KASTAMONU THBT AĞA GEZİSİ

 


SAFRANBOLU, KASTAMONU, İNEBOLU GEZİ NOTLARI (17-19 MAYIS 2025)

Bilenler bilir, ODTÜ Türk Halk Bilimleri Topluluğu (THBT) nin okuldan sonrada birbirinden kopmayan üyeleri olarak, her yıl Ağa seçimi yaparız. Ağa da marabalarını seçer, hep birlikte  bir yıl boyunca topluluğun gelenek haline gelmiş tüm aktivitelerini organize ederler. Bu yıl Sema, ağa seçilince, çok istediğim Kastamonu gezisini yaparlar herhalde, ağamız ne de olsa Taşköprülü diye içimden geçirdim.

İçimden geçen gerçek oldu, “Gezi Marabası” Demet, “Haydeee Kastamonu’ya gidiyoruz” diye  haber saldı. Anında da “Gastamonu Gastamonu Dep Dep Dep” diye WhatsApp grubu açıldı. Yerel ağızda Kastamonu’ya Gastamonu derlermiş. Dep dep dep de ahali futbol takımlarına tezahürat olarak topu tep anlamında bağrınırmış.

Program üç ay önceden yayınlandı. Şahane üçlü yapmışlar Safranbolu-Kastamonu-İnebolu, hem de İnebolu’yu 19 Mayıs gününe denk getirmişler. Talepler geldikten sonra, İki ayrı grup oluşturdular. Birinci grup İstanbul’dan, ikinci grup Ankara’dan hareket edecek ve Safranbolu’da buluşulacak. Sonunda hareket günü geldi. Biz ikinci etap yolcuları, sabahın köründe ODTÜ Vişnelik’te buluştuk.

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Yıllardır birbirini tanımanın verdiği rahatlıkla hepimiz birbirimize yardım ederek, espriler yaparak arabamıza yerleşiyoruz ve gezi başlıyor.

İstanbul grubunun yolu bizden uzun, o nedenle rahat rahat yolda çay molası veriyor, oyalana oyalana gidiyoruz.  Genç marabalar kuruyemiş dağıtıyorlar, yanında da çöp poşeti veriyorlar. Bu incelik hepimizin hoşuna gidiyor.

Ne kadar oyalansak da Safranbolu’ya vardığımızda diğer grubun daha epey yolu olduğu anlaşılıyor. Biz de boş durmayalım, Tokatlı Kanyonu’nda ki cam terasa gidelim diyoruz. Tokatlı Kanyonu, Hızar Çayı'nın yatağındaki kireç taşı tabakalarının binlerce yılda aşınması sonucunda oluşmuş. Kanyonun bir ucu Tokatlı köyünde, diğer ucu ise Eski Çarşı’nın Gümüş mahallesine kadar uzanmaktaymış. Tokatlı Kanyonu üzerinde, yerden 80 metre yükseklikte, 11 metre genişlikte inşa edilmiş olan cam seyir terasında kanyonun muhteşem manzarasının keyfini çıkarıyoruz.

Teras üzerinde dolaşıyor, tekli, çiftli, toplaşmalı fotoğraf çekiyoruz. Aysel’in yükseklik korkusunu yenmeye çalışıyoruz. Cam teras 75 Ton taşıyacak şekilde dizayn edilmiş desek de Aysel’e kar etmiyor. Gençlerden Türkü ile Çağrı zipline yapıyorlar. (Yüksek bir noktadan, alçak bir noktaya bağlanmış çelik halat vasıtası ile emniyet kemeri giyerek kendi ağırlığınızla ve yerçekimi yardımıyla kayma aktivitesi). Dondurmacılar bağırıyor “Bir top dondurma 10 TL” diye. Kaldı mı 10 TL’ye dondurma? Safranbolu’ya gelmişken safranlı dondurma yiyelim diyoruz. O zaman iş değişiyor, Bir top 50 TL oluyor. Safranın kilosu olmuş 350.000 TL, adamlarda haklı. Safranlı dondurmayı çok beğeniyorum. İran’da yediğimden kat be kat güzel.



Cam terasın etrafında kafe, restoran, çocuk bahçesi ve de ters ev var. Haber geliyor, İstanbul grubu Restoranın olduğu yere gelmek üzereymiş. Arabalara binerek Safranbolu’ya gidiyor, Havuzlu Köşk’ün önünde İstanbulluları karşılıyoruz.

Havuzlu Köşk eski bir konak. Bahçesinde kış bahçesi gibi bir yer var, yemeği orada yiyeceğiz. Buraya havuzlu köşk denmesinin nedeni, evin ikinci kat salonunda kocaman bir havuz var. O devirde, izolasyonunu nasıl sağladınız? Su tesisatını nasıl döşediniz? Evin otantik havası aynen korunmuş.



Demet, Safranbolu’yu gezdirecek rehberimiz Uğur Deveci’yi tanıtıyor. Yemekten sonra Safranbolu sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Dolaşırken bazı evlerdeki plaketlerden anlıyoruz ki, birçok evde havuz var. O devrin modası da bu olsa gerek.

Tarihi Safranbolu evlerinin, kapılarının, çeşmelerinin restore edilmiş, edilmemiş ne varsa fotoğraflarını çekerek tepeye doğru tırmanıyoruz. 



Kale olarak adlandırılan Tepeye vardığımızda bizi üç katlı tarihi bir bina karşılıyor. Eskiden Kaymakamlık binasıymış, yani bildiğimiz Hükümet Konağı.

Bina 1904-1906 yılları arası inşa edilmiş ve  19 Ocak 1976 yılına kadar hükümet konağı olarak kullanılmış ve bu tarihte çıkan bir yangın sonucunda kullanılamaz hale gelmiş. 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından restorasyon çalışmalarına başlanmış ve 2006 yılında tamamlanarak, Kent Tarihi Müzesi olarak hizmete açılmış. Konağın girişinde UNESCO Dünya Miras şehri 17 Aralık 1994 diye tabela dikkatimizi çekiyor. Unesco 17 Aralık 1994’de Safranbolu’yu tarihi dokusuyla “Dünya Mirası” listesine almış.

Safranbolu, eski çağlarda Homeros'un İlyada destanında geçen Paflagonya bölgesinde yer alıyor ve bilinen tarihi MÖ 3000 yıllarına kadar gitmekte. Milattan önce  binli yıllarda Hititlerin yıkılışından sonra Kastamonu, Sinop,Bartın, Çankırı, Karabük, Çorum, Bolu, Zonguldak ve Samsun’u içine alan bölgeye Paflagonya (Demir Atlılar Ülkesi) denmiş. Bölgedeki bilinen ilk medeniyetler Hititlerin komşuları  olan Gaspalar ve Zalpalarmış. Bölgede sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı yoldan LidyalılarPersler, Helenistik Krallıklar (Pondlar), Romalılar (Bizans) Selçuklu Hanedanı, Çobanoğulları, Candaroğulları  ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlar.

Şehir Selçuklular tarafından fethedildiğinde adı Dadibra imiş. Selçukluların idaresinde şehrin adı Zalifre olmuş. 1326'da Candaroğulu Süleyman Paşa şehri ele geçirmiş, Safranbolu 14. yüzyılın ortalarında ilk defa Osmanlı kontrolüne geçmiş ve bu tarihten, 1416'da tamamen fethedilene kadar Osmanlı Devleti ile Candaroğulları arasında bir sınır bölgesi olmuş. Bölgeye Osmanlılar, Yörükan-i Taraklı olarak bilinen çok sayıda Türkmen göçebeyi yerleştirmeye çalışmış ve şehrin ismi bu dönemden sonra Taraklı Borglu veya kısaca Borglu ve Borlu olarak adlandırılmış. 18. yüzyılın ortalarında Zağfiranpolis kullanılmaya başlanmış ve daha sonra 19. yüzyılın ortasında kısa bir süre için Zağfiran Benderli kullanılmış fakat 19. yüzyılın son çeyreğinde Zağfiran Bolu olarak değişmiş. En son olarak ise Zafranbolu ve daha sonra Safranbolu şekline dönüşmüş.

1939'da işletmeye alınan Karabük Demir Çelik Fabrikası ile Karabük ilgi merkezi durumuna gelmiş ve Safranbolu 1950'lerde Anadolu'da gerçekleşen modern şehirleşmeden fazla etkilenmemiş. Bu nedenle mimari gelenekleri, özellikle yarı ahşap, üç odalı Pontian Yunan stilinde ki depreme dayanıklı evleri korunmuş.

Safranbolu denince, aklımıza Safranbolu evlerinden sonra, ilk olarak safran bitkisi geliyor. Safran, soğan ile üreyen bir bitkiymiş. Toprak üstü kısmı tek yıllık, toprak altı kısmı çok yıllıkmış. Toprak altındaki soğan kısmı üç yıl süresince her yıl filiz vererek yeni bitkiyi oluştururmuş. Ağustos sonu Eylül başı ekimi yapılıyormuş. Çiçeklenme, Ekim ayının üçüncü veya dördüncü haftasından başlayarak 15 Kasım'a kadar sürmekteymiş. Her bir bitkiden ortalama 7-8 adet çiçek alınmaktaymış. Çiçekler viyole (mor) renkli olup, zambağa benzemekle birlikte, daha çok lale büyüklüğündeymiş. Çiçekte üç adet sarı renkli erkek organ bulunmaktaymış. Bu kısım kozmetikte kullanılmaktaymış . Çiçeğin asıl önemli olan organı, dişi organmış. Bir adet olan dişi organ yumurtalık (ovary), yumurta borusu ve tepecik (stigma)'dan oluşmaktaymış. Tepecik kısmı, uzunlukları 2,5-3,5 cm olan, flament de denilen, ipliksi görünüşlü olarak üç parçaya ayrılırmış. Tepecik (stigma) koyu kırmızı renkteymiş ve bitkinin yararlanılan organı, işte bu üç parçalı olan tepecik kısmıymış. İşte bu kısma "safran"  denilmekteymiş ve ilaç sanayiinde kullanılmaktaymış. Şimdilerde yaprakları bile çay niyetine kullanılıyor, içine bal katılarak şifa niyetine içiliyormuş. 

Safran kozmetik sanayi ve ilaç sanayinden başka gıda sanayinde kullanılmaktaymış. Kendi ağırlığının 100.000 kat suyu sarıya boyayan bitkiymiş. Ülkemizde ise, safran kullanımı yaygın değilmiş. Eskiden beri, yalnızca zerde, aşure ve pilavda safran kullanılmaktaymış. Son birkaç yıldan beri de lokumcular, diğer lokum çeşitlerinin yanı sıra içine safran katılmış lokumla, lokum çeşitlerini zenginleştirmişler. Her yıl Kasım ayında 'Safran Hasat Şenliği' düzenlenmekteymiş.

Safranbolu’nun bir diğer tarihi özelliği, Osmanlı ordusunun deri ihtiyacını karşılayan belde olması.Deri işleyen kişiye tabak, bu işin yapıldığı yere ise tabakhane denilmekteymiş. Bölgede ahilik görüşüyle ustadan çırağa öğretilerek yaşatılan dericilik; semercilik, yemenicilik, saraçlık gibi pek çok el sanatı ve iş kolunun ortaya çıkmasına da vesile olmuş. Safranbolu' da 800 yıllık geçmişe sahip ve 350' ye yakın tabakhaneden bugüne ulaşabilmiş, tek tabakhanede sonunda müze olmuş.

