KASTAMONU THBT AĞA GEZİSİ
SAFRANBOLU, KASTAMONU, İNEBOLU GEZİ NOTLARI (17-19 MAYIS 2025)
Bilenler bilir,
ODTÜ Türk Halk Bilimleri Topluluğu (THBT) nin okuldan sonrada birbirinden
kopmayan üyeleri olarak, her yıl Ağa seçimi yaparız. Ağa da marabalarını seçer,
hep birlikte bir yıl boyunca topluluğun
gelenek haline gelmiş tüm aktivitelerini organize ederler. Bu yıl Sema, ağa
seçilince, çok istediğim Kastamonu gezisini yaparlar herhalde, ağamız ne de
olsa Taşköprülü diye içimden geçirdim.
İçimden geçen
gerçek oldu, “Gezi Marabası” Demet, “Haydeee Kastamonu’ya gidiyoruz” diye haber saldı. Anında da “Gastamonu Gastamonu
Dep Dep Dep” diye WhatsApp grubu açıldı. Yerel ağızda Kastamonu’ya Gastamonu
derlermiş. Dep dep dep de ahali futbol takımlarına tezahürat olarak topu tep
anlamında bağrınırmış.
Program üç ay
önceden yayınlandı. Şahane üçlü yapmışlar Safranbolu-Kastamonu-İnebolu, hem de
İnebolu’yu 19 Mayıs gününe denk getirmişler. Talepler geldikten sonra, İki ayrı
grup oluşturdular. Birinci grup İstanbul’dan, ikinci grup Ankara’dan hareket
edecek ve Safranbolu’da buluşulacak. Sonunda hareket günü geldi. Biz ikinci
etap yolcuları, sabahın köründe ODTÜ Vişnelik’te buluştuk.
17 Mayıs 2025 Cumartesi
Yıllardır
birbirini tanımanın verdiği rahatlıkla hepimiz birbirimize yardım ederek,
espriler yaparak arabamıza yerleşiyoruz ve gezi başlıyor.
İstanbul
grubunun yolu bizden uzun, o nedenle rahat rahat yolda çay molası veriyor,
oyalana oyalana gidiyoruz. Genç
marabalar kuruyemiş dağıtıyorlar, yanında da çöp poşeti veriyorlar. Bu incelik
hepimizin hoşuna gidiyor.
Ne kadar
oyalansak da Safranbolu’ya vardığımızda diğer grubun daha epey yolu olduğu
anlaşılıyor. Biz de boş durmayalım, Tokatlı Kanyonu’nda ki cam terasa gidelim
diyoruz. Tokatlı Kanyonu, Hızar
Çayı'nın yatağındaki kireç taşı tabakalarının binlerce yılda aşınması sonucunda
oluşmuş. Kanyonun bir ucu Tokatlı köyünde, diğer ucu ise Eski Çarşı’nın Gümüş
mahallesine kadar uzanmaktaymış. Tokatlı Kanyonu üzerinde, yerden 80 metre
yükseklikte, 11 metre genişlikte inşa edilmiş olan cam seyir terasında kanyonun
muhteşem manzarasının keyfini çıkarıyoruz.
Teras üzerinde
dolaşıyor, tekli, çiftli, toplaşmalı fotoğraf çekiyoruz. Aysel’in yükseklik
korkusunu yenmeye çalışıyoruz. Cam teras 75 Ton taşıyacak şekilde dizayn
edilmiş desek de Aysel’e kar etmiyor. Gençlerden Türkü ile Çağrı zipline
yapıyorlar. (Yüksek bir noktadan,
alçak bir noktaya bağlanmış çelik halat
vasıtası ile emniyet kemeri giyerek kendi ağırlığınızla ve yerçekimi yardımıyla
kayma aktivitesi). Dondurmacılar bağırıyor “Bir top dondurma 10 TL” diye. Kaldı
mı 10 TL’ye dondurma? Safranbolu’ya gelmişken safranlı dondurma yiyelim
diyoruz. O zaman iş değişiyor, Bir top 50 TL oluyor. Safranın kilosu olmuş
350.000 TL, adamlarda haklı. Safranlı dondurmayı çok beğeniyorum. İran’da
yediğimden kat be kat güzel.
Cam terasın etrafında kafe, restoran, çocuk bahçesi ve de ters ev var. Haber geliyor, İstanbul grubu Restoranın olduğu yere gelmek üzereymiş. Arabalara binerek Safranbolu’ya gidiyor, Havuzlu Köşk’ün önünde İstanbulluları karşılıyoruz.
Havuzlu Köşk
eski bir konak. Bahçesinde kış bahçesi gibi bir yer var, yemeği orada
yiyeceğiz. Buraya havuzlu köşk denmesinin nedeni, evin ikinci kat salonunda
kocaman bir havuz var. O devirde, izolasyonunu nasıl sağladınız? Su tesisatını
nasıl döşediniz? Evin otantik havası aynen korunmuş.
Tarihi Safranbolu evlerinin, kapılarının, çeşmelerinin restore edilmiş, edilmemiş ne varsa fotoğraflarını çekerek tepeye doğru tırmanıyoruz.

Kale olarak
adlandırılan Tepeye vardığımızda bizi üç katlı tarihi bir bina karşılıyor.
Eskiden Kaymakamlık binasıymış, yani bildiğimiz Hükümet Konağı.
Bina 1904-1906 yılları arası inşa edilmiş ve 19 Ocak 1976 yılına kadar hükümet konağı
olarak kullanılmış ve bu tarihte çıkan bir yangın sonucunda kullanılamaz hale
gelmiş. 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından restorasyon çalışmalarına
başlanmış ve 2006 yılında tamamlanarak, Kent Tarihi Müzesi olarak hizmete açılmış.
Konağın girişinde UNESCO Dünya Miras şehri 17 Aralık 1994 diye tabela
dikkatimizi çekiyor. Unesco 17 Aralık 1994’de Safranbolu’yu tarihi dokusuyla
“Dünya Mirası” listesine almış.
Safranbolu, eski
çağlarda Homeros'un İlyada destanında
geçen Paflagonya bölgesinde
yer alıyor ve bilinen tarihi MÖ 3000 yıllarına kadar gitmekte. Milattan önce binli yıllarda Hititlerin yıkılışından sonra
Kastamonu, Sinop,Bartın, Çankırı, Karabük, Çorum, Bolu, Zonguldak ve Samsun’u
içine alan bölgeye Paflagonya (Demir Atlılar Ülkesi) denmiş. Bölgedeki bilinen ilk medeniyetler Hititlerin komşuları
olan Gaspalar ve Zalpalarmış. Bölgede
sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler,
Helenistik Krallıklar (Pondlar), Romalılar (Bizans) Selçuklu Hanedanı,
Çobanoğulları, Candaroğulları ve
Osmanlılar egemenlik kurmuşlar.
Şehir Selçuklular tarafından
fethedildiğinde adı Dadibra imiş. Selçukluların idaresinde şehrin adı Zalifre
olmuş. 1326'da Candaroğulu Süleyman Paşa şehri ele
geçirmiş, Safranbolu 14. yüzyılın ortalarında
ilk defa Osmanlı kontrolüne geçmiş ve bu tarihten, 1416'da tamamen fethedilene kadar Osmanlı Devleti ile Candaroğulları arasında bir sınır bölgesi
olmuş. Bölgeye Osmanlılar, Yörükan-i Taraklı olarak
bilinen çok sayıda Türkmen göçebeyi yerleştirmeye çalışmış ve şehrin ismi bu
dönemden sonra Taraklı Borglu veya kısaca Borglu ve Borlu olarak adlandırılmış. 18. yüzyılın ortalarında
Zağfiranpolis kullanılmaya başlanmış ve daha sonra 19. yüzyılın ortasında
kısa bir süre için Zağfiran Benderli kullanılmış fakat 19. yüzyılın son
çeyreğinde Zağfiran Bolu olarak değişmiş. En son olarak ise Zafranbolu ve
daha sonra Safranbolu şekline dönüşmüş.
1939'da işletmeye
alınan Karabük Demir Çelik Fabrikası ile
Karabük ilgi merkezi durumuna gelmiş ve Safranbolu 1950'lerde Anadolu'da
gerçekleşen modern şehirleşmeden fazla etkilenmemiş. Bu nedenle mimari
gelenekleri, özellikle yarı ahşap,
üç odalı Pontian Yunan stilinde ki depreme dayanıklı evleri korunmuş.
Safranbolu denince, aklımıza
Safranbolu evlerinden sonra, ilk olarak safran bitkisi geliyor. Safran, soğan
ile üreyen bir bitkiymiş. Toprak üstü kısmı tek yıllık, toprak altı kısmı çok
yıllıkmış. Toprak altındaki soğan kısmı üç yıl süresince her yıl filiz vererek
yeni bitkiyi oluştururmuş. Ağustos sonu Eylül başı ekimi yapılıyormuş.
Çiçeklenme, Ekim ayının üçüncü veya dördüncü haftasından başlayarak 15 Kasım'a
kadar sürmekteymiş. Her bir bitkiden ortalama 7-8 adet çiçek alınmaktaymış.
Çiçekler viyole (mor) renkli olup, zambağa benzemekle birlikte, daha çok lale
büyüklüğündeymiş. Çiçekte üç adet sarı renkli erkek organ bulunmaktaymış. Bu
kısım kozmetikte kullanılmaktaymış . Çiçeğin asıl önemli olan organı, dişi
organmış. Bir adet olan dişi organ yumurtalık (ovary), yumurta borusu ve
tepecik (stigma)'dan oluşmaktaymış. Tepecik kısmı, uzunlukları 2,5-3,5 cm olan,
flament de denilen, ipliksi görünüşlü olarak üç parçaya ayrılırmış. Tepecik
(stigma) koyu kırmızı renkteymiş ve bitkinin yararlanılan organı, işte bu üç
parçalı olan tepecik kısmıymış. İşte bu kısma "safran" denilmekteymiş ve ilaç sanayiinde
kullanılmaktaymış. Şimdilerde yaprakları bile çay niyetine kullanılıyor, içine
bal katılarak şifa niyetine içiliyormuş.
Safran kozmetik sanayi ve ilaç sanayinden başka gıda
sanayinde kullanılmaktaymış. Kendi ağırlığının 100.000 kat suyu sarıya boyayan bitkiymiş.
Ülkemizde ise, safran kullanımı yaygın değilmiş. Eskiden beri, yalnızca zerde,
aşure ve pilavda safran kullanılmaktaymış. Son birkaç yıldan beri de lokumcular,
diğer lokum çeşitlerinin yanı sıra içine safran katılmış lokumla, lokum çeşitlerini
zenginleştirmişler. Her yıl Kasım ayında 'Safran Hasat Şenliği'
düzenlenmekteymiş.
Safranbolu’nun bir diğer tarihi özelliği, Osmanlı ordusunun
deri ihtiyacını karşılayan belde olması.Deri işleyen kişiye tabak, bu işin
yapıldığı yere ise tabakhane denilmekteymiş. Bölgede
ahilik görüşüyle ustadan çırağa öğretilerek yaşatılan dericilik; semercilik,
yemenicilik, saraçlık gibi pek çok el sanatı ve iş kolunun ortaya çıkmasına da
vesile olmuş. Safranbolu' da 800 yıllık geçmişe sahip ve 350' ye yakın
tabakhaneden bugüne ulaşabilmiş, tek tabakhanede sonunda müze olmuş.
