahran, Eskiden başkent Rey'in yakınlarında küçük
bir köymüş. Rey'in 1220'de Moğollar tarafından yıkılmasından sonra
kent halkının büyük bölümü Tahran'a göç etmiş ve Tahran kent olarak gelişmeye
başlamış. Günümüzde Rey'in kalıntıları Tahran'ın güneyinde görülebilirmiş.
Kaçar Hanedanı'nı (1779-1925) kuran Ağa Muhammed Han, 1785'te ele geçirdiği Tahran'ı
1788'de başkent ilan etmiş. Bu tarihten sonra hızla gelişen kent günümüze değin
İran'ın başkenti olarak kalmış. Kaçar Hanedanı'nın 1925'te devrilmesinden sonra
tahta çıkan Şah Rıza Pehlevi'nin (hükümdarlığı 1924-1941)
hükümdarlığı sırasında büyük ölçüde genişlemiş. II. Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında Tahran Konferansı olarak geçen toplantı bu
şehirde yapılmış. Muhammed Rıza Pehlevi'nin hükümdarlığı sırasında (1941-79),
petrol sanayisindeki gelişmenin de etkisiyle kent hızla modernleşmiş. Zaten
İran’da ki tüm yenilikler, eski yapıların yeniden ayağa kaldırılması Rıza
Pehlevi döneminde olmuş.
Bu
günlerde seyrettiğimiz “Cumhuriyet Şarkısı” filminde gördüğümüz üzere Atatürk
ile Rıza Şah arasında “birbirlerine “Kardeşim” diyecek kadar yakın dostluk
varmış. İlk Türk operası “Özsoy” Rıza şah şerefine bestelenip sahneye konmuş.
Sabahleyin ilk durağımız
Azadi Meydanı(Özgürlük Meydanı). Eskiden Şehyad Meydanı olan bu yer İran İslam
Devrimi’nden sonra Azadi Meydani olarak adlanmış. Meydan elli bin metre kare
alanı ile İsfahan’da ki Nakş-ı Cihan meydanından sonraki en büyük meydanıymış.
Meydan Şah Muhammed Rıza Pehlevi döneminde Tarihi Pers İmparatorluğu’nun 2500.
yılı anısına 1971 yılında inşa edilmiş Hüseyin Emanet adlı mimara yaptırılmış.
Meydandaki kulenin
yüksekliği ise 48 metreymiş.. Kulede İslam öncesi ve İslam sonrası İran mimari
ögeleri kullanılmış. Azadi Meydanı ve Azadi Kulesi, Tahran’ın simgelerinden
biri.
Meydanın başında selfi çeken adam heykeli var. Hepimiz telefonlarımızla, heykelin yanında selfi pozu veriyoruz. Çimenlerin üzerinde küçük bir uçak sergileniyor. Son İran şahı Muhammed Pehlevi (aynı adı taşımalarına rağmen babasına Rıza Şah oğluna Muhammed Şah diyorlar), ordu mensubu olup, aynı zamanda pilotmuş. Kendi kullandığı uçakla Azadi anıtının altından geçmiş. O günden bu yana da bunu deneyen başka biri çıkmamış. Uçağın benzeri o günün anısına orada sergileniyormuş. İran halkı, yiğidi öldürse de hakkını veriyor.
Otobüsle giderken Tahran
Üniversitesi ve Tahran tiyatrosunun önünden geçiyoruz. Tiiyatroda kadınlar da
rol alıyorlarmış.
Çocukluğumda, evimize “Hayat Mecmuası” alınırdı. O derginin her
sayısında muhakkak İran ile ilgili haberler olurdu. Dergiden çok iyi tanıdığım
Gülistan Sarayına gidiyoruz. Bizi devasa bir avlu karşılıyor. Avluda da büyük
bir havuz
Gülistan Sarayı, Tahran
surlarının sınırları içerisinde Kaçar Hanedanı dönemine ait bir saray. Sarayın
inşasına Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında
başlanmış ve zamanında İran Türk hanedanı Kaçar Hanedanı'nın şahlarının ikametgâhı olarak
kullanılmış.