Tabakhanelerin,  tabakhane olduğu yıllarda Safranbolu’da köpek nüfusu epey fazlaymış. Geleneksel ve ilkel deri işleme şekline göre hayvan derisi taze ve sıcak hayvan dışkısı ve idrarı ile yıkanıp yoğrulur ve tabaklanırmış. Bunun için her an sıcak kakaya ihtiyaç varmış ve kaka toplayıcıları bunun için dışkıyı toplar, koşa koşa tabakhaneye taşırmış. Bir işte gereksiz acele edenlere “Ne o tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun?” denmesi oradan geliyormuş.

Kent Müzesi’nde, Safranbolu’yu ve Safranbolu halkını anlatan panoları okuyarak, sergilenen eşyaların fotoğraflarını okuyarak, gezimizi tamamlıyor. Merdivenler de toplaşarak fotoğraf çektiriyoruz.

Kent Müzesi’nin arkasında saat kulesi var. Binanın yan tarafındaki parkta da Minyatür Park yapmışlar, ünlü saat kulelerinin maketlerini sergilemişler. Erzurum, İzmir, Dolmabahçe, Saray Bosna, Samsun saat kuleleri en çok ilgi çekenler arasında.

 Safranbolu Saat Kulesi,  Padişah III. Selim’ in Safranbolu’lu sadrazamı, İzzet Mehmet Paşa tarafından 1794-1797 yıllarında yaptırılmış. Safranbolu Saat Kulesi ülkemizde bulunan saat kulelerinden çalışır durumda olan ve içine çıkılabilen en eski saat kulesiymiş. Haftada bir kurularak 200 yılı aşkın bir süredir aralıksız çalışmaktaymış.




Köprülü Mehmet Paşa camiine gidiyoruz. Camiinin avlusunda etrafı demir parmaklıklarla muhafaza altına alınmış Güneş Saati’ni görüyoruz. Saat, taş bir kaide üzerine oturtulmuş. Arapça rakamlarla günün saatini gösteriyormuş. Onar dakikalık zaman dilimlerine ayrılmış. Sabah 6:40 ile akşam 17:20 arasındaki vakitleri bildirmekteymiş. Mermere çakılı pirinç saçtan bir üçgen üzerinde yansıyan güneş ışığının gölge düşümüyle saati doğru olarak okumak mümkünmüş.

 


Arastaya gidiyoruz, yemeniciler, demirciler arastasının sadece adı kalmış, her yer hediyelik eşya satan dükkan  ve kafe olmuş.  


Sadrazam İzzet Mehmet Paşa camiine gidiyoruz. Avluda paşanın mezarı var. Paşa, Safranbolu’da doğmuş. Padişah  II.Selim’e sadrazamlık yapmış. Daha sonra Manisa’ya sürgüne gönderilmiş ve orada vefat etmiş. Manisa Mevlevihane’sine gömülmüş.  Mevlevihane yıkıldıktan sonra baş ve ayak taşı Safranbolu’ya getirilerek adını taşıyan camiinin avlusunda sembolik bir mezar yapılmış. Paşa, “Paşa Suyu” diye bilinen suyu İncekara Köprüsünü yaptırarak şehre getirmiş. Yukarıda bahsettim, Kale’de ki saat kulesinin yapımını  sağlayan Paşa..




Akçasu Kanyonu’na giriyoruz.
Bu kanyon, yerleşim yerleri ve dükkanların arasında saklı kalmış bir kanyon. Safranbolu kanyon ve mağara bakımından oldukça zengin bir belde.


Sırada Kaymakamlar Müze Evi var. Ev, 18 ve 19.yüzyıl Türk toplumunun geçmişini, kültürünü ve yaşama biçimi ile teknolojisini  yansıtan Safranbolu Evleri arasında önemli bir örnek. 19.yüzyıl başlarında yapıldığı sanılmaktaymış. Sahibi Safranbolu Kışlası kumandanı Hacı Mehmet Efendiymiş. Hacı Mehmet Efendi’ye yarbay karşılığı olan “Kaim –Makam” denilmesi nedeniyle ailesi, dolayısıyla evleri halk arasında bu isimle söylenegelir olmuş. Ev o zamanki yaşantıyı yansıtan, yer sofrası, gelin hazırlama gibi canlandırmalar ile zenginleşmiş. Bir de dolap denilen haremlik bölümü ile selamlık bölümü arasında dönerli sistem var. Bir taraftan konan yemek, kap kacak döndürülerek diğer taraftan alınıyor. Böyle bir sistem olurda sadece yemek taşımaya mı yarar? Kadın erkek arasında iletişim aracı olarak bile kullanılmış. “Ne dolaplar çeviriyorsun?” tabiri de bunu kast etmekteymiş.






Cinci Hanın önüne geliyoruz. Rehberimiz Cinci Hocanın hikayesini anlatıyor. Efendim, Dördüncü Murad'ın vefatı sonrası tahta geçen Sultan İbrahim, ruhi bunalımlar içerisindeymiş. En önemlisi de Osmanlı soyu Sultan İbrahim ile tükenmenin eşiğine gelmiş. Öyle ki hanedanın "Kırım Hanlığı"na geçmesi en ciddi çözüm yollarından birisi olarak tartışılmaktaymış

O sıralar, Safranbolulu Hüseyin, Evliya Çelebi ile birlikte aynı sınıfta medrese tahsili görmekteymiş. Bizim Hüseyin, cin muska işlerine merak sarmış. Bu sahanın hem gelir kapısı hem de insanlar üzerindeki efsunlu tesiri, bu yarı eğitimli medrese talebesini fazlasıyla cezbetmiş. Adı Cinci Hüseyin’e çıkan zatın kanına bir kez cincilik ve muskacılık müptelalığı bulaşmış. Artık iflah olamadığı gibi medresenin adını da lekeler olmuş.

Kösem Sultan, padişah İbrahim’in derdine derman ararken yolu Cinci Hüseyin ile kesişmiş. Cinci Hüseyin, Padişahın derdine derman olacak ve Osmanoğlu hanedanlığını yok oluştan kurtaracak kişi olmuş. Cinci Hüseyin, saray ve etrafındakiler üzerinde o kadar etkili olmuş ki, Padişahı iyileştirdikten sonra Anadolu kazaskerliği makamına kadar yükselmiş ve rüşvetçiliği sayesinde Karun gibi zengin olmuş.

İngiliz sefir ve Osmanlı tarihçisi Sir Paul Rycaut'un iddiasına göre Kösem Sultan katledildiği anda dahi elbiselerinin arasından Cinci Hüseyin Efendi'nin muskası çıkmış 

Osmanlı'nın bozulan ekonomisini düzeltmek üzere göreve getirilen Kemankeş Kara Mustafa Paşa ki devrinin çok ötesinde bir zihniyete ve devlet adamlığına sahip olmasına rağmen, Cinci Hüseyin Efendi'nin rüşvet ağına çomak sokmasının bedelini canı ile ödemiş.

İstanbul'daki sarayının yanı sıra bugün Safranbolu'nun simgesi olarak bilinen abidevi Cinci Hanı'nı da yaptıran Cinci Hüseyin Efendi, akıl, mantık payitahtı terk ettiği bir devirde kadılık vazifelerini alenen para karşılığı satmaya başlamış. Günden güne öyle zenginleşmiş ki kişisel serveti Osmanlı hazinesi ile yarışacak boyutlara ulaşmış.

Cinci Hoca’nın birikim aşkı  ne denli büyükse cimriliği ve mala düşkünlüğü de o denli güçlüymüş ki kellesini de rüşvetçiliğinden ziyade cimriliği uçurmuş. 

Sultan İbrahim azledildikten sonra Sadrazam Sofu Mehmed Paşa, Cinci Hoca'dan 200 kese altını cülus sırasında bağışlamasını istemiş, ama cimrilikte ısrar eden Cinci Hoca bu parayı vermemiş. Bu kez kethüda eliyle Hocanın evine zorla girildiğinde herkes dehşete düşmüş. Binlerce kese altın evin çeşitli yerlerine istiflenmiş şekilde ele geçirilmiş. Belki 200 keseyi verse bu yaşanmayacak. Cinci Hüseyin'in tüm hayatı boyunca çalıp çırptığı paralar tek başına IV. Mehmed'in cülûs bahşişine yetmişte artmış bile. Cülus Bahşişi öyle sıradan bir iş değil, padişah değişikliği sonrası dağıtılan bu para hazinenin neredeyse tamamen boşalmasına neden olan bir hadise.

Kadılık gibi önemli bir makamı rüşvetle satarak Osmanlı hazinesi ile yarışacak bir servet biriktiren Cinci Hoca’ya bu para hayır getirmemiş, nihayet 1648'de katledilmiş. Yaa işte böyle bizimde bir Rasputin’imiz varmış da haberimiz yokmuş.

Rehberimize ODTÜ bardağımızı veriyor ve kendisi ile vedalaşıyor ve Cinci Han’a giriyoruz. İpekyolu’nun etkinliğini yitirdiği 20. Yüzyıla kadar Kervansaray olarak kullanılan Cinci Han, günümüzde otel, restoran ve kafeleriyle hizmet veriyor. Hanın içinde bir de Kahve Müzesi var.

 Kahve Müzesi, Türkiye’nin kahve kültürünü yansıtan birçok eşsiz tarihi esere ev sahipliği yapmakta. Atatürk ve II. Abdülhamid  kahve içtiği fincanlar, ilk cezveler ve diğer nadide parçalar, ziyaretçilere geçmişin izlerini sunuyor. Kahve Müzesi, sadece bir sergi alanı olmanın ötesinde, Osmanlı döneminin sosyal hayatına ve kahve geleneğine dair derin bir bakış açısı kazandırmaktaymış.

 Kulpsuz zarf içinde fincan dikkatimizi çekiyor. Boşnak fincanıymış. Irkçı Sırplar toplu katliamlarda öldürdükleri bazı Boşnakların ellerindeki serçe ve yüzük parmaklarını keserek gömmüşler. Bunun nedeni Müslüman olan Boşnakların Irkçı Sırpların sembolü olan “Çetnik İşareti” yaparak gömülmelerini sağlamakmış. Bu nedenle Boşnaklar Çetnik işaretinin yapıldığı, baş parmak, işaret parmağı ve orta parmağı kahve fincanının kulpunu tutarken bir araya getirmemek için kahvelerini kulpsuz fincanda içerlermiş.







Kahve müzesini gezip, çay kahve molası verdikten sonra, Safranbolu’ya tepeden bakmak üzere Hıdırlık Tepesi’ne çıkıyoruz. Şehrin kuş bakışı en güzel izlenebileceği yerlerden biri olan tepe, Türklerin Safranbolu'ya ilk geldiklerinde konuşlandıkları bölge olarak biliniyormuş. Burada yağmur duaları ve hıdrellez kutlamaları yapılıyormuş. Safranbolu Evleri’nin en önemli özelliği hiçbir ev diğerinin önünü kapatmıyor, güneşini kesmiyor. Bu manada kul hakkına girmemekle övünüyorlarmış. Hıdırlık Tepesi’nde Safranbolu’nun muhteşem manzarasının keyfini çıkarıyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz.  

 Safranbolu Hıdırlık Tepesi'nde Orhan Gazi döneminde yaşamış Şehzade Gazi Süleyman Paşa'nın kumandanlarından Hıdır Bey'in türbesi, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Dr. Ali Yaver Ataman'ın anıt mezarı, Köstendil Kaymakamı Hasan Paşa'nın Türbesi ve iki namazgah bulunmakta.