Tabakhanelerin,
tabakhane olduğu yıllarda Safranbolu’da köpek nüfusu epey fazlaymış. Geleneksel
ve ilkel deri işleme şekline göre hayvan derisi taze ve sıcak hayvan dışkısı ve
idrarı ile yıkanıp yoğrulur ve tabaklanırmış. Bunun için her an sıcak kakaya
ihtiyaç varmış ve kaka toplayıcıları bunun için dışkıyı toplar, koşa
koşa tabakhaneye taşırmış. Bir işte gereksiz acele edenlere “Ne o
tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun?” denmesi oradan geliyormuş.
Kent Müzesi’nde, Safranbolu’yu ve Safranbolu halkını anlatan
panoları okuyarak, sergilenen eşyaların fotoğraflarını okuyarak, gezimizi
tamamlıyor. Merdivenler de toplaşarak fotoğraf çektiriyoruz.
Kent Müzesi’nin arkasında saat kulesi var. Binanın yan tarafındaki parkta da Minyatür Park yapmışlar, ünlü saat kulelerinin maketlerini sergilemişler. Erzurum, İzmir, Dolmabahçe, Saray Bosna, Samsun saat kuleleri en çok ilgi çekenler arasında.
Arastaya gidiyoruz, yemeniciler, demirciler
arastasının sadece adı kalmış, her yer hediyelik eşya satan dükkan ve kafe olmuş.
Sadrazam İzzet Mehmet Paşa camiine gidiyoruz.
Avluda paşanın mezarı var. Paşa, Safranbolu’da doğmuş. Padişah II.Selim’e sadrazamlık yapmış. Daha sonra
Manisa’ya sürgüne gönderilmiş ve orada vefat etmiş. Manisa Mevlevihane’sine
gömülmüş. Mevlevihane yıkıldıktan sonra
baş ve ayak taşı Safranbolu’ya getirilerek adını taşıyan camiinin avlusunda
sembolik bir mezar yapılmış. Paşa, “Paşa Suyu” diye bilinen suyu İncekara
Köprüsünü yaptırarak şehre getirmiş. Yukarıda bahsettim, Kale’de ki saat kulesinin yapımını sağlayan Paşa..
Sırada Kaymakamlar Müze Evi var. Ev, 18 ve 19.yüzyıl Türk toplumunun geçmişini, kültürünü ve yaşama biçimi ile teknolojisini yansıtan Safranbolu Evleri arasında önemli bir örnek. 19.yüzyıl başlarında yapıldığı sanılmaktaymış. Sahibi Safranbolu Kışlası kumandanı Hacı Mehmet Efendiymiş. Hacı Mehmet Efendi’ye yarbay karşılığı olan “Kaim –Makam” denilmesi nedeniyle ailesi, dolayısıyla evleri halk arasında bu isimle söylenegelir olmuş. Ev o zamanki yaşantıyı yansıtan, yer sofrası, gelin hazırlama gibi canlandırmalar ile zenginleşmiş. Bir de dolap denilen haremlik bölümü ile selamlık bölümü arasında dönerli sistem var. Bir taraftan konan yemek, kap kacak döndürülerek diğer taraftan alınıyor. Böyle bir sistem olurda sadece yemek taşımaya mı yarar? Kadın erkek arasında iletişim aracı olarak bile kullanılmış. “Ne dolaplar çeviriyorsun?” tabiri de bunu kast etmekteymiş.
Cinci Hanın önüne geliyoruz. Rehberimiz Cinci
Hocanın hikayesini anlatıyor. Efendim, Dördüncü Murad'ın vefatı sonrası tahta geçen Sultan İbrahim, ruhi
bunalımlar içerisindeymiş. En önemlisi de Osmanlı soyu Sultan İbrahim ile
tükenmenin eşiğine gelmiş. Öyle ki hanedanın "Kırım Hanlığı"na
geçmesi en ciddi çözüm yollarından birisi olarak tartışılmaktaymış.
O sıralar, Safranbolulu Hüseyin, Evliya Çelebi
ile birlikte aynı sınıfta medrese tahsili görmekteymiş. Bizim Hüseyin, cin
muska işlerine merak sarmış. Bu sahanın hem gelir kapısı hem de insanlar
üzerindeki efsunlu tesiri, bu yarı eğitimli medrese talebesini fazlasıyla cezbetmiş.
Adı Cinci Hüseyin’e çıkan zatın kanına bir kez cincilik ve muskacılık
müptelalığı bulaşmış. Artık iflah olamadığı gibi medresenin adını da lekeler
olmuş.
Kösem Sultan, padişah İbrahim’in derdine derman
ararken yolu Cinci Hüseyin ile kesişmiş. Cinci Hüseyin, Padişahın derdine
derman olacak ve Osmanoğlu hanedanlığını yok oluştan kurtaracak kişi olmuş. Cinci
Hüseyin, saray ve etrafındakiler üzerinde o kadar etkili olmuş ki, Padişahı
iyileştirdikten sonra Anadolu kazaskerliği makamına kadar yükselmiş ve
rüşvetçiliği sayesinde Karun gibi zengin olmuş.
İngiliz sefir ve Osmanlı tarihçisi Sir Paul
Rycaut'un iddiasına göre Kösem Sultan katledildiği anda dahi elbiselerinin
arasından Cinci Hüseyin Efendi'nin muskası çıkmış
Osmanlı'nın bozulan ekonomisini düzeltmek üzere
göreve getirilen Kemankeş Kara Mustafa Paşa ki devrinin çok ötesinde bir
zihniyete ve devlet adamlığına sahip olmasına rağmen, Cinci Hüseyin Efendi'nin
rüşvet ağına çomak sokmasının bedelini canı ile ödemiş.
İstanbul'daki sarayının yanı sıra bugün
Safranbolu'nun simgesi olarak bilinen abidevi Cinci Hanı'nı da yaptıran Cinci
Hüseyin Efendi, akıl, mantık payitahtı terk ettiği bir devirde kadılık
vazifelerini alenen para karşılığı satmaya başlamış. Günden güne öyle
zenginleşmiş ki kişisel serveti Osmanlı hazinesi ile yarışacak boyutlara
ulaşmış.
Cinci Hoca’nın birikim aşkı ne denli büyükse cimriliği ve mala düşkünlüğü de o
denli güçlüymüş ki kellesini de rüşvetçiliğinden ziyade cimriliği uçurmuş.
Sultan İbrahim azledildikten sonra Sadrazam
Sofu Mehmed Paşa, Cinci Hoca'dan 200 kese altını cülus sırasında bağışlamasını
istemiş, ama cimrilikte ısrar eden Cinci Hoca bu parayı vermemiş. Bu kez
kethüda eliyle Hocanın evine zorla girildiğinde herkes dehşete düşmüş. Binlerce
kese altın evin çeşitli yerlerine istiflenmiş şekilde ele geçirilmiş. Belki 200
keseyi verse bu yaşanmayacak. Cinci Hüseyin'in tüm hayatı boyunca çalıp
çırptığı paralar tek başına IV. Mehmed'in cülûs bahşişine yetmişte artmış bile. Cülus
Bahşişi öyle sıradan bir iş değil, padişah değişikliği sonrası dağıtılan bu
para hazinenin neredeyse tamamen boşalmasına neden olan bir hadise.
Kadılık gibi önemli bir makamı rüşvetle satarak
Osmanlı hazinesi ile yarışacak bir servet biriktiren Cinci Hoca’ya bu para
hayır getirmemiş, nihayet 1648'de katledilmiş. Yaa işte böyle bizimde bir
Rasputin’imiz varmış da haberimiz yokmuş.
Rehberimize ODTÜ bardağımızı veriyor ve kendisi ile vedalaşıyor ve Cinci Han’a giriyoruz. İpekyolu’nun etkinliğini yitirdiği 20. Yüzyıla kadar Kervansaray olarak kullanılan Cinci Han, günümüzde otel, restoran ve kafeleriyle hizmet veriyor. Hanın içinde bir de Kahve Müzesi var.
Kahve müzesini gezip, çay kahve molası verdikten sonra,
Safranbolu’ya tepeden bakmak üzere Hıdırlık Tepesi’ne çıkıyoruz. Şehrin
kuş bakışı en güzel izlenebileceği yerlerden biri olan tepe, Türklerin
Safranbolu'ya ilk geldiklerinde konuşlandıkları bölge olarak biliniyormuş.
Burada yağmur duaları ve hıdrellez kutlamaları yapılıyormuş. Safranbolu Evleri’nin en önemli özelliği hiçbir ev diğerinin
önünü kapatmıyor, güneşini kesmiyor. Bu manada kul hakkına girmemekle
övünüyorlarmış. Hıdırlık Tepesi’nde Safranbolu’nun muhteşem manzarasının keyfini
çıkarıyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Birazda Safranbolu’lu ünlülerden bahsedelim. Film yönetmeni, Türker ve Berker İnanoğlu kardeşler. O güzel konaklardan biri de bu ünlü kardeşlerin ailesine aitmiş. Modacı Cemil İpekçi’nin anneannesi Yörük köyündenmiş. Ünlü modacı ara ara gelip burada sergiler açıyormuş. 20.yüzyılın önemli sopranolarından Leyla Gencer’in baba evinin önüne divamızın heykelini dikmişler. Siyasetçi Kemal Anadol’da Safranboluluymuş.
Korhan mikrofonu alıyor. Kırk yıllık solistler taş yesin, bize türkü ziyafet veriyor. Sırılsıklam ter içindeyiz. Sabahın köründe kalkıp yollara düşmüşüz, onca yol gelmişiz, bu enerjiye kendimiz bile hayret ediyoruz. Biz birbirimizden güç alıyoruz. Hem de ne güç.
Gruplar halinde üç farklı otele dağıtılıyoruz. Oteller eski konaklardan bozma olduğu için hepimizi aynı yerde yatırmak mümkün olmamış. Ben oda arkadaşım Emel ile birlikte Toprakçılar Konağı’nda kalıyorum. Yatağa beş kala sızmışım.
18 Mayıs 2025 PAZAR
Giriş katında kocaman bir salon var. Duvar dibine sıralanmış divanlar ve önünde alçak masalarda kahvaltı yapıyoruz.
Arabalarla Mimar Vedat TEK Kültür ve Sanat Merkezi’ne gidiyoruz. Mimar Vedat TEK Kastamonu Valiliği görevinde de bulunan Sırrı Paşa'nın oğluymuş. 1902 yılında hizmete açılan Kastamonu Hükümet Konağı’nın da mimarıymış. Kendisi 1. Ulusal mimarlık üslubunun önde gelen temsilcilerinden
75.Yıl Cumhuriyet Müzesi’nde geleneksel giysiler, silah koleksiyonları, fincan takımları ıvır zıvır sergileniyor. En dikkat çekici obje, Kastamonu Sanat Mektebinde (1904-1907) yıllarında atölye şefi Taşköprülüoğlu Mehmet Efendi tarafından yapılan el yapımı piyano. Bu piyanodan o devirlerde Kastamonu gibi bir yerde beş adet yapılmış.