Pehlevi Hanedanı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin konuk evi olarak kullanılan bu saray, günümüzde müze olarak kullanılmaktaymış. Şah ve ailesi Sadabad sarayı'nda ikamet etmişler.
İlk olarak mermer tahtın
olduğu terasa gidiyoruz. Burada bir de
mezar taşı var. Nasreddin Şah kendi için bir mezar taşı yaptırmış, sonrada
mermerden yapılan taşı beğenmemiş, yapana çok cüzi bir para vererek onu
aşağılamış. Bugün ise bu taş mermer tahtın yanında sergileniyor.
Nasreddin Şah çok ilginç
adammış, saraya çıkan merdivenlerin altına Ağa Muhammed Şah’ın kemiklerini
gömdürmüş, her gün onun kemiklerinin üzerinden geçerek tahtına kurulmaktan zevk
alırmış. Rıza Pehlevi kemikleri çıkarttırarak başka bir yere gömdürmüş.

Selam salonuna çıkan
merdivenlerin başında ayaklarımıza galoş giyiyoruz. Selam Salonunda Nasreddin
Şah’ın balmumu heykeli, Tavus Tahtı’nın replikasında oturmuş bize bakıyor.
Aynalı Salon, büyük
resepsiyonların verildiği, tören salonu. Hem Rıza Şah, hem de Muhammed Şah’ın
taç giyme törenleri, Muhammed Şah’ın düğün töreni, eşi Farah’ın, Şahbanu ilan
edilmesi bu salonda olmuş.
Fildişi salonu geziyoruz.
Aynanın iki aynında kocaman fildişleri dekor olarak kullanılmış. Burası sarayın
ziyafet salonuymuş. Yerdeki koca salonu kaplamış. İran şahlarına dünyanın
çeşitli ülkelerinde gönderilmiş porselen takımların sergilendiği salondan
geçiyoruz.
Parlak Salona giriyoruz.
Parlak Salon hakikaten parıl parıl parlıyor. Kırık aynalarla kaplanmış tavan ve
duvarlardaki emek gözlerimiz kamaştırıyor. Beş yılda yapılmış.
Saraydan dışarıya çıkıyoruz. Karşıdaki revakların bittiği yerde, ortada saat kulesi ve saat kulasinin iki tarafında simetrik çok katlı yapı var. Muhammed Şah döneminde devlet içinde devlet olduğu söylenen şahın kız kardeşi Eşref’in sarayıymış. Saat Kulesindeki saat İngiltere’de özel yapılmış.
Gülistan sarayı aslında bir saray kompleksi. “Elmas Sarayı”, “Abyaz Sarayı” gibi çeşitli binalar var. Hepsi ayrı ayrı biletle girilen müzeler. Abyaz Sarayı (Beyaz saray) Etnografya müzesi olarak hizmet görüyormuş.
Bizim Abdülhamit tarafından hediye edilmiş parçalarda sergilenmekteymiş.
Şimdi sıra geldi Iran Bastan
Müzesi ( İran Ulusal Müzesi) ni gezmeye. İran Ulusal Müzesi’nin mimarı da
Fransız mimar André Godard’mış. Müze 4800 metre kare alan üzerine inşa edilmiş.
Alt paleolitik dönemden, Sasani dönemi sonuna kadar (MS 651) İran tarihini takip edebiliyorsun. Müzedeki eserler tee taş devrinden başlıyor. İran tarihini anlamadan kendi tarihimizi anlamak pek mümkün değil. Nasıl iç içe geçmişiz, kültür alış verişinin alasını yapmışız. Kibele de var, keramiklerde var. Yunan mitolojisinden Zeus heykeli de var, altın sikkelerde var. Yerleşik düzene geçmeleri, geçirdikleri tarihsel süreç bize o kadar benziyor ki.
Ulusal müzede gezinin özetini yaşıyorsun. Çok çok beğendim. Müzeden sonra, grubun yarısının uçağı akşamüstü. Ya grup hep beraber alana gidip, geri kalanlar Humeyni’nin mezarını ziyaret edecek, ya da bugün yolcu olacaklar başka bir araç ile alana gidip, geri kalanlar Tahran çarşı ile Tuğrul Bey Kulesi’ne gidecekler. Humeyni’nin mezarı kimse tarafından kabul görmüyor, ikinci alternatif de karar kılınıyor.