Birazda Safranbolu’lu ünlülerden bahsedelim. Film yönetmeni, Türker ve Berker İnanoğlu kardeşler. O güzel konaklardan biri de bu ünlü kardeşlerin ailesine aitmiş. Modacı Cemil İpekçi’nin anneannesi Yörük köyündenmiş. Ünlü modacı ara ara gelip burada sergiler açıyormuş. 20.yüzyılın önemli sopranolarından Leyla Gencer’in baba evinin önüne divamızın heykelini dikmişler. Siyasetçi Kemal Anadol’da Safranboluluymuş.

 Safranbolu’ya veda ediyoruz. Yolumuz uzun, Kastamonu’ya gidiyoruz. Akşam yemeği vakti Kastamonu’da ki Penbe Han Restoran’a gidiyoruz. Penbe Han, Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi padişahlarından Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazıt tarafından 1481-1512 tarihleri arasında yaptırılmış. Penbe Farsça’da pamuk anlamına gelmekteymiş. Handa pamuk ticareti yapıldığı için penbe ismini almış. Diğer ismi ise Balkapanı imiş. Yine han, bal ticareti amacıyla kullanıldığından bu ismi almış.

 Restoranda canlı müzik var. Çalanlar, üniversite öğrencisiymiş, bir de sesi ve söyleyişi güzel bir hanım kız var. Restoranda içki yok, ama ne gam bizler su içsek coşarız. Aman Allahım tam bir THBT klasiği başlıyor. Ne çalsalar oynuyoruz. Restoranda ikisi türbanlı, beş kız arkadaş “Bekarlığa Veda” eğlencesine gelmişler. Onlarla da kaynaşıyoruz. Gelinciğe unutulmaz bir gece yaşatıyoruz.

 Korhan mikrofonu alıyor. Kırk yıllık solistler taş yesin, bize türkü ziyafet veriyor. Sırılsıklam ter içindeyiz. Sabahın köründe kalkıp yollara düşmüşüz, onca yol gelmişiz, bu enerjiye kendimiz bile hayret ediyoruz. Biz birbirimizden güç alıyoruz. Hem de ne güç.

Gruplar halinde üç farklı otele dağıtılıyoruz. Oteller eski konaklardan bozma olduğu için hepimizi aynı yerde yatırmak mümkün olmamış. Ben oda arkadaşım Emel ile birlikte Toprakçılar Konağı’nda  kalıyorum. Yatağa beş kala sızmışım.

 

18 Mayıs 2025 PAZAR

 Kaldığımız konak iki bölüm. Bizim Emel ile birlikte kaldığımız oda ikinci bölümde ve ikinci katta. Geniş bir sofaya açılan dört odadan birine yerleşiyoruz.  Kimi odalarda hamam bile var. Bizimki normal duşakabinoğullarından. Yüksek tavanlı bahçeye bakan odada kuş sesleri ile uyanıyoruz. Gece yağmur yağmış, öyle yorgunduk ki yağmuru falan duymamışız.

Giriş katında kocaman bir salon var. Duvar dibine sıralanmış divanlar ve önünde alçak masalarda kahvaltı yapıyoruz. 


Kahvaltıdan sonra yürüyerek meydandaki otoparka gidiyoruz. Otoparka bakan çok güzel bir bina var. “Osmanlı Sarayı” diye hem Türkçe hem de Fransızca yazılmış tabela var.
19. yüzyıl sonlarında Kastamonu Belediye Binası olarak inşa edilmiş. 24 Ağustos 1925 tarihinde Atatürk bu sarayı ziyaret etmiş. Şimdilerde İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılıyormuş.



Arabalarla Mimar Vedat TEK Kültür ve Sanat Merkezi’ne gidiyoruz. Mimar Vedat TEK Kastamonu Valiliği görevinde de bulunan Sırrı Paşa'nın oğluymuş. 1902 yılında hizmete açılan Kastamonu Hükümet Konağı’nın da mimarıymış. Kendisi 1. Ulusal mimarlık üslubunun önde gelen temsilcilerinden

 Kültür Merkezi, 31 Ekim 2008 tarihinde geçmişe bir başka açıdan ışık tutan kapsamlı bir kompleks olarak açılmış. ilk olarak Şapka Müzesi’ne giriyoruz. Müzeye girer girmez, tahtadan şapka kalıpları sizi karşılıyor. Sonrada Büyük önder  Atatürk’ün Şapka İnkilâbını Kastamonu'da yapması anısına, Cumhuriyet'in kurulduğu günden günümüze kadar giyilen kadın ve erkek şapkalarından ve Atatürk'ün giydiği şapkalardan oluşan bir koleksiyon oluşturulmuş.  Burası, Türkiye'deki ilk ve tek Şapka Müzesiymiş. Müzede, Kastamonu Azdavay,  geleneksel kadın başlıkları konusunda 44 yıl çalışma yapan emekli öğretim üyesi Dr. Lale Özder’in, Cemil İpekçi, Yıldırım Mayruk gibi ünlü modacılarımızın tasarımlarını, tarih boyunca kullanılan gelin başlarını, bağışçılar tarafından müzeye verilen şapkaları görebiliyorsun.  Süleyman Demirel’in ünlü şapkası ile Bülent Ecevit’in kasketi de sergilenen şapkalar arasında.



75.Yıl Cumhuriyet Müzesi’nde geleneksel giysiler, silah koleksiyonları, fincan takımları ıvır zıvır sergileniyor. En dikkat çekici obje, Kastamonu Sanat Mektebinde (1904-1907) yıllarında atölye şefi Taşköprülüoğlu Mehmet Efendi tarafından yapılan el yapımı piyano. Bu piyanodan o devirlerde Kastamonu gibi bir yerde beş adet yapılmış.



Dantel Müzesi’nde ise bizim gibi yaşı kemale ermişlerin çeyiz sandıklarımızdan aşina olduğumuz her türlü dantel sergilenmekte. Demet, “THBT Müzesi kursak ya” diyor. Ben de “Benim elimde ne varsa müzeye bağışlamaya hazırım” diyorum.  Keşke yapabilsek. Danteller sandıkta sararmaktan kurtulurlar.



Azerbaycan'lı merhum ünlü Ressam ve Heykeltraş Adalet Bayramoğlu tarafından yapılan Atatürk'ün 13 sözünün rölyeflerinin bulunduğu bölümün önünden geçiyor ve bebek müzesine giriyoruz. Çoğunluğu Dr Lale Özder tarafından bağışlanan bebeklerden oluşmuş. Ben en çok Sepetçioğlu ekibini beğeniyorum.


Toplaşma fotoğraflarından sonra tekrar arabalara binerek, bu sefer Şeyh Şabani Veli Dergahı’na gidiyoruz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli ve Şeyh Şaban-ı Veli Anadolu'nun 4 büyük evliyası olarak kabul ediliyormuş. Şeyh Şaban-Veli, Halveti tarikatının Şabaniye kolunun kurucusuymuş. Zaten Kastamonu evliyalar diyarıymış. 17.000 evliya varmış.

Şeyh Şabanı Veli Külliyesi’nde, Dergah Evleri, Cami, Türbe, Kütüphane, Asa Suyu ve Şadırvan var. Türbede Şaban-ı Veli ile birlikte 1.postnişini, türbedarı ve peşkirdarı birlikte yatıyorlarmış. Şaban-Veli’nin bir sözü hoşuma gidiyor.

 Gelişiniz güle güle

Gidişiniz güle güle

Her işiniz güle güle

 Türbede gene eskilerden bir Veli’nin sözleri yazmışlar.

 Kazan

İlim kazan

Dünyalık kazan

Ahiret kazan

Kazanda ye

 

Burası en çok ziyaret edilen yerlerden biriymiş. Asa suyu, Şaban-ı Veli’nin yere vurmasıyla çıktığına inanılan suymuş. Zemzem suyu ile aynı tat ve kokuya sahipmiş. Bazı hastalıklara şifa olduğuna inanıyorlarmış.

Cami çok sade ve bir o kadar güzel. Avizesi muhteşem. Mihrabın etrafındaki oymalar, minberdeki ahşap işçiliği, duvarlardaki hatlar görmeye değer. Camiinin içinde 41 adet halvet odası var. Namazda, akla ve kalbe gelen düşüncelerden dolayı namaz kabul olsa da makbul olan vesveseden arınmış şekilde namaz kılmakmış .Bunun içinde akli ve kalbi olarak kendini geliştirmek ve Allah yolunda ki şeytanın koyduğu engellerden arınmak lazımmış. Bu halvet odalarında tefekküre dalınır, vesveseden uzak ibadet  etmenin yolu aranırmış.









Atabey Gazi (Kırk Direkli) Camii ve Türbesi’ne gidiyoruz. Kastamonu’nun en kadim ve en büyük camilerinden birisiymiş. Şehre hâkim bir mevkide, kaleye sırtını dayamış olan caminin kuzeydeki cümle kapısının söveleri, renkli mermerden geçme tekniği ile yapılmış.

Halk arasında camiye Kırkdirekli denmekteymiş. Bunun sebebi, caminin içinde altlı ve üstlü olarak gerçekten de kırk adet ahşap sütünün bulunması ve camiyi bu sütunların taşımasıymış. Tavanı da ahşap olan caminin minaresi de kesme taştan Selçuklu tipinde kısa olarak yapılmış. Camide devekuşu yumurtası asılmış, camiyi örümcekten koruyormuş.

Rivayete göre, Selçuklu Devletinde üst düzey komutanlardan birisi olan Hüsamettin Çoban Bey, Kastamonu’yu fethettiğinde kalenin eteklerinde bir cami yaptırmış ve ilk Cuma namazını burada kılmış. Cuma hutbesine çıkarken de, fethin simgesi olarak minbere kılıç kuşanarak çıkmış. Daha sonra bu cami yıktırılarak yerine bugünkü Atabey Cami yaptırılmış. Ancak, fethin ardından kılınan ilk Cuma namazında minbere kılıçla çıkan Hüsamettin Çoban Bey’in başlattığı gelenek devam ettirilmiş. Günümüzde de Atabay Camii’nde imam hala Cuma hutbesi için minbere çıkarken kılıç kuşanma geleneğini devam ettirmekteymiş.

Camiinin içindeki ahşap işçilik şahane. Hele mihraptaki süsleme ve külah şeklindeki derinlik hepimizin dikkatini çekiyor. Caminin doğu kısmında bulunan türbede Atabeygazilerden birisi yatmaktaymış. Giriş kapısının karşısında ise Maden Dede ve İsa Dede’nin bulunduğu türbe yer almakta.








Sırada Yakup Ağa Külliyesi var. 1547 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın hazine reisi Yakup Ağa tarafından yaptırılan Yakupağa Külliyesi, medrese, imaret, misafirhane ve sübyan mektebinden oluşuyor. Cami ise Yavuz Sultan Selim'in hocası Halimi Çelebi tarafından yaptırılmış ve 1547'de Yakup Ağa tarafından onarılarak, şimdiki halini almış .Yakupağa Halimi Çelebi camii, kesme taştan ve Osmanlı mimarisini en güzel örneklerinden sayılmaktaymış. Cami kubbeli olup, 16.yüzyılda Anadoluda yapılan ilk akustik özelliğe sahip camiymiş.



Aşıklı Sultan Türbesi’ne gidiyoruz.  Bu türbe, Kastamonu’da tarihi bilgilerin rivayetlerle  yoğrularak karşımıza çıkardığı türbelerden biri. Halk arasında Yanık Evliya adı ile anılan Aşıklı Sultan’a aitmiş. Türbe içeresindeki beş sandukada bulunan zatların, Kastamonu’nun 1116’da Bizans’tan tekrar alınması esnasında şehit düşerek bulundukları yere defnedilen kişiler olduğu kabul edilmekteymiş.