Dantel Müzesi’nde ise bizim gibi yaşı kemale
ermişlerin çeyiz sandıklarımızdan aşina olduğumuz her türlü dantel
sergilenmekte. Demet, “THBT Müzesi kursak ya” diyor. Ben de “Benim elimde ne
varsa müzeye bağışlamaya hazırım” diyorum.
Keşke yapabilsek. Danteller sandıkta sararmaktan kurtulurlar.
Azerbaycan'lı merhum ünlü Ressam ve Heykeltraş Adalet Bayramoğlu tarafından yapılan Atatürk'ün 13 sözünün rölyeflerinin bulunduğu bölümün önünden geçiyor ve bebek müzesine giriyoruz. Çoğunluğu Dr Lale Özder tarafından bağışlanan bebeklerden oluşmuş. Ben en çok Sepetçioğlu ekibini beğeniyorum.
Toplaşma fotoğraflarından sonra tekrar arabalara binerek, bu sefer Şeyh Şabani Veli Dergahı’na gidiyoruz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli ve Şeyh Şaban-ı Veli Anadolu'nun 4 büyük evliyası olarak kabul ediliyormuş. Şeyh Şaban-Veli, Halveti tarikatının Şabaniye kolunun kurucusuymuş. Zaten Kastamonu evliyalar diyarıymış. 17.000 evliya varmış.
Şeyh Şabanı Veli Külliyesi’nde, Dergah Evleri, Cami, Türbe, Kütüphane, Asa Suyu ve Şadırvan var. Türbede Şaban-ı Veli ile birlikte 1.postnişini, türbedarı ve peşkirdarı birlikte yatıyorlarmış. Şaban-Veli’nin bir sözü hoşuma gidiyor.
Gidişiniz güle güle
Her işiniz güle güle
İlim kazan
Dünyalık kazan
Ahiret kazan
Kazanda ye
Burası en çok ziyaret edilen yerlerden
biriymiş. Asa suyu, Şaban-ı Veli’nin yere vurmasıyla çıktığına inanılan suymuş.
Zemzem suyu ile aynı tat ve kokuya sahipmiş. Bazı hastalıklara şifa olduğuna
inanıyorlarmış.
Cami çok sade ve bir o kadar güzel. Avizesi muhteşem. Mihrabın etrafındaki oymalar, minberdeki ahşap işçiliği, duvarlardaki hatlar görmeye değer. Camiinin içinde 41 adet halvet odası var. Namazda, akla ve kalbe gelen düşüncelerden dolayı namaz kabul olsa da makbul olan vesveseden arınmış şekilde namaz kılmakmış .Bunun içinde akli ve kalbi olarak kendini geliştirmek ve Allah yolunda ki şeytanın koyduğu engellerden arınmak lazımmış. Bu halvet odalarında tefekküre dalınır, vesveseden uzak ibadet etmenin yolu aranırmış.
Atabey Gazi (Kırk Direkli) Camii ve Türbesi’ne gidiyoruz. Kastamonu’nun en kadim ve en büyük camilerinden birisiymiş. Şehre hâkim bir mevkide, kaleye sırtını dayamış olan caminin kuzeydeki cümle kapısının söveleri, renkli mermerden geçme tekniği ile yapılmış.
Halk arasında camiye Kırkdirekli denmekteymiş. Bunun sebebi, caminin
içinde altlı ve üstlü olarak gerçekten de kırk adet ahşap sütünün bulunması ve camiyi
bu sütunların taşımasıymış. Tavanı da ahşap olan caminin minaresi de kesme
taştan Selçuklu tipinde kısa olarak yapılmış. Camide devekuşu yumurtası
asılmış, camiyi örümcekten koruyormuş.
Rivayete göre, Selçuklu Devletinde üst düzey komutanlardan birisi olan
Hüsamettin Çoban Bey, Kastamonu’yu fethettiğinde kalenin eteklerinde bir cami
yaptırmış ve ilk Cuma namazını burada kılmış. Cuma hutbesine çıkarken de,
fethin simgesi olarak minbere kılıç kuşanarak çıkmış. Daha sonra bu cami
yıktırılarak yerine bugünkü Atabey Cami yaptırılmış. Ancak, fethin ardından
kılınan ilk Cuma namazında minbere kılıçla çıkan Hüsamettin Çoban Bey’in
başlattığı gelenek devam ettirilmiş. Günümüzde de Atabay Camii’nde imam hala
Cuma hutbesi için minbere çıkarken kılıç kuşanma geleneğini devam
ettirmekteymiş.
Camiinin içindeki ahşap işçilik şahane. Hele mihraptaki süsleme ve külah
şeklindeki derinlik hepimizin dikkatini çekiyor. Caminin doğu kısmında bulunan
türbede Atabeygazilerden birisi yatmaktaymış. Giriş kapısının karşısında ise
Maden Dede ve İsa Dede’nin bulunduğu türbe yer almakta.

Sırada
Yakup Ağa Külliyesi var. 1547 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın hazine reisi
Yakup Ağa tarafından yaptırılan Yakupağa Külliyesi, medrese, imaret,
misafirhane ve sübyan mektebinden oluşuyor. Cami ise Yavuz Sultan Selim'in
hocası Halimi Çelebi tarafından yaptırılmış ve 1547'de Yakup Ağa tarafından
onarılarak, şimdiki halini almış .Yakupağa Halimi Çelebi camii, kesme taştan ve
Osmanlı mimarisini en güzel örneklerinden sayılmaktaymış. Cami kubbeli olup,
16.yüzyılda Anadoluda yapılan ilk akustik özelliğe sahip camiymiş.
Aşıklı Sultan Türbesi’ne gidiyoruz. Bu türbe, Kastamonu’da tarihi bilgilerin rivayetlerle yoğrularak karşımıza çıkardığı türbelerden biri. Halk arasında Yanık Evliya adı ile anılan Aşıklı Sultan’a aitmiş. Türbe içeresindeki beş sandukada bulunan zatların, Kastamonu’nun 1116’da Bizans’tan tekrar alınması esnasında şehit düşerek bulundukları yere defnedilen kişiler olduğu kabul edilmekteymiş.
Daha
sonra, yaklaşık hâkimiyetleri 100 yıl sürecek olan Çobanoğulları döneminde, bu
kahramanlara bir türbe yaptırılmış. Aşıklı Sultan Türbesi eyvan tipi
bir türbe. İbadet mekânı ile büyük bir beşik tonoz ve alt katındaki mumyalıktan
oluşan yapı, 4.00X6.50 metre boyutlarında. Cephe kemerinin etrafı silmelerle
çerçevelenmiş. Önyüzü düzgün kesme taş, diğer duvarları ise moloz taş örgülü.
Kitabesi olmadığı gibi hakkında yazılı bilgi de bulunmayan mumyalıktaki
beş sandukadan biri Aşıklı Sultan’a, biri Mağripli Mehmet Ağaya aitmiş.
Diğerlerinin kimlere ait olduğu bilinmemekteymiş.
Yılda on bin ziyaretçisi olduğu ileri sürülen Aşıklı
Sultan hakkında anlatılan rivayetlerden biri şöyleymiş. Cumhuriyetin
ilk yıllarında, başka bir rivayete göre ise Selçuklu döneminde türbe yangın
geçirmiş. Anlatılanlara göre, kalbi temiz olmayan birisi gelerek türbede dua
edip dilekte bulunmuş. Bu dilek, kişinin kalbinin kötülüğü sebebiyle yerine
gelmemiş. Bunun üzerine sinirlenen kişi eline mum alıp türbeye gelmiş ve
“dileğim olsun diye benden beklediğin bir mumsa işte yakıyorum, eğer söylendiği
kadar büyük bir evliya olsaydın dileğim olurdu”, diyerek yanan mumu türbeye
bırakıp gitmiş. Bu sebeple türbede yangın çıkmış. Bu sırada, dönemin Kastamonu
valisi rüyasında Aşıklı Sultan’ı görmüş. Evliya, “Yetiş vali türbem yanıyor,
kalk da yangını söndür”, diyerek valiyi uyarmış. Vali hemen uyanarak evinin
penceresinden türbenin olduğu yöne doğru bakınca, dumanların yükseldiğini görmüş.
Derhal yangının söndürülmesi talimatını vermiş. Böylece yangına erken müdahale
edildiği için türbe tamamen kül olmaktan kurtulmuş . Bu yangın sebebiyle de
evliyanın naaşında yanık izleri kalmış. Türbenin duvarlarında da yangının
izleri hala görülmekte. Beden bozulmadığı için, naaşın kumandanın öldüğü zaman
mumyalandığı düşünülmüş ve bu sebeple çeşitli bilim adamları gelerek naaşı
incelemiş. Cesedin mumya olmayıp doğal olarak korunup bozulmadığına karar
vermişler. Bugün bile evliyanın cesedinin bozulmamış olması ile ilgili bu durum,
Müslüman şehitlerin cesedinin bozulmayacağı, şehit düştüğü haliyle kıyamete
kadar bedenin korunacağı inancına bağlanmaktaymış. Cesetler toprağa verilmeden
sandukalar içinde muhafaza ediliyormuş.
Aşıklı Sultan’ın mumyasındaki yanık ayaklar, camekan altında
sergilenirken, şimdilerde bundan vazgeçilmiş ve ayakların resmi duvarda
sergileniyor. Türbenin civarındaki evlerde yaşayan kişiler kendilerini güvende hissettiklerini
söylemekteymişler. Evliyanın o mahallede hırsız, uğursuz barındırmayacağına,
hırsızlığa gelen kişinin çaldığı eşyayı mahalleden çıkaramayacağına, mutlaka
düşürüp gideceğine inanılıyormuş. Mahallede sarhoş, kavgacı, huzursuz, ahlaksız
kişiler barınamazmış.
Hanım ağamız Sema’nın mezun olduğu tarihi Abdurrahman Paşa Lisesi’ne gidiyoruz. Kastamonu İdadi Mektebi, 2 Mayıs 1885’te Kastamonu Valisi Abdurrahman Nurettin Paşa tarafından resmî törenle açılmış. İdadi seviyesinde Galatasaray ve İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, yurt çapında üçüncü, Anadolu’da açılan ilk eğitim kurumu olmuş. 14 Ekim 1910’da Kastamonu Mekteb-i Sultanîsi adını almış. Cumhuriyet’in ilanından sonra Kastamonu Lisesi ve 1963 yılında kurucusu adına izafeten Abdurrahmanpaşa Lisesi adı verilmiş.
Bizi lisenin önünde, okulun müdürü Hüseyin Mısırlıoğlu karşılıyor.
Lisenin merdivenlerinde hep birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Müdür bey bize Lisenin tarihçesini anlatıyor. Lisenin
muazzam bir de müzesi var. Hep birlikte müzeyi geziyoruz.