Yol boyunca sarı taksilerin yanı sıra yeşil taksiler dikkatimi çekiyor. Yeşil taksiler sadece kadınlar içinmiş ve de şoförleri de çoğunlukla kadınmış. Motosiklet kullanan kızları da görmek mümkün. Şalları boyunlarında, trafikte gayet güzel gidiyorlar.
Grubun Tahran’da kalan kısmı, Gülistan Sarayı karşısında ki Tahran Çarşısı’na gidiyoruz. Çarşının içine girince sizi modern bir AVM karşılıyor. En üst kata çıkıp, geze geze aşağıya ineyim, en üst kata çıkmışken bir şeyler yerim diye düşünüyorum. Çarşının en üst katı kuyumculara ayrılmış. Birkaç vitrine bakıyorum. Benim zevkime hitap eden tasarımlar değil.
En alt kata inip, dışarı çıkıyorum. Dışarda çarşının hası var. Sebze meyve satanlar, yemişçiler ile tam bir çarşı. Meyve ve sebzenin bolluğuna hayret ediyorum. Cihan çay alacaktım. Birkaç yere soruyorum. Ben birşey arayınca bulunmaz oluyor nedense. Dükkanın birinde elime farsça yazılı bir not veriyorlar. çayı nulabileceğim dükkanın adını yazmışlar. Kağıdı göstere göstere mağazayı buluyorum. Cihan Şah kutusunu yüksekten bir yerden indiriyorlar. Çok pahalı bir çaymış. Olsun hiç birşey almadım, bunu alacağım. Geldiğimiz gün aldığım kredi kartındaki nakitin çoğu duruyor. Bizim paramız ile 250 TL’ymiş. Satıcı bu markayı herkes bilmez diyor. Tebriz çarşısında içtim, çok beğendim diyorum. Çuvallardaki dökme çaylardan birinden küçük bir poşet hazırlayıp hediye olarak veriyorlar. Ah İran, misafirperverliğin her yerde aynı. Mutlu bir şekilde dükkandan ayrılıp, grubu buluyorum.
Tekrar otobüse binerek Tuğrul Bey
Kulesi’ne gidiyoruz. Tahran'ın güneyindeki Rey şehrinde
bulunan, 12. yüzyılda Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde
yapılmış bir anıt mezarmış.
1063 tarihinde vefat eden Büyük
Selçuklu İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk sultanı Tuğrul Bey'in
mezarı buradaymış. Kapının üzerindeki dikdörtgen kısma gömüldüğü tahmin
ediliyormuş. Tuğladan yapılmış
kulenin yüksekliği 20 metre, duvarların kalınlıkları ise 1.75 metre ve 2.75 metre arasındaymış. Dıştan
görünen şekli 24 açılı bir çokgen(poligon). Kule aynı zamanda güneş saati
olarak kullanılmış. Bu çokgenin her bir
köşesi onar dakikalık zaman aralığını gösteriyormuş. Yılda iki kere, kulenin
içinden bakıldığında ay görünüyormuş. İpek yolu üzerinde olan kulenin içinde
ateş yakılarak kervanlara yol gösterildiği de söyleniyor. Bu çok işlevli kule büyük
depremi ufak tefek çatlaklar ile atlatmış.
Kulenin tavanı yok, kulenin
ortasına gelindiğinde çok güzel eko yapıyor. Kulenin ekosunu “İzmir’in
Dağları’nda Çiçekler Açar” marşını söyleyerek test ediyoruz. Kulenin bekçisi
çok sempatik bir İranlı. Bize Hafız’dan şiirler okuyor. Türkçe sadece Selam ve
Aslan kelimelerini öğrenebilmiş. Biz de ona “Ben sizi seviyorum” demeyi
öğretiyoruz.