Daha sonra, yaklaşık hâkimiyetleri 100 yıl sürecek olan Çobanoğulları döneminde, bu kahramanlara bir türbe yaptırılmış. Aşıklı Sultan Türbesi eyvan tipi bir türbe. İbadet mekânı ile büyük bir beşik tonoz ve alt katındaki mumyalıktan oluşan yapı, 4.00X6.50 metre boyutlarında. Cephe kemerinin etrafı silmelerle çerçevelenmiş. Önyüzü düzgün kesme taş, diğer duvarları ise moloz taş örgülü.

Kitabesi olmadığı gibi hakkında yazılı bilgi de bulunmayan mumyalıktaki beş sandukadan biri Aşıklı Sultan’a, biri Mağripli Mehmet Ağaya aitmiş. Diğerlerinin kimlere ait olduğu bilinmemekteymiş.

Yılda on bin ziyaretçisi olduğu ileri sürülen Aşıklı Sultan hakkında anlatılan rivayetlerden biri şöyleymiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında, başka bir rivayete göre ise Selçuklu döneminde türbe yangın geçirmiş. Anlatılanlara göre, kalbi temiz olmayan birisi gelerek türbede dua edip dilekte bulunmuş. Bu dilek, kişinin kalbinin kötülüğü sebebiyle yerine gelmemiş. Bunun üzerine sinirlenen kişi eline mum alıp türbeye gelmiş ve “dileğim olsun diye benden beklediğin bir mumsa işte yakıyorum, eğer söylendiği kadar büyük bir evliya olsaydın dileğim olurdu”, diyerek yanan mumu türbeye bırakıp gitmiş. Bu sebeple türbede yangın çıkmış. Bu sırada, dönemin Kastamonu valisi rüyasında Aşıklı Sultan’ı görmüş. Evliya, “Yetiş vali türbem yanıyor, kalk da yangını söndür”, diyerek valiyi uyarmış. Vali hemen uyanarak evinin penceresinden türbenin olduğu yöne doğru bakınca, dumanların yükseldiğini görmüş. Derhal yangının söndürülmesi talimatını vermiş. Böylece yangına erken müdahale edildiği için türbe tamamen kül olmaktan kurtulmuş . Bu yangın sebebiyle de evliyanın naaşında yanık izleri kalmış. Türbenin duvarlarında da yangının izleri hala görülmekte. Beden bozulmadığı için, naaşın kumandanın öldüğü zaman mumyalandığı düşünülmüş ve bu sebeple çeşitli bilim adamları gelerek naaşı incelemiş. Cesedin mumya olmayıp doğal olarak korunup bozulmadığına karar vermişler. Bugün bile evliyanın cesedinin bozulmamış olması ile ilgili bu durum, Müslüman şehitlerin cesedinin bozulmayacağı, şehit düştüğü haliyle kıyamete kadar bedenin korunacağı inancına bağlanmaktaymış. Cesetler toprağa verilmeden sandukalar içinde muhafaza ediliyormuş.

Aşıklı Sultan’ın mumyasındaki yanık ayaklar, camekan altında sergilenirken, şimdilerde bundan vazgeçilmiş ve ayakların resmi duvarda sergileniyor. Türbenin civarındaki evlerde yaşayan kişiler kendilerini güvende hissettiklerini söylemekteymişler. Evliyanın o mahallede hırsız, uğursuz barındırmayacağına, hırsızlığa gelen kişinin çaldığı eşyayı mahalleden çıkaramayacağına, mutlaka düşürüp gideceğine inanılıyormuş. Mahallede sarhoş, kavgacı, huzursuz, ahlaksız kişiler barınamazmış.








Hanım ağamız Sema’nın mezun olduğu tarihi Abdurrahman Paşa Lisesi’ne gidiyoruz. Kastamonu İdadi Mektebi, 2 Mayıs 1885’te Kastamonu Valisi Abdurrahman Nurettin Paşa tarafından resmî törenle açılmış. İdadi seviyesinde   Galatasaray ve İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, yurt çapında üçüncü, Anadolu’da açılan ilk eğitim kurumu olmuş. 14 Ekim 1910’da Kastamonu Mekteb-i Sultanîsi adını almış. Cumhuriyet’in ilanından sonra Kastamonu Lisesi ve 1963 yılında kurucusu adına izafeten Abdurrahmanpaşa Lisesi adı verilmiş.

Bizi lisenin önünde, okulun müdürü Hüseyin Mısırlıoğlu karşılıyor. Lisenin merdivenlerinde hep birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Müdür bey bize   Lisenin tarihçesini anlatıyor. Lisenin muazzam bir de müzesi var. Hep birlikte müzeyi geziyoruz.

Kastamonu Sultanîsi’nin, öğrencileri1915 yılında Çanakkale ve Kafkas cephelerine asker olarak sevk edilmiş, Bu nedenle Kastamonu Sultanîsi, I. Dünya Savaşı yıllarında lise kısmı şubelerinin birçoğunu açamadığı gibi 1916-1917 , 1917-1918, 1920-1921 ders yıllarında son sınıf talebeleri, taht-ı silahta olduğundan mezun da verememiş.

I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı 1914-1918 yılları okul tarihinin en hüzünlü dönemi olmuş. Bu yıllarda liseden 120 öğrenci “Hocam, biz vatan için cepheye gidiyoruz. Bizi yok yazmayınız” notunu düşerek cepheye koşmuş. Kahramanların resimlerinin olduğu pano ve kara tahtadaki yazı hepimizi hüzünlendiriyor.

Okula ait evraklar, aşı karneleri, ders geçme karneleri, her bir şey sergilenenler arasında. Defterlerin birinden Ermenicenin seçmeli ders olduğunu anlıyoruz.

Okulun ünlü mezunlarından Rıfat Ilgaz’ın ünlü eseri “Hababam Sınıfı” nda bu lisede okuduğu yıllardaki anılarından  esinlendiği söylense de, herkes kendi lise yıllarından bir parça bulabilir. Esredeki ünlü Mahmut Hoca, Müdür yardımcısı tarih  öğretmeni Nihat Dicle’ymiş. Müzenin bir bölümü Hababam Sınıfı’na ayrılmış. Mahmut Hoca’nın ve elinde zili ile Hafize ananın balmumu heykelleri var.

Aslında Rıfat Ilgaz  bu lisede bir yıl okuyup, sonra da yan binadaki Muallim Mektebinde okumuş. Bugün bu Muallim Mektebi “Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi” olarak hizmet veriyor. Okulun ünlüleri arasında, Abdülbaki Gölpınarlı’yı,  Arif Nihat Asya’yı, Behçet Necatigil’i, İsmail Habip Sevük’ü, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’yı, Orhan Şaik Gökyay’ı, Vasfi Mahir Kocatürk’ü mega starımız Tarkan’ın büyük amcası (dedesinin kardeşi) Fethi Tevetoğlu’nu, matematikçi Süleyman Sencer’i, bilim adamı Orhan Düzgüneş’i, Operatör Doktor Ahmet Şükrü Esen’ide unutmamak gerekir.

Okulda kullanılmış olan laboratuvar aletleri sergileniyor. Okulun sosyal faaliyetleri ile ilgili izcilik, halk oyunları, tiyatro gibi kolların fotoğrafları duvarları süslüyor.

Okulun girişinde toplanıyor, hep birlikte okul marşını dinliyoruz. Müdür Hüseyin Bey’e veda ediyoruz. Tarihi bir lisenin tarihine sahip çıkan, Cumhuriyet ilkelerine bağlı bu güzel öğretmen hepimizin moralini düzeltiyor. Tam bu ülke bitti, adam olmaz dereken, pırıl pırıl bir eğitimci umut oluyor, hepimize can oluyor.









Lisenin önündeki Şerife Bacı anıtının önünde durup fotoğraf çektiriyoruz.

Hepimiz acıktık, öğle yemeği için Cem Sultan Bedesteni’ne gidiyoruz. Bedestenin kitabesi bulunmadığından inşa tarihi bilinmemekteymiş. Ancak banisi olan Cem Sultan 1469’da Kastamonu Sancak Beyi olmuş ve burada 5-6 yıl kalmış. Buna göre bedestenin 1469-1474 yılları arasında inşa edildiği varsayılıyormuş. II.Bayezıt’ın Penbe Han’ı ile Cem Sultan’ın bedesteni de dip dibe iyi mi?

Moloz taş malzemeden inşa edilmiş bedestenin her cephesinde bir kapı ve üzerinde dokuz adet kubbe var. 1800’lü yılların başında yangın geçirdiği için halk arasında Karanlık Bedesten olarak biliniyormuş.  

Bedestenler kıymetli eşya, mücevherat, silah vs.nin saklanıp pazarlandığı güvenilir, üstü kapalı mekanlara verilen admış. 2006 yılında turizm amaçlı kullanılmak üzere restore et - işlet - devret modeli çerçevesinde ihale ile kiralanmış. Halen yöresel ürünler satış yeri ve restoran olarak kullanılmakta.


Yemekler çok güzel, bir çeşit çi börek geliyor. Salatası, un helvası ile mükemmel bir yemek oluyor. Yemekten sonra bedestenden dışarı çıkınca yağmur başlıyor. Kimimiz yağmurluk kimimiz şemsiye ile Nasrullah Kadı Camii’ne gidiyoruz.

 II. Bayezid döneminde 1506 yılında Nasrullah Kadı tarafından köprü ve şadırvan içindeki su havuzları ile birlikte yaptırılan cami, Kastamonu'nun Osmanlı döneminden kalma en büyük camisiymişMilli Mücadele yıllarında Anadolu'yu dolaşarak Türk Kurtuluş Savaşı'na destek toplayan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Nasrullah Camii'nde de vaazlar vermiş ve aynı zamanda milli marşımız olan İstiklâl Marşı'nı TBMM'deki kabulünden önce ilk defa burada okumuş.







Yağmur çiselerken Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürüyoruz. Yol üzerindeki Namazgah Çeşme’sini fotoğrafını çekiyoruz. Bugün 18 Mayıs, Uluslararası Müzeler Günü’ymüş. Tam gününde Arkeoloji Müzesi’ne gidiyoruz.

Müze binası olarak kullanılan yapı 1910 yılında İttihat ve Terakki Kulübünün Kastamonu Şubesi olarak inşa edilmiş. Tamamen kesme taştan yapılan binanın planı aynı zamanda Ankara’daki II. Meclis Binasının mimarı olan Mimar Kemallettin Bey tarafından çizilmiş.  

Osmanlının son dönemindeki taş ustalığını ve özgün mimarisini gösteren anıtsal bir yapı. Revaklı girişleri, dış cephedeki sivri kemerli vurguları dikkat çekiyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında bina İstiklal Mahkemesi olarak kullanılmış, Cumhuriyetin ilanından sonra bir dönem Halk Evi Binası, bir dönem de Cumhuriyet Halk Fırkası Binası olarak hizmet vermiş. Müze binası Osmanlının son dönemine, Kurtuluş Savaşı yıllarına, Cumhuriyetin ilanına tanıklık etmiş.

Müze Binası  iki ana girişten oluşmakta, sol cephesinde yer alan girişten binanın idari işleri için kullanılmakta olan kısma girlmekte. Binanın sağ cephesinde yer alan giriş ise asıl müze ziyaretçilerini karşılamakta. Müzenin girişteki danışma kısmında Müze tarihi ile Kastamonu tarihi hakkında yer alan bilgilendirme panoları bulunmakta.