Kastamonu Sultanîsi’nin, öğrencileri1915 yılında Çanakkale ve Kafkas
cephelerine asker olarak sevk edilmiş, Bu nedenle Kastamonu Sultanîsi, I. Dünya
Savaşı yıllarında lise kısmı şubelerinin birçoğunu açamadığı gibi 1916-1917 ,
1917-1918, 1920-1921 ders yıllarında son sınıf talebeleri, taht-ı silahta
olduğundan mezun da verememiş.
I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı 1914-1918 yılları okul tarihinin en
hüzünlü dönemi olmuş. Bu yıllarda liseden 120 öğrenci “Hocam, biz vatan için
cepheye gidiyoruz. Bizi yok yazmayınız” notunu düşerek cepheye koşmuş. Kahramanların
resimlerinin olduğu pano ve kara tahtadaki yazı hepimizi hüzünlendiriyor.
Okula ait evraklar, aşı
karneleri, ders geçme karneleri, her bir şey sergilenenler arasında.
Defterlerin birinden Ermenicenin seçmeli ders olduğunu anlıyoruz.
Okulun ünlü mezunlarından
Rıfat Ilgaz’ın ünlü eseri “Hababam Sınıfı” nda bu lisede okuduğu yıllardaki
anılarından esinlendiği söylense de,
herkes kendi lise yıllarından bir parça bulabilir. Esredeki ünlü Mahmut Hoca,
Müdür yardımcısı tarih öğretmeni Nihat
Dicle’ymiş. Müzenin bir bölümü Hababam Sınıfı’na ayrılmış. Mahmut Hoca’nın ve
elinde zili ile Hafize ananın balmumu heykelleri var.
Aslında Rıfat Ilgaz bu lisede bir yıl okuyup, sonra da yan
binadaki Muallim Mektebinde okumuş. Bugün bu Muallim Mektebi “Rıfat Ilgaz
Kültür Merkezi” olarak hizmet veriyor. Okulun ünlüleri arasında, Abdülbaki
Gölpınarlı’yı, Arif Nihat Asya’yı,
Behçet Necatigil’i, İsmail Habip Sevük’ü, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’yı, Orhan
Şaik Gökyay’ı, Vasfi Mahir Kocatürk’ü mega starımız Tarkan’ın büyük amcası
(dedesinin kardeşi) Fethi Tevetoğlu’nu, matematikçi Süleyman Sencer’i, bilim
adamı Orhan Düzgüneş’i, Operatör Doktor Ahmet Şükrü Esen’ide unutmamak gerekir.
Okulda kullanılmış olan
laboratuvar aletleri sergileniyor. Okulun sosyal faaliyetleri ile ilgili
izcilik, halk oyunları, tiyatro gibi kolların fotoğrafları duvarları süslüyor.
Okulun girişinde toplanıyor,
hep birlikte okul marşını dinliyoruz. Müdür Hüseyin Bey’e veda ediyoruz. Tarihi
bir lisenin tarihine sahip çıkan, Cumhuriyet ilkelerine bağlı bu güzel öğretmen
hepimizin moralini düzeltiyor. Tam bu ülke bitti, adam olmaz dereken, pırıl
pırıl bir eğitimci umut oluyor, hepimize can oluyor.


Lisenin önündeki Şerife Bacı anıtının önünde durup fotoğraf çektiriyoruz.Hepimiz acıktık, öğle yemeği için Cem Sultan Bedesteni’ne gidiyoruz. Bedestenin kitabesi bulunmadığından inşa tarihi bilinmemekteymiş. Ancak banisi olan Cem Sultan 1469’da Kastamonu Sancak Beyi olmuş ve burada 5-6 yıl kalmış. Buna göre bedestenin 1469-1474 yılları arasında inşa edildiği varsayılıyormuş. II.Bayezıt’ın Penbe Han’ı ile Cem Sultan’ın bedesteni de dip dibe iyi mi?
Moloz taş malzemeden inşa
edilmiş bedestenin her cephesinde bir kapı ve üzerinde dokuz adet kubbe var.
1800’lü yılların başında yangın geçirdiği için halk arasında Karanlık Bedesten
olarak biliniyormuş.
Bedestenler kıymetli eşya,
mücevherat, silah vs.nin saklanıp pazarlandığı güvenilir, üstü kapalı mekanlara
verilen admış. 2006 yılında turizm amaçlı kullanılmak üzere restore et - işlet
- devret modeli çerçevesinde ihale ile kiralanmış. Halen yöresel ürünler satış
yeri ve restoran olarak kullanılmakta.
II. Bayezid döneminde
1506 yılında Nasrullah Kadı tarafından köprü ve şadırvan içindeki su havuzları
ile birlikte yaptırılan cami, Kastamonu'nun Osmanlı döneminden kalma en büyük
camisiymiş. Milli Mücadele yıllarında Anadolu'yu
dolaşarak Türk Kurtuluş Savaşı'na destek toplayan milli
şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Nasrullah Camii'nde de
vaazlar vermiş ve aynı zamanda milli marşımız olan İstiklâl Marşı'nı TBMM'deki kabulünden önce ilk
defa burada okumuş.
Yağmur çiselerken Arkeoloji
Müzesi’ne doğru yürüyoruz. Yol üzerindeki Namazgah Çeşme’sini fotoğrafını
çekiyoruz. Bugün 18 Mayıs, Uluslararası Müzeler Günü’ymüş. Tam gününde
Arkeoloji Müzesi’ne gidiyoruz.
Müze binası olarak
kullanılan yapı 1910 yılında İttihat ve Terakki Kulübünün Kastamonu Şubesi
olarak inşa edilmiş. Tamamen kesme taştan yapılan binanın planı aynı zamanda
Ankara’daki II. Meclis Binasının mimarı olan Mimar Kemallettin Bey tarafından
çizilmiş.
Osmanlının son dönemindeki taş ustalığını ve özgün mimarisini gösteren anıtsal bir yapı. Revaklı girişleri, dış cephedeki sivri kemerli vurguları dikkat çekiyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında bina İstiklal Mahkemesi olarak kullanılmış, Cumhuriyetin ilanından sonra bir dönem Halk Evi Binası, bir dönem de Cumhuriyet Halk Fırkası Binası olarak hizmet vermiş. Müze binası Osmanlının son dönemine, Kurtuluş Savaşı yıllarına, Cumhuriyetin ilanına tanıklık etmiş.
Müze Binası iki ana girişten oluşmakta,
sol cephesinde yer alan girişten binanın idari işleri için kullanılmakta olan kısma girlmekte. Binanın sağ cephesinde yer alan giriş ise asıl müze ziyaretçilerini
karşılamakta. Müzenin girişteki danışma kısmında Müze tarihi ile Kastamonu tarihi
hakkında yer alan bilgilendirme panoları bulunmakta.
Zemin katta yer alan salonlardan bir diğeri ise lahitler salonu. Bu bölümde
bölgeden çıkan farklı dönemlere ait mermer lahitlerin yanı sıra terracotta
lahitler, adak heykelleri, Satry heykeli ve steller bulunmakta. Yine zemin
katta steller salonu olarak adlandırılan holde ise genellikle Roma dönemine ait
mezar stelleri ve adak heykelleri sergilenmekte. Dönemin cenaze geleneklerinin
anlatıldığı mezar stellerinin yanı sıra bitkisel motiflerle süslenmiş steller
de mevcut. Özelikle lahitler salonunda yer alan 1971 yılında Araç İlçesinde, Kastamonu Müze Müdürlüğünce gerçekleştirilen kurtarma kazısında çıkan ve
buluntuları ile birlikte teşhir edilen lahit, dönemin ölü gömme gelenekleri
hakkında bilgi vermekteymiş.
Bölgede prehistorik dönemden, neolitik, kalkolitik, tunç çağları, demir çağı
dönemlerine ait yerleşim izlerine rastlanılmakta ve kültürel olarak da Frig,
Hitit, Roma, Bizans dönemi yerleşim izleri bulunmakta. Müze ikinci katında
yer alan vitrinlerde ise bu dönemlere ait eserler kronolojik olarak sıralanmış.
Vitrinlerde özellikle Hitit dönemi eserleri olan bronz kaplar ve rhytonlar ziyaretçilerin
dikkatini çekmekte. Yine bölgede gerçekleştirilen Devrekani-Kınık kazısı,
Taşköprü Pompeiopolis Antik Kenti Kazısı ve Cide Türbetepe Tümülüs kazısından
ele geçen buluntular vitrinlerde teşhir edilmekte.
Kastamonu Kent Müzesi’ne gidiyoruz. Dünyadaki günümüz kent müzeciliğin temel amaçlarından biri de “kent belleğinin” oluşturulması. Özellikle aynılaşan bir dünyada, hızla unutulan geçmiş kültürel miras gibi tehlikelere karşın, kentlerin kültür ve geçmiş belleklerinin korunmasnda kent müzeleri bir arşiv mekânı olarak öne çıkmakta.
Müzeyi rehber eşliğinde
geziyoruz. Kent Müzesi 4 ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm ilin jeolojik tarihi
ve flora-fauna özellikleri ile bu tarih içindeki ünik sayılabilecek su
kertenkelesi ve fosillere ayrılan bölüm. Mosasaurus Hoffmani ile tanışıyoruz.
Kendisi en küçüğünden 3-3,5 metre uzunluğunda etçil beslenen, denizlerin
dinozoru diye anılan su kertenkelesi. Müzede sergilenenin boyu 17,5 metreymiş. Dişlerinin
küçük bir bölümünün replikasını gösteriyorlar. Tüm zamanların en büyük deniz
canlısı olan bu tür 66 milyon yıl önce yok olmuş.
İkinci bölüm kentin
arkeolojik ve tarihsel özellikleri verebilmek için oluşturulan prehistorik
dönemlerden 21. yüzyıl başına kadar gelen arkeoloji ve tarih bölümleri.
Üçüncü bölüm Kastamonu’nun
ülkenin korunmuş en geniş mimari mirasından birine sahip olmasından dolayı
mimari kültüre ayrılan bölüm. Mimar Vedat Tek’in bir büstü ve eserlerinin
fotoğrafları var. Geleneksel aşı boyalı Kastamonu evleri, kapıları, kapı tokmakları
sergilenmekte.
Dördüncü bölüm ise kentin
ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı ile ilgili bölüm. Tosya Pirinci, çekme
helva, üryani eriği, Taşköprü sarımsağı, tarhana, siyez bulguru ve mantar Kastamonu’ya
has ürünler olarak sergileniyor.
Mimar Vedat Tek Kültür
Merkezi’nde gördüğümüz piyano burada da karşımıza çıkıyor. Efendim, Taşköprülü
Mehmet Usta, Dönemin İtalyan mühendisi Carlo Efendi’nin evine yaptığı mobilyayı
götürdüğünde, evde ki piyanoyu görmüş ve krokisini istemiş. Elindeki krokiyle yaptığı piyano Kastamonu Valisi tarafından II.Abdülhamit’e hediye edilmiş. Eee Abdülhamit’de
iyi bir marangozdur. Piyanoyu çok beğenir ve ustayı Yıldız Sarayı’na davet
eder. Taşköprülü Mehmet Usta,nın yaptığı beş piyanodan biri, Yıldız Sarayı’nda,
diğerleri, Mimar Vedat Tek Müzesi’nde, Kent Müzesi’nde ve özel koleksiyonlarda
yer almaktaymış.