Gezinin sonuna geliyoruz. Grubun geri kalanı ile havaalanına gidiyoruz. Ankara’ya gidecek biz dört hanım, herkesi yolcu ediyoruz. Gruptan ayrılırken akrabalarımızdan ayrılıyormuşçasına üzülüyoruz. Sima hanım durup durup sarılıyor. “Simin’im benim” deyip duruyor. Allah için gezi çok güzel geçti. Herkes çok ilgili ve uyumluydu. Gerek İzmir İzmir Tur’un sahibi Bülent Bey, gerekse de İran’da ki grup Simin hanım ve Cevat Bey şahaneydiler. Grubu yolcu ettikten sonra Cevat Bey bizleri havaalanının karşısındaki Airport Otel’e bırakıp alana dönüyor. Şiraz’a uçacak başka bir grubu karşılayacakmış.
Bizler otelde odalarımıza yerleşip, benim oda arkadaşım Hatice Hanım, onun okul arkadaşı Behima hanım ve kızı Petek
aşağıdaki restorana akşam yemeğine iniyoruz.
Şerbetle hamburger yiyoruz. Tam İran işi oldu diye eğleniyoruz. Gezinin
dedikodusunu yapıyoruz. Hepimiz memnunuz, bu grup ile aya bile gidilir diye
espri yapıyoruz.
Gece tam yattığımızda bir gümbürtü kopuyor. Aha da İran'ı bombaladılar, neyse göreceğimi gördüm nasılsa diye düşünüyorum. Kriz anlarında insan saçmalıyor işte. Meğer gök gürültüsüymüş, ardından sıkı bir sağanak yağış başlıyor. Tanrı İran'ı korusun, bu güzel ülkeye acısın.
04 Mayıs 2025 Pazar
Sabahleyin çok erken kalkıyoruz İran saati ile 8:00
da Ankara’ya uçacağız. Cevat Bey üç saat önceden alanda olun diye dünden tembih
etmişti. Onlar Sima ile birlikte dün akşam Şiraz’a uçtular. Biz dört hanım
otelin sağladığı transfer ile alana gidiyoruz. Güvenlik kontrollerinden
geçiyoruz. Hanımlar için yapılan üst aramada bir güzel gene elleniyoruz. Neyse
kural kuraldır deyip pasaport kuyruğuna giriyoruz. Hatice Hanım, Behima Hanım
ve kızı Petek geçiyorlar, sıra bana geliyor. O da ne? Benim biniş kartı üzerine
Farsça bir şeyler yazılıp pasaport polisine gönderiliyorum
Pasaport polisinde, pasaportumu alıyorlar, kendi
aralarında bir şeyler konuşuyorlar, benim pasaport elden ele geziyor, İngilizce
ya da Türkçe bilmiyorlar. Ben de Farsça anlamıyorum. Aradan biraz geçtikten
sonra Azeri Türkçesi ile konuşan biri geliyor. Benim İran’a girişim sistemde
görünmüyormuş. Amerika falan İran damgasına sıcak bakmadığı için
pasaportlarımıza damga vurmadılar, iyi güzelde sistemde görünmemem benim
kabahatim mi? Allahtan Van’dan çıkarken
benim canım polisim çıkış damgası vurmuş. Türkiye’den çıkmışım ama İran’a
girişim yok. E ben on gündür İran’da gezip tozuyorum, otellerde kalıyorum,
uçağa bindim, kimse bir şey demedi, tam ülkenizden çıkacağım şimdi mi aklınıza
geldi? “Grupmusunuz? diyor. “Evet” deyince, gruptan başka birinin pasaportunu
getir diyorlar. Diğer tarafa doğru gidiyorum, gözlerim bizimkileri arıyor. Diğer tarafa geçemiyorum
ki, onlar orada ben burada. Neyse Hatice Hanımı görüyor ve pasaportunu
istiyorum. Sağ olsun hemen veriyor. Pasaportu polise veriyorum. Birazda yeni
pasaport elden ele geziyor. Sonrada onunkini geri veriyorlar. Bana bir şey
diyen yok. Pasaportu masanın üzerine koyup, kendi işlerine bakıyorlar. Bana da
bekle diyorlar iyi mi? Tam bir buçuk saat bankonun önünde bekliyorum. Ağlamamı
mı beklediler, yalvarmamı istediler, dertleri ne anlamadım. Uçağın kalkış saati
yaklaşıyor. “Tamam” dedim, uçak kalkar sonra da Türk Elçiliğini ararım.