Zemin katta yer alan salonlardan bir diğeri ise lahitler salonu. Bu bölümde bölgeden çıkan farklı dönemlere ait mermer lahitlerin yanı sıra terracotta lahitler, adak heykelleri, Satry heykeli ve steller bulunmakta. Yine zemin katta steller salonu olarak adlandırılan holde ise genellikle Roma dönemine ait mezar stelleri ve adak heykelleri sergilenmekte. Dönemin cenaze geleneklerinin anlatıldığı mezar stellerinin yanı sıra bitkisel motiflerle süslenmiş steller de mevcut. Özelikle lahitler salonunda yer alan 1971 yılında Araç İlçesinde, Kastamonu Müze Müdürlüğünce gerçekleştirilen kurtarma kazısında çıkan ve buluntuları ile birlikte teşhir edilen lahit, dönemin ölü gömme gelenekleri hakkında bilgi vermekteymiş.


Bölgede prehistorik dönemden, neolitik, kalkolitik, tunç çağları, demir çağı dönemlerine ait yerleşim izlerine rastlanılmakta ve kültürel olarak da Frig, Hitit, Roma, Bizans dönemi yerleşim izleri bulunmakta. Müze ikinci katında yer alan vitrinlerde ise bu dönemlere ait eserler kronolojik olarak sıralanmış. Vitrinlerde özellikle Hitit dönemi eserleri olan bronz kaplar ve rhytonlar ziyaretçilerin dikkatini çekmekte. Yine bölgede gerçekleştirilen Devrekani-Kınık kazısı, Taşköprü Pompeiopolis Antik Kenti Kazısı ve Cide Türbetepe Tümülüs kazısından ele geçen buluntular vitrinlerde teşhir edilmekte.





Ayrıca Müze binasına ait bahçede bölgeden çıkan aslan heykelleri, mezar stelleri, lahitler gibi taş eserlerin yanı sıra mimari yapı elemanlarından olan sütunlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri ve alınlıklar gibi taş eserler sergilenmekte.



Kastamonu Kent Müzesi’ne gidiyoruz. Dünyadaki günümüz kent müzeciliğin temel amaçlarından biri de “kent belleğinin” oluşturulması. Özellikle aynılaşan bir dünyada, hızla unutulan geçmiş kültürel miras gibi tehlikelere karşın, kentlerin kültür ve geçmiş belleklerinin korunmasnda kent müzeleri bir arşiv mekânı olarak öne çıkmakta. 

Müzeyi rehber eşliğinde geziyoruz. Kent Müzesi 4 ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm ilin jeolojik tarihi ve flora-fauna özellikleri ile bu tarih içindeki ünik sayılabilecek su kertenkelesi ve fosillere ayrılan bölüm. Mosasaurus Hoffmani ile tanışıyoruz. Kendisi en küçüğünden 3-3,5 metre uzunluğunda etçil beslenen, denizlerin dinozoru diye anılan su kertenkelesi. Müzede sergilenenin boyu 17,5 metreymiş. Dişlerinin küçük bir bölümünün replikasını gösteriyorlar. Tüm zamanların en büyük deniz canlısı olan bu tür 66 milyon yıl önce yok olmuş.

İkinci bölüm kentin arkeolojik ve tarihsel özellikleri verebilmek için oluşturulan prehistorik dönemlerden 21. yüzyıl başına kadar gelen arkeoloji ve tarih bölümleri.

Üçüncü bölüm Kastamonu’nun ülkenin korunmuş en geniş mimari mirasından birine sahip olmasından dolayı mimari kültüre ayrılan bölüm. Mimar Vedat Tek’in bir büstü ve eserlerinin fotoğrafları var. Geleneksel aşı boyalı Kastamonu evleri, kapıları, kapı tokmakları sergilenmekte.

Dördüncü bölüm ise kentin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı ile ilgili bölüm. Tosya Pirinci, çekme helva, üryani eriği, Taşköprü sarımsağı, tarhana, siyez bulguru ve mantar Kastamonu’ya has ürünler olarak sergileniyor.

Mimar Vedat Tek Kültür Merkezi’nde gördüğümüz piyano burada da karşımıza çıkıyor. Efendim, Taşköprülü Mehmet Usta, Dönemin İtalyan mühendisi Carlo Efendi’nin evine yaptığı mobilyayı götürdüğünde, evde ki piyanoyu görmüş ve krokisini istemiş. Elindeki krokiyle yaptığı piyano Kastamonu Valisi tarafından II.Abdülhamit’e hediye edilmiş. Eee Abdülhamit’de iyi bir marangozdur. Piyanoyu çok beğenir ve ustayı Yıldız Sarayı’na davet eder. Taşköprülü Mehmet Usta,nın yaptığı beş piyanodan biri, Yıldız Sarayı’nda, diğerleri, Mimar Vedat Tek Müzesi’nde, Kent Müzesi’nde ve özel koleksiyonlarda yer almaktaymış.

Aşıkların olduğu panolar var. Ilgazlı Aşık Naili, Aşık Yorgansız Hakkı Çavuş, Aşık Kemali, Aşık Meydani, Aşık atışmaları var. Hatta Aşık Veysel, İhsan Ozanoğlu ile atışmış. Davulcu Karayılan var.

Bir başka odada Kastamonu’da çevrilen filmleri görüyoruz. Kerr, Düşman Yolları Kesti,Manda Yuvası, Sürgün, Sağ Salim, Münafık, Mustang, Allahaısmarladık, Katil, Sepetçioğlu, Denizli’de yaşanmış bir hikaye olmasına rağmen Kastamonu’da çekilmiş Eğreti  Gelin, Sepetçioğlu, Gizli Yüz ve Gözetleme Kulesi. Mukadderat filmi Cide’de çekilmesine rağmen yenilerde çekildiği için daha müzeye düşmemiş.

İstiklal Yoluna ,eğitimde modernleşmeye ve Abdurrahman Paşa Lisesi’ne de yer verilmiş. Bize dolu dolu bir Kastamonu yaşatan müzeye ve rehberimize veda ediyoruz.



Yağmur çiselemeye devam ediyor. Tarihi Nasrullah Köprüsü üzerinde fotoğraf çektiriyoruz. Köprü, Kastamonu merkezde kenti ikiye ayıran Karaçomak çayı üzerinde inşa edilmiş bir 16.yüzyıl köprüsü. Nasrullah camiini yaptıran  Kadı tarafından 1501 yılında yaptırılmış


Yontma taştan yapılmış olan beş kemerli köprünün orijinal hali 40 metre uzunluğunda ve 4 metre genişliğindeymiş. Ana kemer 12 metre, diğer kemerler ise 8.5 metre genişliğindeymiş. Köprü üzerinde iki adet sadaka taşı yer alır. Köprü 1709, 1946 ve 2000 yıllarında üç büyük restorasyondan geçmiş. Karayollarının yaptığı son restorasyon sırasında, bazı kemerlerden vazgeçilerek, bunların yerine merdiven yapılmış.

                                 

Kastamonu çarşısına dağılıyoruz. Tabakoğlu markete gidiyoruz. Pastırma, siyez bulguru, çet helvası, yani Kastamonu’ya ait ne varsa alıp paketletiyoruz.  Çarşıda Kastamonu içliğinden alanlar oluyor. Yorulmuşuz Kurşunlu Han’da mola veriyor, Çay kahve içiyoruz.

Kurşunlu Han,  15. yüzyılın ortalarında Candaroğlu Beyliği’nin son hükümdarı Kemaleddin İsmail Bey tarafından vakıf eseri olarak yaptırılmış. Bina  iki katlı ve kare planlı. Han içinde toplam 51 oda bulunmaktaymış ve odaların önünde revaklar yer almakta. Avlusu 19×19 metre ebatlarında ve büyükçe bir su havuzu vardır. Hanın dış cephesinde de sonradan yapılan işyerleri yer almakta. Kesme ve moloz taştan inşa edilen geniş avlusu olan bu hana pek çok kervan uğramış. Kurşunlu Han, yapıldığı tarihte Kastamonu’nun en büyük ticaret merkezi konumundaymış. Restore edilen bina  “Kurşunlu Han Otel” olarak Kastamonu’ya gelenlere hizmet vermeye devam etmekte. Avluda 13.yüzyılda Çobanoğulları döneminde inşa edilen Vakıf Hamamı’nın kazanı da teşhir edilmekte.





Bu arada bizim kızlar telefondan bir resim paylaşıyorlar. Tosya İlçesine özgü “Kıstı” takısıymış. Günümüzde sınırlı sayıda ustalar tarafından sadece sipariş üzerine üretilen Kıstı takısı kaybolmaya yüz tutmuş el sanatları arasındaymış. Tosya ilçesinde yüzyıllardır, tamamen elle işlenerek yapılan, toplamda yaklaşık 40 gr altına denk gelen, altından kolye, küpe ve bileklikten oluşan set şeklindeki takı, geleneksel olarak gelinlere takılırmış.

Akşam yemeği için Münire Sultan Sofrası’na gidiyoruz. Kastamonu lezzetlerinden banduma başta olmak üzere, yemeklerin biri gidiyor biri geliyor. Bu arada gezinin başından beri Aysel dibimden ayrılmıyor. Demet, gezi için toplanan paradan iade yapınca bazı arkadaşlar telefon açıp teşekkür etmişler, istediği bir şey olup olmadığını sormuşlar. O da şaka olsun diye “Don alın” demiş. Bizimkiler de bunu ciddiye almışlar. Aysel gitmiş Victora Secret’den don almış. Bizim Bülent Nazif ile THBT gelinliğinde asaleti tasdik olan eşi Sema’da biz de paçalı don alalım bari diye çarşıda dolanıp duruyorlardı, onlarda şalvarı çengelli iğne ile kısaltarak paçalı don yapmaya çalışmışlar. İyi de bunların Demet’e verilmesi için mizansen gerekiyor. Aysel’in dibimden ayrılmama nedeni bu. ”Sen halledersin” diye topu bana atıyorlar.

Demet’i koltuğumun altına alıyorum. “Bak Demetçim” diye söze başlıyorum. “Anadolu’da kızlar doğduğunda bir tane don dikilir, donla donansın diye don sandığa atılır. Bugün hepimiz için geriye kalan hayatımızın ilk günü, aslında her günümüz doğum günü, onun için biz de sana donanasın diye don aldık” diyorum. Dememle beraber Aysel, Victoria Secret paketini Demet’in eline tutuşturuyor. Alkış kıyamet sürerken, “Bi dakka devamı var “ diyerek milleti susturuyorum. “Demet’in Victoria Secret tarafı var, amma velakin Anadolu kızı olarak bir de paçalı don tarafımız var” deyince Bülent Nazif ile Sema, paketi veriyorlar. Paçalı don paketini tereddütsüz açıyor. Aslında modifiye edilmiş don olduğu anlaşılıyor, Şalvar için teşekkürler ediliyor. İyi buraya kadar güzel de, Victoria Secret paketi ortada duruyor. Demet, ucundan kıyısından bakarak paketi açıyor. Ortaya kırmızı renkli, bokser model, beli taşlı bir don çıkıyor. Bizim Aysel, en edeplisini bulana kadar epey uğraşmış anlaşılan. Veeee demet donu, pantolon üzerine giyiyor. Süpermen gibi oluyor. Allahtan  restoranda bizden başka kimse yok ama garsonları unuttuk. Adamlar önce hayretle bakıyorlardı, onlarda bizle beraber gülmeye başlıyorlar. Böylece don skecimizde  kahkahalar ve alkışlar ile sona eriyor.

Arabalara binip, Seyrangah Tepesi’ne çıkıyoruz. Aşağıda Kastamonu şıkır şıkır ışıklar içinde. Bu arada gürültüler geliyor, havai fişekler patlıyor. Kastamonu Galatasaray’ın şampiyonluğunu kutluyormuş. Tepeden günün anlam ve öneminin aksine sarı lacivertli bir bina dikkatimizi çekiyor. Şehrin tek alışveriş merkezi, Barutçuoğlu AVM’ymiş.  Sıcak salep hepimize iyi geliyor.