Aşıkların olduğu panolar
var. Ilgazlı Aşık Naili, Aşık Yorgansız Hakkı Çavuş, Aşık Kemali, Aşık Meydani,
Aşık atışmaları var. Hatta Aşık Veysel, İhsan Ozanoğlu ile atışmış. Davulcu Karayılan
var.
Bir başka odada Kastamonu’da
çevrilen filmleri görüyoruz. Kerr, Düşman Yolları Kesti,Manda Yuvası, Sürgün,
Sağ Salim, Münafık, Mustang, Allahaısmarladık, Katil, Sepetçioğlu, Denizli’de
yaşanmış bir hikaye olmasına rağmen Kastamonu’da çekilmiş Eğreti Gelin, Sepetçioğlu, Gizli Yüz ve Gözetleme
Kulesi. Mukadderat filmi Cide’de çekilmesine rağmen yenilerde çekildiği için
daha müzeye düşmemiş.
İstiklal Yoluna ,eğitimde
modernleşmeye ve Abdurrahman Paşa Lisesi’ne de yer verilmiş. Bize dolu dolu bir
Kastamonu yaşatan müzeye ve rehberimize veda ediyoruz.
Yağmur çiselemeye devam ediyor. Tarihi Nasrullah Köprüsü üzerinde fotoğraf çektiriyoruz. Köprü, Kastamonu merkezde kenti ikiye ayıran Karaçomak çayı üzerinde inşa edilmiş bir 16.yüzyıl köprüsü. Nasrullah camiini yaptıran Kadı tarafından 1501 yılında yaptırılmış
Yontma taştan
yapılmış olan beş kemerli köprünün orijinal hali 40 metre uzunluğunda ve 4
metre genişliğindeymiş. Ana kemer 12 metre, diğer kemerler ise 8.5 metre
genişliğindeymiş. Köprü üzerinde iki adet sadaka taşı yer
alır. Köprü 1709, 1946 ve 2000 yıllarında üç büyük restorasyondan geçmiş.
Karayollarının yaptığı son restorasyon sırasında, bazı kemerlerden
vazgeçilerek, bunların yerine merdiven yapılmış.
Kastamonu
çarşısına dağılıyoruz. Tabakoğlu markete gidiyoruz. Pastırma, siyez bulguru,
çet helvası, yani Kastamonu’ya ait ne varsa alıp paketletiyoruz. Çarşıda Kastamonu içliğinden alanlar oluyor.
Yorulmuşuz Kurşunlu Han’da mola veriyor, Çay kahve içiyoruz.
Kurşunlu Han, 15. yüzyılın ortalarında Candaroğlu
Beyliği’nin son hükümdarı Kemaleddin İsmail Bey tarafından vakıf eseri olarak
yaptırılmış. Bina iki katlı ve kare
planlı. Han içinde toplam 51 oda bulunmaktaymış ve odaların önünde revaklar yer
almakta. Avlusu 19×19 metre ebatlarında ve büyükçe bir su havuzu vardır. Hanın
dış cephesinde de sonradan yapılan işyerleri yer almakta. Kesme ve moloz taştan
inşa edilen geniş avlusu olan bu hana pek çok kervan uğramış. Kurşunlu Han,
yapıldığı tarihte Kastamonu’nun en büyük ticaret merkezi konumundaymış. Restore
edilen bina “Kurşunlu Han Otel” olarak
Kastamonu’ya gelenlere hizmet vermeye devam etmekte. Avluda 13.yüzyılda
Çobanoğulları döneminde inşa edilen Vakıf Hamamı’nın kazanı da teşhir
edilmekte.

Bu arada bizim kızlar telefondan bir resim paylaşıyorlar. Tosya İlçesine özgü “Kıstı” takısıymış. Günümüzde sınırlı sayıda ustalar tarafından sadece sipariş üzerine üretilen Kıstı takısı kaybolmaya yüz tutmuş el sanatları arasındaymış. Tosya ilçesinde yüzyıllardır, tamamen elle işlenerek yapılan, toplamda yaklaşık 40 gr altına denk gelen, altından kolye, küpe ve bileklikten oluşan set şeklindeki takı, geleneksel olarak gelinlere takılırmış.
Akşam yemeği için Münire Sultan Sofrası’na gidiyoruz. Kastamonu lezzetlerinden banduma başta olmak üzere, yemeklerin biri gidiyor biri geliyor. Bu arada gezinin başından beri Aysel dibimden ayrılmıyor. Demet, gezi için toplanan paradan iade yapınca bazı arkadaşlar telefon açıp teşekkür etmişler, istediği bir şey olup olmadığını sormuşlar. O da şaka olsun diye “Don alın” demiş. Bizimkiler de bunu ciddiye almışlar. Aysel gitmiş Victora Secret’den don almış. Bizim Bülent Nazif ile THBT gelinliğinde asaleti tasdik olan eşi Sema’da biz de paçalı don alalım bari diye çarşıda dolanıp duruyorlardı, onlarda şalvarı çengelli iğne ile kısaltarak paçalı don yapmaya çalışmışlar. İyi de bunların Demet’e verilmesi için mizansen gerekiyor. Aysel’in dibimden ayrılmama nedeni bu. ”Sen halledersin” diye topu bana atıyorlar.
Demet’i
koltuğumun altına alıyorum. “Bak Demetçim” diye söze başlıyorum. “Anadolu’da
kızlar doğduğunda bir tane don dikilir, donla donansın diye don sandığa atılır.
Bugün hepimiz için geriye kalan hayatımızın ilk günü, aslında her günümüz doğum
günü, onun için biz de sana donanasın diye don aldık” diyorum. Dememle beraber
Aysel, Victoria Secret paketini Demet’in eline tutuşturuyor. Alkış kıyamet sürerken,
“Bi dakka devamı var “ diyerek milleti susturuyorum. “Demet’in Victoria Secret
tarafı var, amma velakin Anadolu kızı olarak bir de paçalı don tarafımız var”
deyince Bülent Nazif ile Sema, paketi veriyorlar. Paçalı don paketini tereddütsüz
açıyor. Aslında modifiye edilmiş don olduğu anlaşılıyor, Şalvar için
teşekkürler ediliyor. İyi buraya kadar güzel de, Victoria Secret paketi ortada
duruyor. Demet, ucundan kıyısından bakarak paketi açıyor. Ortaya kırmızı
renkli, bokser model, beli taşlı bir don çıkıyor. Bizim Aysel, en edeplisini
bulana kadar epey uğraşmış anlaşılan. Veeee demet donu, pantolon üzerine
giyiyor. Süpermen gibi oluyor. Allahtan restoranda
bizden başka kimse yok ama garsonları unuttuk. Adamlar önce hayretle
bakıyorlardı, onlarda bizle beraber gülmeye başlıyorlar. Böylece don skecimizde
kahkahalar ve alkışlar ile sona eriyor.
Arabalara binip,
Seyrangah Tepesi’ne çıkıyoruz. Aşağıda Kastamonu şıkır şıkır ışıklar içinde. Bu
arada gürültüler geliyor, havai fişekler patlıyor. Kastamonu Galatasaray’ın
şampiyonluğunu kutluyormuş. Tepeden günün anlam ve öneminin aksine sarı
lacivertli bir bina dikkatimizi çekiyor. Şehrin tek alışveriş merkezi, Barutçuoğlu
AVM’ymiş. Sıcak salep hepimize iyi
geliyor.

Mecit Kaptan Konağı, ile Akif Bey Konağı’nda kalan arkadaşlar, Akif Bey Konağı’nde çalıp söylemişler. “Zebaha Kadar” klasiğimizi yaşamışlar.
19 MAYIS 2025
PAZARTESİ
Bugün gezimizin son günü.Bugün, ülkemiz için
büyük anlam taşıyan, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlattığımız kurtuluş
mücadelemizin başlangıcı olarak kabul ettiğimiz
Mayısın 19’u. Biz bugün, Kurtuluş Savaşı’nda tüm savaşın kaderini
belirlemiş, beyaz şeritli İstiklal Madalyalı tek ilçemize, İNEBOLU’ya
gidiyoruz. Arabaya bindikten sonra, marabalarımız hepimize bayrak dağıtıyor.
Bayraklarımızı sallaya sallaya marşlar söyleyerek yola çıkıyoruz. Hepimiz
bayram çocukları gibiyiz. Ülkemizde, Gençlik ve Spor Bayramı olarak
kutladığımız bayramı, biz THBT’li gençler ve genç kalanlar coşkuyla kutluyoruz.
Gezimizin ilk
durağı, Kasaba Köyü, Mahmut Bey Cami. Çivisiz Cami olarak da adlandırılıyor.
1366 yılında Candaroğlu Beylerinden Adil Bey’in oğlu Emir Mahmut Bey tarafından
yaptırılmış. 2005 yılında Vakıfların mülkiyetine geçmiş. Cami dıştan, moloz taş
yapısıyla çok sade görünüyor. Ankaralı Nakkaş, Mahmutoğlu Abdullah tarafından oyma sanatıyla yapılan ahşap giriş kapısının aslı, Kastamonu Liva
Paşa Konağı Etnografya Müzesinde sergilenmekteymiş. Orijinal kapının yerine,
Kastamonu’nun ahşap oymacılık ustalarından Hikmet
Değirmencioğlu tarafından yapılan benzeri yerleştirilmiş.
Caminin içine
girince “Bu ne?” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zaten iç yapı süslemeleri ve
süsleme tarzı nadir örnekler arasındaymış. Cami içindeki tüm
ahşap yüzeyler kökboyasıyla kalem işi süslenmiş ve tüm bu süslemeler günümüze
özgün halde ulaşmış. Caminin çatısı bindirme tekniği ile çivi kullanılmadan
yapılmış.
Mahmut Bey
Camisi, Anadolu’nun Orta Çağ Dönemi Ahşap Hipostil Camileri olarak 2023 yılında UNESCO Dünya
Mirası Listesi’ne kaydedilen beş camiden biriymiş. Listedeki
diğer camiler Afyonkarahisar’daki
Ulu Cami, Eskişehir’deki
Sivrihisar Ulu Cami, Ankara’daki
Ahi Şerafettin (Arslanhane) Camisi ve Konya’daki Eşrefoğlu
Camisi'ymiş.
Caminin haziresinde (Külliye, cami, mescit, tekke gibi dini yapıların avlularında yer alan etrafı duvar veya parmaklıkla çevrili mezarlıklara verilen isim) Osmanlıca yazılmış mezar taşları var. Mezar taşlarında ki yazıları, çok ama çok çok dil bilen Çağrı kardeşimiz okuyor. Böylece burada yatanların daha önce camide imamlık yapmış kişiler olduğunu anlıyoruz.

Karadeniz’in
yeşilin bin bir tonu ile bezeli ormanları arasında yolumuza devam ediyoruz.
İnebolu’ya girerken, 9 Haziran Stadyumu’nun önünden geçiyoruz. Stadyumda tören
yapılıyor. İnebolu sahildeki Türk Ocağı
önünde arabalarımızdan iniyoruz.