Alsınlar beni ne yaparlarsa yapsınlar.
Tam ben bunları düşünürken Behima hanım, polisin
olduğu odaya dalıyor. El kol hareketleri ile Türkçe “Neden bırakmıyorsunuz
arkadaşımızı?” diye bağırıyor. Arkasından Petek, onunda arkasında Hatice Hanım
dalıyor. Ablalarım, resmen polisin ofisi basıyor. Herkes bize bakıyor. Ben
bankonun diğer yanından bağrınıyorum. Polis yerinden kalkıyor, nihayet benim
pasaportu eline alıyor ve pasaportun resimli ve Türkiye çıkışının olduğu sayfalarının
fotokopisini çekiyor. Beni diğer kapıdan içeri alıyor. Pasaport ile biniş
kartını veriyor. Hadi gidin diye hepimizi kovalıyor.
“Al Sana İran”, “Al Sana İran” diye söyleniyorum.
Tüm güzel anıları yerle bir ettiniz. Bizim hanımların odaya dalması mı, uçuş
saatinin yaklaşması mı ellerinden kurtulmama neden oldu bilmiyorum. Uçağın
kapısına vardığımızda bir de fırça yiyoruz. Neden geç kalmışız, otobüs bizi
bekliyormuş. “Onu polisinize sorun” diyorum.
İnsan nedir sorusuna Sadi Şirazi ne güzel cevap
vermiş. "Yek katre-i hûnest, sâd hezârân
endîşe" (Bir damla kan ve yüz binlerce endişe). Endişe dolu o bir buçuk
saatten sonra yolculuk boyunca olayın etkisini üzerimden atamıyorum. Ankara’ya
gelene kadar “Al sana İran” diyorum.” Al sana İran”.
İran’a girişim yok, çıkışım da yapılmadı. Ben
Kapıköy sınır kapısından Tahran Havaalanına nasıl geldim o da onların sorunu.
FERYAL BEKDİK
MAYIS 2025- ANKARA
Feryalcim, teşekkürler bütün bir İran tarihini tanidim.
YanıtlaSilSizinle yoldaşlık edip sonrasında böyle güzel bir anlatımla tekrarını yaşamak paha biçilemez oldu emeğinize kaleminize yüreğinize sağlık Feryal hanım
YanıtlaSilGünhur Başıbüyük ben. Şahane toparlamışsınız Feryal Hanım. Çok teşekkürler. Çıkıştaki tatsızlık da olmasa çok iyiymiş. El Gölü’nde büyük kaselerde komposto gibi şeyler gördük. Sonra başka yerlerde de karşımıza çıktı. Tatlı turşuymuş. Farsçasını öğrenemedim, bize şirin turşu dediler.
YanıtlaSilRuhum henüz dönemedi, oradayım. Ben de Allah bu güzel Ülke’yi korusun diye dua ettim.
Yüreğine kalemine sağlık ablacım. Serap Aytaç Güneş
YanıtlaSilFeryal hanimcigim kaleminize sağlık.İran yolculuğunda sizi tanımak harikaydı.Yazdiklarinizla İran yolculuğunu tekrar yaşamak ise paha biçilmez oldu.Tesekkurler.
YanıtlaSilNalan CEBE
Feryal hanimcigim yüreğinize, kaleminize sağlık.İran gezisinde sizi tanımak ve bu deneyimi birlikte yaşamak çok güzeldi.Yaziniz sayesinde İran 'ı baştan sona tekrar gezmek paha biçilemez bir an yaşattı.Tesekkurler.
YanıtlaSilMuhteşem bir yazı. Gezerken atladigim noktaları yeniden gördüm. Fotoğrafların arasında kendimi görmek de güzel bir sürpriz oldu. Teşekkürler.
YanıtlaSil