Mecit Kaptan Konağı, ile Akif Bey Konağı’nda kalan arkadaşlar, Akif Bey Konağı’nde çalıp söylemişler.  “Zebaha Kadar” klasiğimizi yaşamışlar.

19 MAYIS 2025 PAZARTESİ

 Bugün gezimizin son günü.Bugün, ülkemiz için büyük anlam taşıyan, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlattığımız kurtuluş mücadelemizin başlangıcı olarak kabul ettiğimiz  Mayısın 19’u. Biz bugün, Kurtuluş Savaşı’nda tüm savaşın kaderini belirlemiş, beyaz şeritli İstiklal Madalyalı tek ilçemize, İNEBOLU’ya gidiyoruz. Arabaya bindikten sonra, marabalarımız hepimize bayrak dağıtıyor. Bayraklarımızı sallaya sallaya marşlar söyleyerek yola çıkıyoruz. Hepimiz bayram çocukları gibiyiz. Ülkemizde, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutladığımız bayramı, biz THBT’li gençler ve genç kalanlar coşkuyla kutluyoruz.


Gezimizin ilk durağı, Kasaba Köyü, Mahmut Bey Cami. Çivisiz Cami olarak da adlandırılıyor. 1366 yılında Candaroğlu Beylerinden Adil Bey’in oğlu Emir Mahmut Bey tarafından yaptırılmış. 2005 yılında Vakıfların mülkiyetine geçmiş. Cami dıştan, moloz taş yapısıyla çok sade görünüyor. Ankaralı Nakkaş, Mahmutoğlu Abdullah tarafından oyma sanatıyla yapılan ahşap giriş kapısının aslı, Kastamonu Liva Paşa Konağı Etnografya Müzesinde sergilenmekteymiş. Orijinal kapının yerine, Kastamonu’nun ahşap oymacılık ustalarından Hikmet Değirmencioğlu tarafından yapılan benzeri yerleştirilmiş.

Caminin içine girince “Bu ne?” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zaten iç yapı süslemeleri ve süsleme tarzı nadir örnekler arasındaymış. Cami içindeki tüm ahşap yüzeyler kökboyasıyla kalem işi süslenmiş ve tüm bu süslemeler günümüze özgün halde ulaşmış. Caminin çatısı bindirme tekniği ile çivi kullanılmadan yapılmış.

Mahmut Bey Camisi, Anadolu’nun Orta Çağ Dönemi Ahşap Hipostil Camileri olarak 2023 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne kaydedilen beş camiden biriymiş. Listedeki diğer camiler Afyonkarahisar’daki Ulu CamiEskişehir’deki Sivrihisar Ulu CamiAnkara’daki Ahi Şerafettin (Arslanhane) Camisi ve Konya’daki Eşrefoğlu Camisi'ymiş.

Caminin haziresinde (Külliye, cami, mescit, tekke gibi dini yapıların avlularında yer alan etrafı duvar veya parmaklıkla çevrili mezarlıklara verilen isim) Osmanlıca yazılmış mezar taşları var.  Mezar taşlarında ki yazıları, çok ama çok çok dil bilen Çağrı kardeşimiz okuyor. Böylece burada yatanların daha önce camide imamlık yapmış kişiler olduğunu anlıyoruz.




Karadeniz’in yeşilin bin bir tonu ile bezeli ormanları arasında yolumuza devam ediyoruz. İnebolu’ya girerken, 9 Haziran Stadyumu’nun önünden geçiyoruz. Stadyumda tören yapılıyor.  İnebolu sahildeki Türk Ocağı önünde arabalarımızdan iniyoruz.

Bizleri İnebolu Belediyesi başkan yardımcısı Hakan KURT ve Halkla İlişkiler Bölümünden Engin Gül karşılıyor. Hakan Bey önce kendini tanıtıyor. Uzun yıllar belediye de kamu görevinde bulunmuş, aslen  CHP’liymiş. Çok sempatik, esprili ve İnebolu sevdalısı. İnebolu belediye başkanı Engin Uzuner MHP’den olmasına rağmen, Hakan Bey’i başkan yardımcısı olarak görevlendirmiş. Memleketin yararı söz konusu olduğunda parti gözetmeyen Engin başkan gıyabında hepimizin sempatisini kazanıyor.

Hakan Bey, Türk Ocağı Binası önünde ki; İnebolu İstiklal madalyası heykeli, İnebolu’nun önemini anlatan pano, tarihi Karadeniz Takası ve onları karaya bağlayan zincirlerin önünde zaman zaman bizi güldüren, zaman zaman da gözlerimizi yaşartan bir konuşma yapıyor.

Mondros anlaşmasından sonra, işgal ordularının el koyduğu Osmanlı silahları ve cephanesi, Türk İstiklal Mücadelesi’nin başlaması ile bin bir güçlük ile tekne ve takalarla İstanbul’dan İnebolu’ya getirilmiş. Yarbaşı Mevkii olarak bilinen, şu anda bulunduğumuz yerde kayıklardan boşaltılmış. Bir kutsal emanet taşırcasına elden ele, yaşlı-genç, çocuk-kadın demeden, omuzlarda, tüm çevreden Kağnılarla, at arabaları ile, öküz ve mandalarla İnebolu-Küre-Seydiler-Kastamonu yolu Ankara’da ki  Kuvay-i Milliye güçlerine ulaştırılmış.

Kağnıdaki cephane ıslanmasın diye battaniyeyi çocuğunun üstünden alıp cephane üstüne örten, çocuğu ile birlikte donarak ölen Şerife Bacımıza bin selam olsun. İnebolu halkı tam üç yıl boyunca bu gönüllü hizmeti sürdürmüş. Ne kayıkçılar para istemiş, ne de taşıyanlar. İnebolu Kurtuluş Savaşı’nın kilit noktalarından biriymiş. Mustafa Kemal Paşa boşuna  “Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da kulağım İnebolu’da” dememiş.

İnebolu Limanı’na takalar gelip gidiyor. Sürekli silah ve cephane sevkiyatı var. Bu hareketlilik düşmanında dikkatini çekiyor tabii ki. Yunan Donanması, Panter ve Kılkış isimli iki gemisini İnebolu’ya göndermiş, silah ve cephanelerin teslimini istemiş. Teslim edilmeyince de Ramazan Bayramı’nın birinci gününe rastlayan 9 Haziran 1921’de İnebolu’yu bombalamışlar. Ancak İnebolu öyle bir direniş göstermiş, ki tek sahra topumuz imanla güllelerini öyle bir savurmuş ki  karaya çıkamadan gemilerini alıp geri dönmüşler.  Bu nedenle her yıl 9 Haziran “İnebolu Şeref ve Kahramanlık Günü” olarak kutlanmaktaymış. Stadyumun adının neden 9 Haziran olduğunu da anlamış bulunuyoruz.

 Türk İstiklal tarihine altın harflerle geçen kahraman ilçemiz İnebolu’nun Kayıkçıları  için TBMM’de Şubat 1924 Tarihli 99.oturumunda 66 numaralı kanun çıkarılmış, bu kanunla İnebolu Mavnacılar Loncası’na “Beyaz şeritli İstiklal Madalyası” verilmiş. Bu madalya aslında kayıkçıların şahsında  tüm İnebolu halkına verilmiş.

İnebolu’lu denizcilerin ecdat yadigarı, “Hadi Çek , Hadi Gayret, Kolay Gele İşte” anlamında  Helesa Vesse Heyamola yessa yessa diyerek oynadıkları Heyamola oyununu da anmadan geçmeyelim. Tekerlemeler söylenirken, halka olunuyor, daha sonra ikinci halkadakiler, birinci halkadakilerin omuzlarına çıkarak kule yapıyorlarmış. En sonunda kulenin zirvesindeki kişi bayrak açmaktaymış. Bizim zamanımızda 19 Mayıs gösterilerinde yapılan kuleler, meğer İnebolulu denizcilere bir selammış.    

Atatürk İnebolu’ya bir günlüğüne gelip 25-28 Ağustos 1925 tarihlerinde tam üç gün kalmış. İnebolu’nun vatansever ve cefakar halkına verilen bu madalya Atatürk tarafından yeterli görülmemiş olacak ki Şapka ve Kıyafet İnkılabı başlangıç yeri olarak da İnebolu’yu seçmiş. Önünde bulunduğumuz Türk Ocağı binasından yaptığı konuşmada “ Kıyafetimiz ile de çağı yakalamalıyız. Elimde görmüş olduğunuz bu şemsiperli serpuşun adı ŞAPKA’dır” diyerek, kavuk ve fesin yerine beyaz renkli Panama şapkasını giymiş. Biz şapka devrimi Kastamonu’da başladı diye bilirdik, esas devrim Kastamonu’nun ilçesi İnebolu’da başlamış.



Hep birlikte 1925’den bu yana her gelen ziyaretçinin fotoğraf çektirdiği Türk Ocağı binasının merdivenlerinde fotoğraf çektiriyoruz. Daha sonra da bugünkü adıyla “İnebolu Türk Ocağı İstiklal Yolu Müzesi’ne giriyoruz.  Üst kata çıkmadan önce ayaklarımıza galoş giyiyoruz. Bizleri müzenin sorumlusu Nurhayat Ergün karşılıyor. Enerji dolu, güleç yüzlü, çok güzel diksiyonu olan hoş bir hanım. Bizleri konferans salonuna alıyorlar.

Nurhayat hanım elinde şapkasıyla sahneye çıkıyor. Çok hoş bir konuşma yapıyor. Atatürk, Kıyafet ve İnkılap Devrimi’ni sanki bugün başlatmışçasına coşkuyla anlatıyor, şiirler okuyor, o günleri yaşıyor ve yaşatıyor.  Konuşmasını kendi yazdığı şiirin son satırı ile alkış yağmuruna tutuyoruz.

“Yüzyıl yetmez bir güne,

Nice yıllar olsun Cumhuriyet’e” 

Hep birlikte bayraklarımızı sallayarak “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylüyoruz. Bu Cumhuriyet sevdalısı hanımın enerjisi hepimize geçiyor. Nurhayat hanım yirmi yıldır bu görevi azalmayan bir şevkle yapıyormuş. Kendisi aynı zamanda hukuk okuyormuş. Kendini bu denli geliştiren bir hanımı tanımak hepimize iyi geliyor.

İnebolu aslında Kıyafet ve Şapka Devrimi’nin hakkını vermiş bir ilçe. 1980 yılına kadar, bu konferans salonunda balolar veriliyor, caz müziği dinleniyormuş. Tüm ülkenin olduğu gibi 1980 yılından sonra İnebolu’nun da nefesi kesilmiş,  İnebolu bir daha eski İnebolu olamamış.

Nurhayat Hanım önümüze düşüyor ve müzeyi gezmeye başlıyoruz. Müze aslında Cumhuriyet ve onun ayrılmaz parçası İnebolu Tarihini anlatıyor. Bugün müze olarak kullanılan Türk ocağı binası, son dönem Osmanlı mimarisi ögelerini taşıyor. Yığma taş tekniği ile yapılmış yapı  pencere söveleri, kilit taşları ile göz dolduruyor. Zemin haricinde üç katlı ve denize nazır.