Bizleri İnebolu
Belediyesi başkan yardımcısı Hakan KURT ve Halkla İlişkiler Bölümünden Engin
Gül karşılıyor. Hakan Bey önce kendini tanıtıyor. Uzun yıllar belediye de kamu
görevinde bulunmuş, aslen CHP’liymiş. Çok
sempatik, esprili ve İnebolu sevdalısı. İnebolu belediye başkanı Engin Uzuner
MHP’den olmasına rağmen, Hakan Bey’i başkan yardımcısı olarak görevlendirmiş.
Memleketin yararı söz konusu olduğunda parti gözetmeyen Engin başkan gıyabında
hepimizin sempatisini kazanıyor.
Hakan Bey, Türk
Ocağı Binası önünde ki; İnebolu İstiklal madalyası heykeli, İnebolu’nun önemini
anlatan pano, tarihi Karadeniz Takası ve onları karaya bağlayan zincirlerin
önünde zaman zaman bizi güldüren, zaman zaman da gözlerimizi yaşartan bir
konuşma yapıyor.
Mondros
anlaşmasından sonra, işgal ordularının el koyduğu Osmanlı silahları ve
cephanesi, Türk İstiklal Mücadelesi’nin başlaması ile bin bir güçlük ile tekne
ve takalarla İstanbul’dan İnebolu’ya getirilmiş. Yarbaşı Mevkii olarak bilinen,
şu anda bulunduğumuz yerde kayıklardan boşaltılmış. Bir kutsal emanet
taşırcasına elden ele, yaşlı-genç, çocuk-kadın demeden, omuzlarda, tüm çevreden
Kağnılarla, at arabaları ile, öküz ve mandalarla İnebolu-Küre-Seydiler-Kastamonu
yolu Ankara’da ki Kuvay-i Milliye
güçlerine ulaştırılmış.
Kağnıdaki
cephane ıslanmasın diye battaniyeyi çocuğunun üstünden alıp cephane üstüne
örten, çocuğu ile birlikte donarak ölen Şerife Bacımıza bin selam olsun. İnebolu
halkı tam üç yıl boyunca bu gönüllü hizmeti sürdürmüş. Ne kayıkçılar para
istemiş, ne de taşıyanlar. İnebolu Kurtuluş Savaşı’nın kilit noktalarından
biriymiş. Mustafa Kemal Paşa boşuna
“Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da kulağım İnebolu’da” dememiş.
İnebolu
Limanı’na takalar gelip gidiyor. Sürekli silah ve cephane sevkiyatı var. Bu
hareketlilik düşmanında dikkatini çekiyor tabii ki. Yunan Donanması, Panter ve
Kılkış isimli iki gemisini İnebolu’ya göndermiş, silah ve cephanelerin
teslimini istemiş. Teslim edilmeyince de Ramazan Bayramı’nın birinci gününe
rastlayan 9 Haziran 1921’de İnebolu’yu bombalamışlar. Ancak İnebolu öyle bir
direniş göstermiş, ki tek sahra topumuz imanla güllelerini öyle bir savurmuş ki
karaya çıkamadan gemilerini alıp geri
dönmüşler. Bu nedenle her yıl 9 Haziran
“İnebolu Şeref ve Kahramanlık Günü” olarak kutlanmaktaymış. Stadyumun adının
neden 9 Haziran olduğunu da anlamış bulunuyoruz.
Türk İstiklal tarihine altın harflerle geçen
kahraman ilçemiz İnebolu’nun Kayıkçıları için TBMM’de Şubat 1924 Tarihli 99.oturumunda 66
numaralı kanun çıkarılmış, bu kanunla İnebolu Mavnacılar Loncası’na “Beyaz
şeritli İstiklal Madalyası” verilmiş. Bu madalya aslında kayıkçıların şahsında tüm İnebolu halkına verilmiş.
İnebolu’lu denizcilerin
ecdat yadigarı, “Hadi Çek , Hadi Gayret, Kolay Gele İşte” anlamında Helesa Vesse Heyamola yessa yessa diyerek
oynadıkları Heyamola oyununu da anmadan geçmeyelim. Tekerlemeler söylenirken,
halka olunuyor, daha sonra ikinci halkadakiler, birinci halkadakilerin
omuzlarına çıkarak kule yapıyorlarmış. En sonunda kulenin zirvesindeki kişi
bayrak açmaktaymış. Bizim zamanımızda 19 Mayıs gösterilerinde yapılan kuleler, meğer
İnebolulu denizcilere bir selammış.
Atatürk
İnebolu’ya bir günlüğüne gelip 25-28 Ağustos 1925 tarihlerinde tam üç gün
kalmış. İnebolu’nun vatansever ve cefakar halkına verilen bu madalya Atatürk
tarafından yeterli görülmemiş olacak ki Şapka ve Kıyafet İnkılabı başlangıç
yeri olarak da İnebolu’yu seçmiş. Önünde bulunduğumuz Türk Ocağı binasından
yaptığı konuşmada “ Kıyafetimiz ile de çağı yakalamalıyız. Elimde görmüş
olduğunuz bu şemsiperli serpuşun adı ŞAPKA’dır” diyerek, kavuk ve fesin yerine
beyaz renkli Panama şapkasını giymiş. Biz şapka devrimi Kastamonu’da başladı
diye bilirdik, esas devrim Kastamonu’nun ilçesi İnebolu’da başlamış.
Hep birlikte 1925’den bu yana her gelen ziyaretçinin fotoğraf çektirdiği Türk Ocağı binasının merdivenlerinde fotoğraf çektiriyoruz. Daha sonra da bugünkü adıyla “İnebolu Türk Ocağı İstiklal Yolu Müzesi’ne giriyoruz. Üst kata çıkmadan önce ayaklarımıza galoş giyiyoruz. Bizleri müzenin sorumlusu Nurhayat Ergün karşılıyor. Enerji dolu, güleç yüzlü, çok güzel diksiyonu olan hoş bir hanım. Bizleri konferans salonuna alıyorlar.Nurhayat hanım elinde şapkasıyla sahneye çıkıyor. Çok hoş bir konuşma yapıyor. Atatürk, Kıyafet ve İnkılap Devrimi’ni sanki bugün başlatmışçasına coşkuyla anlatıyor, şiirler okuyor, o günleri yaşıyor ve yaşatıyor. Konuşmasını kendi yazdığı şiirin son satırı ile alkış yağmuruna tutuyoruz.
“Yüzyıl yetmez
bir güne,
Nice yıllar
olsun Cumhuriyet’e”
Hep birlikte
bayraklarımızı sallayarak “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylüyoruz. Bu
Cumhuriyet sevdalısı hanımın enerjisi hepimize geçiyor. Nurhayat hanım yirmi
yıldır bu görevi azalmayan bir şevkle yapıyormuş. Kendisi aynı zamanda hukuk
okuyormuş. Kendini bu denli geliştiren bir hanımı tanımak hepimize iyi geliyor.
İnebolu aslında
Kıyafet ve Şapka Devrimi’nin hakkını vermiş bir ilçe. 1980 yılına kadar, bu
konferans salonunda balolar veriliyor, caz müziği dinleniyormuş. Tüm ülkenin
olduğu gibi 1980 yılından sonra İnebolu’nun da nefesi kesilmiş, İnebolu bir daha eski İnebolu olamamış.
Nurhayat Hanım
önümüze düşüyor ve müzeyi gezmeye başlıyoruz. Müze aslında Cumhuriyet ve onun
ayrılmaz parçası İnebolu Tarihini anlatıyor. Bugün müze olarak kullanılan Türk
ocağı binası, son dönem Osmanlı mimarisi ögelerini taşıyor. Yığma taş tekniği
ile yapılmış yapı pencere söveleri, kilit
taşları ile göz dolduruyor. Zemin haricinde üç katlı ve denize nazır.
Türk Ocağı
Binası, Karagüllezade Mehmet Yazıcı Karamanyan Hacı Ohannes Ağa tarafından
ticari amaç için inşa edilmiş. Daha sonra mülkiyet tamamıyla Karamanyan ailesine geçmiş. 27
Ağustos 1925’te Şapka Nutku bu binanın önünde gerçekleşmiş.1929’da mülkiyet
Türk Ocağı’na geçmiş. Daha sonra sırasıyla Cumhuriyet Halk Fırkası, Halkevi,
olarak hizmet vermiş, 1956 yılında İnebolu Belediyesine geçmiş. Daha sonra
satılarak otele dönüştürülmüş, alt katlar dükkan, gemi acentası, lokanta olarak
kullanılmış. 1975 de Halk Eğitim Binası olarak hizmet veren bina, nihayet
1991’de korunma altına alınmış.
Kastamonu
Valiliği’nin girişimi ile Prof. Kemal Kutgün Eyüpgiller’e restorasyon projesi
hazırlatılmış, Genel Kurmay Başkanlığı’nın
katkılarıyla restorasyon tamamlanmış 5 Ağustos 2006 tarihinden bu yana
da müze olarak kullanılıyormuş.
Restorasyon Projesi, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür
Varlıları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından 2006 yılında düzenlenen 1.
Uluslal Mimarlık Koruma Ödülleri etkinliğinde Sivil Mimarlık Örneği restorasyon
Projesi ödülüne layık görülmüş.
İstiklal Yolu
dediğimiz İnebolu’dan Ankara’ya giden yol on sekiz günde aşılıyormuş. Sadece
İnebolu- Kastamonu arası altı gün sürüyormuş. Ankara hükümeti, hattın güvenliği
için Kağnı Kolları Komutanlığı kurmuş. Kağnı Kolları Kumandanlığı’na da,
İstanbul’dan Ankara’ya geçen tarihçi Enver Behnan Şapolyo’yu tayin etmiş.
Enver Behnan
Şapolyo anılarında “Yolumuza ağır ağır devam ediyorduk. Fakat her süratli
vasıta yorulur ve bozulabilir. Bizde ne yorulmak ne dinlenmek ve ne de bozulup
yolda kalmak vardı. Otomobiller, kamyonlar belki her yeri aşamazlardı. Fakat
bizim için aşılamayacak yol yoktu” diye yazmış.
Eski bir
ticaret rotası olan 344 km uzunluğundaki İnebolu- Ankara yoluna savaşlar
sırasında sadece İstanbul’dan değil, Trabzon ve Sovyet Rusya’dan da sevkiyat
yapılmış. İnebolu Limanı’na İlk sevkiyat 28 Ağustos 1920’de yapılmış.
İstanbul’dan yapılan bu ilk sevkiyat başarıyla sonuçlanınca Rüsumet 4 isimli
gemi Sovyet Rusya’dan yüklediği malzemeyi doğrudan İnebolu’ya getirmiş.
Mühimmat ve
cephanenin yanı sıra İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek isteyen vatanseverlerde
ilkin İnebolu’ya gelmiş. O zamanlar bugünkü liman denilen liman ne arar? Sevk
edilen malzeme gemilerle açıkta bekliyor, oradan mavnalara, mavnalardan da
kağnılara aktarılıyor. E bu da az iş değil. Onun içinde İnebolu Yükleme
Boşaltma Komutanlığı kurulmuş. Bu arada Sinop’tan İnebolu’ya taşınan telsiz
istasyonu ve İnebolu telgrafhanesinin rolünü de unutmamak gerekir.