Türk Ocağı Binası, Karagüllezade Mehmet Yazıcı Karamanyan Hacı Ohannes Ağa tarafından ticari amaç için inşa edilmiş. Daha sonra mülkiyet  tamamıyla Karamanyan ailesine geçmiş. 27 Ağustos 1925’te Şapka Nutku bu binanın önünde gerçekleşmiş.1929’da mülkiyet Türk Ocağı’na geçmiş. Daha sonra sırasıyla Cumhuriyet Halk Fırkası, Halkevi, olarak hizmet vermiş, 1956 yılında İnebolu Belediyesine geçmiş. Daha sonra satılarak otele dönüştürülmüş, alt katlar dükkan, gemi acentası, lokanta olarak kullanılmış. 1975 de Halk Eğitim Binası olarak hizmet veren bina, nihayet 1991’de korunma altına alınmış. 

Kastamonu Valiliği’nin girişimi ile Prof. Kemal Kutgün Eyüpgiller’e restorasyon projesi hazırlatılmış, Genel Kurmay Başkanlığı’nın  katkılarıyla restorasyon tamamlanmış 5 Ağustos 2006 tarihinden bu yana da  müze olarak kullanılıyormuş. Restorasyon Projesi, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından 2006 yılında düzenlenen 1. Uluslal Mimarlık Koruma Ödülleri etkinliğinde Sivil Mimarlık Örneği restorasyon Projesi ödülüne layık görülmüş.

İstiklal Yolu dediğimiz İnebolu’dan Ankara’ya giden yol on sekiz günde aşılıyormuş. Sadece İnebolu- Kastamonu arası altı gün sürüyormuş. Ankara hükümeti, hattın güvenliği için Kağnı Kolları Komutanlığı kurmuş. Kağnı Kolları Kumandanlığı’na da, İstanbul’dan Ankara’ya geçen tarihçi Enver Behnan Şapolyo’yu tayin etmiş.

Enver Behnan Şapolyo anılarında “Yolumuza ağır ağır devam ediyorduk. Fakat her süratli vasıta yorulur ve bozulabilir. Bizde ne yorulmak ne dinlenmek ve ne de bozulup yolda kalmak vardı. Otomobiller, kamyonlar belki her yeri aşamazlardı. Fakat bizim için aşılamayacak yol yoktu” diye yazmış.

Eski bir ticaret rotası olan 344 km uzunluğundaki İnebolu- Ankara yoluna savaşlar sırasında sadece İstanbul’dan değil, Trabzon ve Sovyet Rusya’dan da sevkiyat yapılmış. İnebolu Limanı’na İlk sevkiyat 28 Ağustos 1920’de yapılmış. İstanbul’dan yapılan bu ilk sevkiyat başarıyla sonuçlanınca Rüsumet 4 isimli gemi Sovyet Rusya’dan yüklediği malzemeyi doğrudan İnebolu’ya getirmiş.

Mühimmat ve cephanenin yanı sıra İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek isteyen vatanseverlerde ilkin İnebolu’ya gelmiş. O zamanlar bugünkü liman denilen liman ne arar? Sevk edilen malzeme gemilerle açıkta bekliyor, oradan mavnalara, mavnalardan da kağnılara aktarılıyor. E bu da az iş değil. Onun içinde İnebolu Yükleme Boşaltma Komutanlığı kurulmuş. Bu arada Sinop’tan İnebolu’ya taşınan telsiz istasyonu ve İnebolu telgrafhanesinin rolünü de unutmamak gerekir.

Mustafa Kemal’in isteği ile 28 Eylül  1919’da Albay  Osman Bey tarafından örgütlenen Kastamonu Müdafaa-i Hukuk cemiyeti’nden sonra, İnebolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuş. Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ardından Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti kurulmuş.

İzmir İşgaline ilk tepki veren Kastamonu’da yayınlanan Açıksöz gazetesiymiş. İnebolu eğitime önem veren bir ilçe. Tee 1896’da 4 medrese, 1 ortaokul, 150 ilkokul varmış. Ayrıca Hristiyanlara ait 3 de ilkokul mevcutmuş.

Anadolu’ya geçmek için İnebolu’ya gelen vatanseverler demiştik ya. İçlerinde kimler yok ki? Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Necati (Ankara Necatibey Caddesi’ne adı verilen), şair ve yazarlarımız  Mehmet Akif Ersoy, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Vala Nuretin ve hatta Nazım Hikmet.

Nazım Hikmet Vala Nurettin ile birlikte Ankara’dan izin gelene kadar 21 gün İnebolu’da kalmış. Müzede Nazım’ın el yazısı ile şiirin aşağıdaki bölümü sergileniyor.

iki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu,
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı.
Serilmişti yerlere yığınla kuru yaprak.
Yaprakların üstünde sendeleyip kayarak,
Dağın son kayasının dibine varabildik.
Bu tepede bu kaya mağrur bir baş gibi dik!
Çıkıp onun üstünden bakabilirsek eğer
Çocukken masallarda dinlediğimiz bir yer
Güzel İç Anadolu görünecekti bize.

Bunu nakşetmek için bir anda  kalbimize
Son adımı atmadan gözümüzü kapadık.

“Şu Çılgın Türkler” kitabında Turgut Özakman’ın İnebolu’dan anlattığı bir sahneden alıntı yapmadan geçemiyorum. Yakup Kadri, Mevki komutanı yarbay Nidai ile taş merdivene oturmuş (Bizim fotoğraf çektirdiğimiz taş merdiven olsa gerek)  kaynaşan kalabalığı kastederek “İnebolu her gün böyle mi?” diye sormuş. O da ”Aşağı yukarı böyle” demiş. “İstanbul’dan, düşmanın el koyduğu silahlarımızı bin bir oyun ile çalarak İnebolu’ya gönderiyorlar. Kendi malımızın hırsızı olduk” demiş.  Yazar Turgut Özakman'a, ''Şu Çılgın Türkler'' adlı kitabında İnebolu halkının Kurtuluş Savaşı'nda göstermiş olduğu özveriye yer verdiği için İnebolu Belediyesi tarafından 2009 yılında hemşehrilik beratı verilmiş, daha sonrada  “Turgut Özakman İstiklal Yolu Parkı” olarak adı bir parka verilmiş.

Yazar Ann Bridge ise “Dark Moment” adlı eserinde Milli Mücedele’de ki kadınlarımızı anlatmış, Devrim Yolu adını verdiği İnebolu-Ankara hattındaki silah ve cephane ulaşımını “Sonsuz bir insan seli birbirinden bir buçuk metre aralıklarla ve tek sıra halinde akıyordu” diye tasvir etmiş.

İstiklal Marşımızın yazar Mehmet Akif Ersoy’da İnebolu’dayken, camilerde Kuvayi Milliye’yi öven vaazlar vermiş.

Dr Mehmet Salih Osmanoğlu’nun katkılarıyla Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen tarafından yapılarak 25 Ağustos 2007’de ziyarete açılan Atatürk’ün mumya heykeli önünde sırayla fotoğraf çektiriyoruz.

Nurhayat Hanım ile birlikte fotoğraf çektiriyor, müzenin hatıra defterine duygularımızı aktarıyoruz. Müzeye girdiğiniz siz ile çıktığınız siz kesinlikle aynı insan değilsinizdir. Bilmediğin ne kadar çok şey olduğunu görür hayret edersin.  Müzeleri o yüzden çok seviyorum.


Nurhayat Hanıma güzel ev sahipliği için teşekkür ederek, Hakan Bey’in rehberliğinde İstiklal Yolu’na çıkıyoruz. İlk Deniz Ticaret Odası’nın olduğu binanın önünden geçiyoruz. Sultan Camiinin hikayesini dinliyoruz.  II. Abdülhamit’in padişahlığı döneminde, caminin yapımına başlanıyor. Duyun-u Umumiye nedeniyle tahsisat gelmeyince camii eldeki imkanlar ile tamamlanıyor. Camii inşaatı için gelen kesme taşlar, tüm camiinin yüksekliği az tutulunca,  kesme taşlar temelde de kullanılıyor. Camii iki şerefeli olacakken, tek şerefeli oluyor. Şerefenin bitimine de külahı konduruluyor.



Atatürk’ün İnebolu’dayken kaldığı sokak içindeki gri evi görüyoruz. Vehbi Koç’un İnebolu’da kaldığı sarı oteli görüyoruz.   Aşı boyalı evlerin, çeşmelerin fotoğraflarını çekerek İnebolu sokaklarını arşınlıyoruz.










İnebolu ve Çevresi Sağlık ve Eğitim Vakfı Nezihe Battal Kültür Evi’ne gidiyoruz. Bina 1897’de Battalzade Tevfik Efendi tarafından yaptırılmış, torunu Dr Mehmet Salih Osmanoğlu tarafından 2001 yılında restore ettirilerek annesi Nezihe hanım anısına Kültür Evi olarak vakfa bağışlanmış.

Binanın içinde katlara çıkan iki ayrı merdiven var. Katlarda İnebolu yaşantısını anlatan objeler, demir karyola, ahşap konsol ve fotoğraflar sergileniyor. En üst katta kitaplık kafe var. Hakan Bey pencereden eski İnebolu evlerinden tek tük kalmış çatıları gösteriyor. Çatılar denizden çıkarılan ve Marla Taşı(Arduaz) denilen geniş ve ince taşlarla örtülmüş. Çatıda taş kullanılmasının sebebi son derece sert Karadeniz poyraz rüzgarlarında çatının dayanıklı olması içinmiş. Marla taşı ise ince, düz yapısı ve ısı yalıtımına sağladığı katkıdan dolayı tercih edilmiş.

İnebolu’nun ilk kuruluşu; tarihi kesinlikle bilinmemekle beraber Miletliler tarafından bir kıyı kolonisi olarak eski adı ile Poyraaltı şimdiki adıyla Boyranaltı Mahallesi’nde ilk defa kurulduğu, kale kalıntılarından anlaşılmaktaymış. Bu kalenin eski adı ile Abraş ve şimdiki adıyla Abaş Tepe’den başlayıp Kızılkara’ya kadar uzandığı görülmekteymiş. Avara Mahallesinin altında şehir harabelerinin mevcudiyeti çıkan sütun ve nakışlı, kabartmalı ham mermer parçalarından anlaşılmaktaymış. Boyran Mahallesindeki kale kalıntısının halk arasında Cenevizlilerden kalma olduğu söylenmekteymiş. İnebolu’nun ilk adı İonopolismiş.Yani  İyonların şehri.


Vakti zamanında İnebolu İtalyan mimar Boronotti tarafından planlanmış. Bütün sokakları denize çıkıyormuş. Konuşa konuşa Kent Müzesi’ne geliyoruz.

Kent Müzesi’nde olmazsa olmazımız oldu artık, müzede bizi İstiklal Yolu karşılıyor. Anadolu’da işgale uğramamış tek bölge Karadeniz olması nedeniyle, silahların indirilebileceği en güvenli liman İnebolu olmuş. O devirde İnebolu’da  büyük gemilerin ineceği liman ne gezer. İnebolu’da açıkta bekleyen gemilerden mühimmatın taşınması denk kayıkçılarının ustalığına kalmış.

İnebolu kütüğü, kütük kayık ya da taş kayığı gibi adlar ile anılan kayıklar, farklı yapım tekniğini bütün olarak koruyabilmiş dünyada bilinen tek örnekmiş. Denk Kayıkları 1924 yılındaki Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesine kadar, çoğunlukla Rum ustalar tarafından yapılmış.