Mustafa
Kemal’in isteği ile 28 Eylül 1919’da
Albay Osman Bey tarafından örgütlenen Kastamonu
Müdafaa-i Hukuk cemiyeti’nden sonra, İnebolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuş.
Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ardından Kastamonu Müdafaa-i Hukuk
Kadınlar Cemiyeti kurulmuş.
İzmir İşgaline
ilk tepki veren Kastamonu’da yayınlanan Açıksöz gazetesiymiş. İnebolu eğitime
önem veren bir ilçe. Tee 1896’da 4 medrese, 1 ortaokul, 150 ilkokul varmış.
Ayrıca Hristiyanlara ait 3 de ilkokul mevcutmuş.
Anadolu’ya
geçmek için İnebolu’ya gelen vatanseverler demiştik ya. İçlerinde kimler yok
ki? Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Necati (Ankara Necatibey Caddesi’ne adı verilen),
şair ve yazarlarımız Mehmet Akif Ersoy,
Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Vala Nuretin ve hatta Nazım Hikmet.
Nazım Hikmet
Vala Nurettin ile birlikte Ankara’dan izin gelene kadar 21 gün İnebolu’da
kalmış. Müzede Nazım’ın el yazısı ile şiirin aşağıdaki bölümü sergileniyor.
iki arkadaş
tuttuk dağlara giden yolu,
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı.
Serilmişti yerlere yığınla kuru yaprak.
Yaprakların üstünde sendeleyip kayarak,
Dağın son kayasının dibine varabildik.
Bu tepede bu kaya mağrur bir baş gibi dik!
Çıkıp onun üstünden bakabilirsek eğer
Çocukken masallarda dinlediğimiz bir yer
Güzel İç Anadolu görünecekti bize.
Bunu nakşetmek
için bir anda kalbimize
Son adımı atmadan gözümüzü kapadık.
“Şu Çılgın
Türkler” kitabında Turgut Özakman’ın İnebolu’dan anlattığı bir sahneden alıntı
yapmadan geçemiyorum. Yakup Kadri, Mevki komutanı yarbay Nidai ile taş
merdivene oturmuş (Bizim fotoğraf çektirdiğimiz taş merdiven olsa gerek) kaynaşan kalabalığı kastederek “İnebolu her
gün böyle mi?” diye sormuş. O da ”Aşağı yukarı böyle” demiş. “İstanbul’dan,
düşmanın el koyduğu silahlarımızı bin bir oyun ile çalarak İnebolu’ya
gönderiyorlar. Kendi malımızın hırsızı olduk” demiş. Yazar Turgut Özakman'a, ''Şu Çılgın Türkler''
adlı kitabında İnebolu halkının Kurtuluş Savaşı'nda göstermiş olduğu özveriye
yer verdiği için İnebolu Belediyesi tarafından 2009 yılında hemşehrilik beratı
verilmiş, daha sonrada “Turgut Özakman
İstiklal Yolu Parkı” olarak adı bir parka verilmiş.
Yazar Ann
Bridge ise “Dark Moment” adlı eserinde Milli Mücedele’de ki kadınlarımızı
anlatmış, Devrim Yolu adını verdiği İnebolu-Ankara hattındaki silah ve cephane
ulaşımını “Sonsuz bir insan seli birbirinden bir buçuk metre aralıklarla ve tek
sıra halinde akıyordu” diye tasvir etmiş.
İstiklal
Marşımızın yazar Mehmet Akif Ersoy’da İnebolu’dayken, camilerde Kuvayi
Milliye’yi öven vaazlar vermiş.
Dr Mehmet Salih
Osmanoğlu’nun katkılarıyla Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen tarafından yapılarak 25
Ağustos 2007’de ziyarete açılan Atatürk’ün mumya heykeli önünde sırayla
fotoğraf çektiriyoruz.
Nurhayat Hanım
ile birlikte fotoğraf çektiriyor, müzenin hatıra defterine duygularımızı
aktarıyoruz. Müzeye girdiğiniz siz ile çıktığınız siz kesinlikle aynı insan
değilsinizdir. Bilmediğin ne kadar çok şey olduğunu görür hayret edersin. Müzeleri o yüzden çok seviyorum.
Nurhayat Hanıma güzel ev sahipliği için teşekkür ederek, Hakan Bey’in rehberliğinde İstiklal Yolu’na çıkıyoruz. İlk Deniz Ticaret Odası’nın olduğu binanın önünden geçiyoruz. Sultan Camiinin hikayesini dinliyoruz. II. Abdülhamit’in padişahlığı döneminde, caminin yapımına başlanıyor. Duyun-u Umumiye nedeniyle tahsisat gelmeyince camii eldeki imkanlar ile tamamlanıyor. Camii inşaatı için gelen kesme taşlar, tüm camiinin yüksekliği az tutulunca, kesme taşlar temelde de kullanılıyor. Camii iki şerefeli olacakken, tek şerefeli oluyor. Şerefenin bitimine de külahı konduruluyor.
Atatürk’ün
İnebolu’dayken kaldığı sokak içindeki gri evi görüyoruz. Vehbi Koç’un İnebolu’da
kaldığı sarı oteli görüyoruz. Aşı boyalı
evlerin, çeşmelerin fotoğraflarını çekerek İnebolu sokaklarını arşınlıyoruz.
İnebolu ve Çevresi Sağlık ve Eğitim Vakfı Nezihe Battal Kültür Evi’ne gidiyoruz. Bina 1897’de Battalzade Tevfik Efendi tarafından yaptırılmış, torunu Dr Mehmet Salih Osmanoğlu tarafından 2001 yılında restore ettirilerek annesi Nezihe hanım anısına Kültür Evi olarak vakfa bağışlanmış.
Binanın içinde
katlara çıkan iki ayrı merdiven var. Katlarda İnebolu yaşantısını anlatan
objeler, demir karyola, ahşap konsol ve fotoğraflar sergileniyor. En üst katta
kitaplık kafe var. Hakan Bey pencereden eski İnebolu evlerinden tek tük kalmış
çatıları gösteriyor. Çatılar denizden
çıkarılan ve Marla Taşı(Arduaz) denilen geniş ve ince taşlarla örtülmüş.
Çatıda taş kullanılmasının sebebi son derece sert Karadeniz poyraz rüzgarlarında
çatının dayanıklı olması içinmiş. Marla taşı ise ince, düz yapısı ve ısı
yalıtımına sağladığı katkıdan dolayı tercih edilmiş.
Kent Müzesi’nde
olmazsa olmazımız oldu artık, müzede bizi İstiklal Yolu karşılıyor. Anadolu’da
işgale uğramamış tek bölge Karadeniz olması nedeniyle, silahların
indirilebileceği en güvenli liman İnebolu olmuş. O devirde İnebolu’da büyük gemilerin ineceği liman ne gezer.
İnebolu’da açıkta bekleyen gemilerden mühimmatın taşınması denk kayıkçılarının
ustalığına kalmış.
Denk kayığı yapımı büyük ustalık gerektirirmiş. Önce kabuk tekniği ile yapılır,
teknenin önce dış kaplamaları eğri ve kesme çivilerle bağlanır, ısıtılarak
şekil verilmiş nal şeklindeki postalar ile tekne yapısı kuvvetlendirilmiş. Teknelerin altı düz.6 m kayıklar insan
taşımada (Piyade), 9 m kayıklar eşya taşımada ( Kütle), 13 m Kayıklar ise
(Denk) daha büyük ebatlarda yükleri
taşımada kullanılırmış. Tekneler yükü
boşaltmadan önce Karadenizlilerin maliga
dediği, ırgat yardımı ile karaya çekilir, ondan sonra yük boşaltılırmış. Son orijinal denk kayığı İstanbul denizcilik
müzesinde sergilenmekteymiş. Anıtkabir ‘de de İnebolu Denk Kayığı Örneği
bulunmaktaymış.
Bıçakçılık,
terzilik, çeşitli meslek grupları tanıtılıyor. Buraya yakın bir Dibek köyü
varmış. Bu köy 600 yıl Osmanlı’nın
süngü, kama bıçak ihtiyacını karşılamış. Günümüzde süs bıçağı yapılıyormuş.
Bıçakların sapı kiraz ağacındanmış. Yalnız hacamat diye bir bıçak varmış,
insanın tüm kanını akıtır, canını alırmış.
Müze İnebolu
Tarihini adım adım anlatıyor. Tee Erken Tunç Çağı’ndan başlayıp, Gaşkalar
(Kaşkalar), Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler gelip geçmişler. Helenistik
ve Roma çağlarına da şahitlik etmiş.
Bu arada
İnebolu Tarihini anlatılırken İneboluyu İnebolu yapan sahte peygamber Kahin
Aleksandros ve Yılan Tanrı Glykon’dan da bahsetmek gerekir.
Aleksandros
gençliğinde Pyhthagorist düşünce temelinde reenkarnasyon yani yeniden doğuş
felsefesinin yanında, iyileştirme gücü ve büyücülük gibi bilgiler alarak
yetişmiş. Aleksandros eğitimi sonrasında yaşadığı çağın cazibe merkezleri olan
bir kehanet merkezi kurmanın hayalleri peşine düşmüş. İşte bu düşüncelerle,
antik Makedonya’nın başkenti olan Pella’ya olan bir gezisinde buradaki
Asklepios kutsal alanında gördüğü büyük ve evcil yılanları, ilerleyen zamanlarda
kendi kenti olan Abonuteikhos’ta kurmayı planladığı bilicilik merkezi için
satın almış. Kuracağı bu bilicilik merkezi için ilk durak Khalkedon’daki
(Kadıköy) Apollon Tapınağı olmuş. Aleksandros bu tapınağın derinliklerine
gömdüğü tunç bir levhayı yeni bulmuş gibi yaparak, yeni doğacak tanrının daha
yüzyıllar öncesinden müjdelendiği imajını yaratmaya çalışmış. Bu tunç tablet
üzerinde ise Asklepios’un, babası Apollon ile birlikte pek yakında Pontus’a
gideceği ve Abonuteikhos’a (İnebolu) yerleşeceği yazılıymış. Bu tablette yazan
müjde Abonuteikhos’a ulaşır ulaşmaz da insanlar bu mucizevi habere inanmış ve
hemen bir Asklepios Tapınağı yapmaya bile başlamışlar.
Aleksandros
planının ikinci aşaması için soyunun tanrılardan geldiğini gösterir kıyafeti
ile Abonuteikhos’a gitmiş. Burada yapılmakta olan tapınağın temellerine daha
önceden hazırladığı kaz yumurtası içine yavru bir yılanı koyarak yerleştirmiş .Aradan
bir süre geçince de yeni tanrının doğacağını müjdeleyen dualar ve esrik
sözlerde bulunduktan sonra, tapınak temellerinden çıkardığı yumurtayı kırmış ve
içinden canlı bir şekilde doğan yılanın yeni tanrı olduğunu bildirmiş.
Abonutekhoslular,
mucizevî bir şekilde bir tanrının doğumuna, dolayısıyla yeni bir din ve
arkasından gelecek kehanet merkezinin kuruluşuna şahit olmaktaymışlar.
Aleksandros yeni doğan yılanın bir tanrı olduğunu göstermek için, bu doğumdan
birkaç gün sonra Pella’dan aldığı büyük yılanı insanların karşısına çıkarmak
için hazırlamış. Bunun için ise keçe ve kuş teleğinden hazırladığı ve üzerine
de insan gözü ve ağzı çizdiği bir başlığı yılanın kafasına yerleştirmiş.
İnsanların karşısına Aleksandros’un kucağında loş bir oda da çıkan yeni tanrı,
azametli cüssesi ve yılan vücudu üzerindeki insana benzeyen başı ile kendisine
inananlara yüzünü gösteriyor hatta onlarla konuşuyormuş. Bu yaşananlar kısa sürede
çok geniş bir alana yayılmış ve yeni tanrının ünü birden bire İnebolu’nun da
içinde bulunduğu Paphlagonia’nın yanında komşu bölgelerde de artmış.
Asklepios’un yeniden dünyaya gelmiş hali olan bu yeni tanrının adı ise onun
peygamberi Aleksandros tarafından “Glykon” olarak açıklanmış.
Glykon’un
loş bir odanın içinde, dev yılan vücudu üzerinde uzun saç ve sakalı, insana
benzeyen yüzü ile canlı bir tanrı olarak insanların karşısına çıkarak kendini göstermesi
ve onlarla kendi sesiyle konuşması, çağın kehanet uygulamalarına da yeni bir
anlayış getirmiş. Ayrıca Aleksandros, dâhiyane aklını kullanıp, dönem
dünyasının köklü inançları olan Apollon, Asklepios, Selene, Perseus, Eleusis
gizemleri ile yakın doğudan Sabazios ve Serapis gibi inançlardan kombinasyonlar
yaparken, bir yandan da yeni uygulamalarla kendi dinini popüler hale getirmeyi
iyi başarmış.
Yeni
tanrı Glykon, babası tanrı Apollon’dan bilicilik yani geleceği görme, Asklepios
olarak da insanları iyileştirme gücüne sahipmiş. Antik çağ Anadolusunun birçok
yerinden insanlar yeni doğan tanrıyı görmek, onun kurduğu bilicilik merkezinden
ve sağlık merkezinden faydalanmak için Abonuteikhos’a geliyormuş. Şehir bu
sayede, canlanmış. Glykon’un ünü arttıkça heykelleri, resimleri yapılıyor ve
satılıyormuş. Gün geçtikçe inanlar arasına Roma’nın senatörleri, Anadolu
valileri ve komutanları da katılmaya başlamış. Peygamber Aleksandros’tan
kehanetler alıyorlar, tanrı Glykon’a başvuruyorlarmış. Bu önemli şahıslar arasında
Roma İmparatoru Marcus Aurelius bie varmış. Hatta imparator, Germenia’da
yapacağı bir savaş öncesinde Glykon’un kehanetine başvurmuş.
Peygamber
Aleksandros, Roma İmparatoru’ndan bile saygı görünce kentin ismini de
değiştirmiş. Apollon’un soyuna dayanarak kendisinin ve şehir halkının Ion
kökenli olduğunu göstermek açısından şehrin ismini Ionopolis’e çevrilmesini
imparatordan istemiş ve bu isteği kabul görmüş. Artık kente ait sikkelerin bir
yüzüne şehrin yeni ismi, diğer yüzünde ise yılan tanrı Glykon’un resmi
bulunuyormuş.
Ortaya
çıkardığı yılan tanrı Glykon ve kurduğu kehanet ile sağlık merkezi sayesinde
kısa sürede büyük bir üne kavuşan Aleksandros, kendisine iletilen bir kehanete
göre 150 yıl yaşaması öngörülürken o ise yaklaşık 70 yaşında bacağındaki
kangrenden dolayı ölmüş. Onun yerine başka hiçbir peygamber ya da halefi
geçmemiş olmasına karşın kurduğu kültü arkeolojik verilere göre en azından MS
3. yüzyıl ortalarına kadar canlı bir şekilde devam etmiş.
Sahte
peygamberden bu kadar bahsetmek yeter. Gelelim Çobanoğulları Beyliği’ne. İnebolu
Selçuklu döneminde Çobanoğulları Beyliği sınırları içinde kalmış. Çobanoğulları
döneminden sonra Candaroğulları, ikinci Türk Beyliği olarak hakimiyet kurmuş.
Fatih döneminde buralar Osmanlı toprağı olmuş. Osmanlı donanmasına kendirden
yapılan urgan buralarda yapılmış.
1800 lü
yılların sonlarına doğru, İnebolu’da ticaret tekrar canlanmış. Deniz Ticaret
odası bile kurulmuş. Suları kireçli olduğu için İnebolu ve civarının
yumurtaları kalın kabuklu oluyormuş. Bu yumurtalar Avrupa’da çok tutuluyormuş.
Yılda 60 milyon adet yumurta ihraç
ediliyormuş. Avrupa yumurta borsasını İnebolu belirliyormuş.
İnebolu’daki
canlılık devletinde dikkatini çekmiş. Kastamonu’daki lisenin adından aşina olduğumuz Abdurrahman Nurettin
Paşa zamanında İnebolu resmen yeniden var edilmiş. 9 yıllık valiliği döneminde
hükümet konağı, yollar yapılmış, liman yapılmış, hatta liman şehri
olması nedeniyle Frengi hastanesi bile yapılmış. Başbakan Bülent Ecevit’in
babası Prof Fahri Ecevit 1919-1920
yılları arası bu hastanede frengi tabibi
olarak görev yapmış.
Nerede hayırlı
bir iş var? Abdurrahman Nurettin Paşa’nın eseri. Gölay,”Abdurrahman Paşa’yı
öpesim var” diyor. Hakikaten mübarek adammış. Anısına saygıyla.
Atatürk’ün balmumu heykelinden bir tane de burada var.Beyaz panama şapkasıyla bize gülümsüyor. Müzede Atatürk'ün kullanmış olduğu
şapkalardan bir de vitrin yapılmış.
Müzede kısa
film gösterimi var. Bilmediğim yeni bir şey daha öğreniyorum. Mustafa Kemal
Paşa aslında 17 Mayıs 1919’da İnebolu’ya çıkacakmış. Bunu nereden öğreniyoruz?
Müzede sergilenen kaptanın seyir defterinden. Gemi İnebolu açıklarında
demirlemiş. Gel gör ki Karadeniz’in meşhur “Filiz Kıran Fırtınası” karaya
çıkmalarına engel olmuş. Kaptanda demir alıp Samsun’a doğru yola çıkmış. 19
Mayıs 1919’da da Samsun’a ayak basılmış. Bir fırtına tarihi nasıl değiştirmiş.
İnebolu’ya niyet, Samsun’a kısmet.
Müzeden sonra
şehrin sokaklarında dolaşırken, yazar Oğuz Atay’ın doğduğu evin önünden
geçiyoruz. Evlerin fotoğrafını çeke çeke arabaların olduğu sahile geliyoruz.
Sahilde yol üzerinde Oğuz Atay ile şairlerimizden Orhan Şaik Gökyay’ın büstlerini yerleştirmişler.
Hepimiz
acıkmışız. İnebolu Belediyesi Osman Sungur Tesisleri’ne gidiyoruz. Kalkan
balığı, barbunya ziyafeti ile midelerimiz bayram ediyor. Delikli pide ile
tanışıyoruz. Sabahleyin fırın ısıtılırken yapılan ilk ekmekmiş. Güveçle yersen
zengin aşı, arasına helva koyup yersen fakir aşı oluyormuş.
Başkan
yardımcısı, Hakan Kurt ve Halkla İlişkileri layıkıyla yerine getiren Engin Gül
ile vedalaşma vakti. Birde bakıyoruz ki hepimize birer tane kutu veriliyor. Kutudan
Engin Bey’in eşi Eylem hanımın el emeği, nazar boncuklu kaseler çıkıyor. Ne
güzel insanlar var güzel yurdumda. Bizleri çok güzel ağırladılar. Kendimizi çok
özel hissettik. Biz İnebolu’yu çok ama çok sevdik.
Tekrar arabalarımıza biniyoruz. Çatak Kanyonu’na gidiyoruz. Kanyon yürüyüş severler için 2 etaba ayrılmış. 1.Etabın kuş uçuşu uzunluğu 7.150 metre, taban genişliği 5-20 metre, derinliği 283 metreymiş.2. Etabın kuş uçuşu uzunluğu 4.300 metre, taban genişliği 5-10 metre, derinliği 50 metreymiş.
Kanyonun belli bir yerinde cam teras var. Cam
terasa kadar hem ahşap, hem de parke taşı döşeli yol var. Ahşap platformda
yürüyoruz. Küre Dağları’nın adını sanını bilmediğimiz bitkileri, ağaçlarının
bin bir yeşili arasında çok keyifli bir yol. Cam terasta çok eğleniyoruz. Poz
poz fotoğraf çekiyoruz. Sonra Demet ile Duygu hazırladıkları sınav soruları ile
gezide ne öğrendik ne öğrenmedik tartıyor. Maalesef çoğumuz sınıfta kalıyoruz.
Ehhh yorgunuz ondandır.
Yol uzun genç
marabalar durmadan kuruyemiş, erik pestili su servisi yapıyorlar. Akşam yemeği
için arabalarda talep toplanıyor. Gerede Üç Yıldız Lokantası’na varıyoruz.
Siparişler gelmeden verildiği için beklemeden yemeğimizi yiyoruz. Sonrada
sıraya dizilip, İstanbul ekibi ile Ankara ekibi birbirine veda ediyor.
Demet harika
organizasyonun için binlerce teşekkür. Gezinin bütün yükünü çeken gençlerimiz,
Duygu, Nesrin, Serhat, Sezil, Dinç, Türkü, Uğur hepiniz var olun, gençliğinizin
hayrını görün. Hele kuruyemiş servisi yaparken, her birimize çöp poşeti
dağıtmanız servisin kalitesinde son noktaydı. Gezi organizasyonunda emeği olan
ama geziye katılamayan Aydın ve Yeşim’e de teşekkürler. Sema Ağam sen çok yaşa.
Ağam sen çok yaşa. Ağam sen çok yaşa.
Feryal Bekdik
Mayıs 2025
Ankara
Kastamonu 'ya defalarca gitmeme rağmen ne çok ayrıntı kaçırdığımı, yazınızı okuyunca farkettim. Teşekkürler Feryal Hanım, iyiki yolum sizinle kesişmiş, ellerinize ve kaleminize sağlık
YanıtlaSilHarika bir gezi hikayesiydi. Hem eğitici hem de eğlendirici. Kalemine sağlık Feryal.
YanıtlaSilFeryal hocam hepsi gibi çok detaylı güzel bir yazı olmuş. Klavyenize sağlık. Kastamonunun gurme yanı oldukça yüksektir. Çiğ börek diye tanımladığınız pek özel “etli ekmek” tir. Konyalılar alınmasın ama kıymalı pide değil😁 Ayrıca size bastumalı ehmeh yedirmemeşerini de yadırgadım😊
YanıtlaSilKlavyenize sağlık🙏
Serdar Desticioğlu