Denk kayığı yapımı büyük ustalık gerektirirmiş. Önce kabuk tekniği ile yapılır, teknenin önce dış kaplamaları eğri ve kesme çivilerle bağlanır, ısıtılarak şekil verilmiş nal şeklindeki postalar ile tekne yapısı kuvvetlendirilmiş.  Teknelerin altı düz.6 m kayıklar insan taşımada (Piyade), 9 m kayıklar eşya taşımada ( Kütle), 13 m Kayıklar ise (Denk)  daha büyük ebatlarda yükleri taşımada kullanılırmış.  Tekneler yükü boşaltmadan önce Karadenizlilerin  maliga dediği, ırgat yardımı ile karaya çekilir, ondan sonra yük boşaltılırmış.  Son orijinal denk kayığı İstanbul denizcilik müzesinde sergilenmekteymiş. Anıtkabir ‘de de İnebolu Denk Kayığı Örneği bulunmaktaymış.

Bıçakçılık, terzilik, çeşitli meslek grupları tanıtılıyor. Buraya yakın bir Dibek köyü varmış.  Bu köy 600 yıl Osmanlı’nın süngü, kama bıçak ihtiyacını karşılamış. Günümüzde süs bıçağı yapılıyormuş. Bıçakların sapı kiraz ağacındanmış. Yalnız hacamat diye bir bıçak varmış, insanın tüm kanını akıtır, canını alırmış.

Müze İnebolu Tarihini adım adım anlatıyor. Tee Erken Tunç Çağı’ndan başlayıp, Gaşkalar (Kaşkalar), Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler gelip geçmişler. Helenistik ve Roma çağlarına da şahitlik etmiş. 

Bu arada İnebolu Tarihini anlatılırken İneboluyu İnebolu yapan sahte peygamber Kahin Aleksandros ve Yılan Tanrı Glykon’dan da bahsetmek gerekir.

Aleksandros gençliğinde Pyhthagorist düşünce temelinde reenkarnasyon yani yeniden doğuş felsefesinin yanında, iyileştirme gücü ve büyücülük gibi bilgiler alarak yetişmiş. Aleksandros eğitimi sonrasında yaşadığı çağın cazibe merkezleri olan bir kehanet merkezi kurmanın hayalleri peşine düşmüş. İşte bu düşüncelerle, antik Makedonya’nın başkenti olan Pella’ya olan bir gezisinde buradaki Asklepios kutsal alanında gördüğü büyük ve evcil yılanları, ilerleyen zamanlarda kendi kenti olan Abonuteikhos’ta kurmayı planladığı bilicilik merkezi için satın almış. Kuracağı bu bilicilik merkezi için ilk durak Khalkedon’daki (Kadıköy) Apollon Tapınağı olmuş. Aleksandros bu tapınağın derinliklerine gömdüğü tunç bir levhayı yeni bulmuş gibi yaparak, yeni doğacak tanrının daha yüzyıllar öncesinden müjdelendiği imajını yaratmaya çalışmış. Bu tunç tablet üzerinde ise Asklepios’un, babası Apollon ile birlikte pek yakında Pontus’a gideceği ve Abonuteikhos’a (İnebolu) yerleşeceği yazılıymış. Bu tablette yazan müjde Abonuteikhos’a ulaşır ulaşmaz da insanlar bu mucizevi habere inanmış ve hemen bir Asklepios Tapınağı yapmaya bile başlamışlar.

Aleksandros planının ikinci aşaması için soyunun tanrılardan geldiğini gösterir kıyafeti ile Abonuteikhos’a gitmiş. Burada yapılmakta olan tapınağın temellerine daha önceden hazırladığı kaz yumurtası içine yavru bir yılanı koyarak yerleştirmiş .Aradan bir süre geçince de yeni tanrının doğacağını müjdeleyen dualar ve esrik sözlerde bulunduktan sonra, tapınak temellerinden çıkardığı yumurtayı kırmış ve içinden canlı bir şekilde doğan yılanın yeni tanrı olduğunu bildirmiş.

Abonutekhoslular, mucizevî bir şekilde bir tanrının doğumuna, dolayısıyla yeni bir din ve arkasından gelecek kehanet merkezinin kuruluşuna şahit olmaktaymışlar. Aleksandros yeni doğan yılanın bir tanrı olduğunu göstermek için, bu doğumdan birkaç gün sonra Pella’dan aldığı büyük yılanı insanların karşısına çıkarmak için hazırlamış. Bunun için ise keçe ve kuş teleğinden hazırladığı ve üzerine de insan gözü ve ağzı çizdiği bir başlığı yılanın kafasına yerleştirmiş. İnsanların karşısına Aleksandros’un kucağında loş bir oda da çıkan yeni tanrı, azametli cüssesi ve yılan vücudu üzerindeki insana benzeyen başı ile kendisine inananlara yüzünü gösteriyor hatta onlarla konuşuyormuş. Bu yaşananlar kısa sürede çok geniş bir alana yayılmış ve yeni tanrının ünü birden bire İnebolu’nun da içinde bulunduğu Paphlagonia’nın yanında komşu bölgelerde de artmış. Asklepios’un yeniden dünyaya gelmiş hali olan bu yeni tanrının adı ise onun peygamberi Aleksandros tarafından “Glykon” olarak açıklanmış.

Glykon’un loş bir odanın içinde, dev yılan vücudu üzerinde uzun saç ve sakalı, insana benzeyen yüzü ile canlı bir tanrı olarak insanların karşısına çıkarak kendini göstermesi ve onlarla kendi sesiyle konuşması,  çağın kehanet uygulamalarına da yeni bir anlayış getirmiş. Ayrıca Aleksandros, dâhiyane aklını kullanıp, dönem dünyasının köklü inançları olan Apollon, Asklepios, Selene, Perseus, Eleusis gizemleri ile yakın doğudan Sabazios ve Serapis gibi inançlardan kombinasyonlar yaparken, bir yandan da yeni uygulamalarla kendi dinini popüler hale getirmeyi iyi başarmış.

Yeni tanrı Glykon, babası tanrı Apollon’dan bilicilik yani geleceği görme, Asklepios olarak da insanları iyileştirme gücüne sahipmiş. Antik çağ Anadolusunun birçok yerinden insanlar yeni doğan tanrıyı görmek, onun kurduğu bilicilik merkezinden ve sağlık merkezinden faydalanmak için Abonuteikhos’a geliyormuş. Şehir bu sayede, canlanmış. Glykon’un ünü arttıkça heykelleri, resimleri yapılıyor ve satılıyormuş. Gün geçtikçe inanlar arasına Roma’nın senatörleri, Anadolu valileri ve komutanları da katılmaya başlamış. Peygamber Aleksandros’tan kehanetler alıyorlar, tanrı Glykon’a başvuruyorlarmış. Bu önemli şahıslar arasında Roma İmparatoru Marcus Aurelius bie varmış. Hatta imparator, Germenia’da yapacağı bir savaş öncesinde Glykon’un kehanetine başvurmuş.

Peygamber Aleksandros, Roma İmparatoru’ndan bile saygı görünce kentin ismini de değiştirmiş. Apollon’un soyuna dayanarak kendisinin ve şehir halkının Ion kökenli olduğunu göstermek açısından şehrin ismini Ionopolis’e çevrilmesini imparatordan istemiş ve bu isteği kabul görmüş. Artık kente ait sikkelerin bir yüzüne şehrin yeni ismi, diğer yüzünde ise yılan tanrı Glykon’un resmi bulunuyormuş.

Ortaya çıkardığı yılan tanrı Glykon ve kurduğu kehanet ile sağlık merkezi sayesinde kısa sürede büyük bir üne kavuşan Aleksandros, kendisine iletilen bir kehanete göre 150 yıl yaşaması öngörülürken o ise yaklaşık 70 yaşında bacağındaki kangrenden dolayı ölmüş. Onun yerine başka hiçbir peygamber ya da halefi geçmemiş olmasına karşın kurduğu kültü arkeolojik verilere göre en azından MS 3. yüzyıl ortalarına kadar canlı bir şekilde devam etmiş.

Sahte peygamberden bu kadar bahsetmek yeter. Gelelim Çobanoğulları Beyliği’ne. İnebolu Selçuklu döneminde Çobanoğulları Beyliği sınırları içinde kalmış. Çobanoğulları döneminden sonra Candaroğulları, ikinci Türk Beyliği olarak hakimiyet kurmuş. Fatih döneminde buralar Osmanlı toprağı olmuş. Osmanlı donanmasına kendirden yapılan urgan buralarda yapılmış.

1800 lü yılların sonlarına doğru, İnebolu’da ticaret tekrar canlanmış. Deniz Ticaret odası bile kurulmuş. Suları kireçli olduğu için İnebolu ve civarının yumurtaları kalın kabuklu oluyormuş. Bu yumurtalar Avrupa’da çok tutuluyormuş. Yılda 60 milyon adet  yumurta ihraç ediliyormuş. Avrupa yumurta borsasını İnebolu belirliyormuş.

İnebolu’daki canlılık devletinde dikkatini çekmiş. Kastamonu’daki lisenin adından aşina olduğumuz Abdurrahman Nurettin Paşa zamanında İnebolu resmen yeniden var edilmiş. 9 yıllık valiliği döneminde hükümet konağı, yollar yapılmış, liman yapılmış, hatta liman şehri olması nedeniyle Frengi hastanesi bile yapılmış. Başbakan Bülent Ecevit’in babası  Prof Fahri Ecevit  1919-1920 yılları arası bu hastanede  frengi tabibi olarak görev yapmış.

Nerede hayırlı bir iş var? Abdurrahman Nurettin Paşa’nın eseri. Gölay,”Abdurrahman Paşa’yı öpesim var” diyor. Hakikaten mübarek adammış. Anısına saygıyla. 

Atatürk’ün balmumu heykelinden bir tane de burada var.Beyaz panama şapkasıyla bize gülümsüyor. Müzede Atatürk'ün   kullanmış olduğu şapkalardan bir de vitrin yapılmış.

Müzede kısa film gösterimi var. Bilmediğim yeni bir şey daha öğreniyorum. Mustafa Kemal Paşa aslında 17 Mayıs 1919’da İnebolu’ya çıkacakmış. Bunu nereden öğreniyoruz? Müzede sergilenen kaptanın seyir defterinden. Gemi İnebolu açıklarında demirlemiş. Gel gör ki Karadeniz’in meşhur “Filiz Kıran Fırtınası” karaya çıkmalarına engel olmuş. Kaptanda demir alıp Samsun’a doğru yola çıkmış. 19 Mayıs 1919’da da Samsun’a ayak basılmış. Bir fırtına tarihi nasıl değiştirmiş. İnebolu’ya niyet, Samsun’a kısmet.

Müzeden sonra şehrin sokaklarında dolaşırken, yazar Oğuz Atay’ın doğduğu evin önünden geçiyoruz. Evlerin fotoğrafını çeke çeke arabaların olduğu sahile geliyoruz. Sahilde yol üzerinde Oğuz Atay ile şairlerimizden Orhan Şaik Gökyay’ın büstlerini yerleştirmişler.  

Hepimiz acıkmışız. İnebolu Belediyesi Osman Sungur Tesisleri’ne gidiyoruz. Kalkan balığı, barbunya ziyafeti ile midelerimiz bayram ediyor. Delikli pide ile tanışıyoruz. Sabahleyin fırın ısıtılırken yapılan ilk ekmekmiş. Güveçle yersen zengin aşı, arasına helva koyup yersen fakir aşı oluyormuş.

Başkan yardımcısı, Hakan Kurt ve Halkla İlişkileri layıkıyla yerine getiren Engin Gül ile vedalaşma vakti. Birde bakıyoruz ki hepimize birer tane kutu veriliyor. Kutudan Engin Bey’in eşi Eylem hanımın el emeği, nazar boncuklu kaseler çıkıyor. Ne güzel insanlar var güzel yurdumda. Bizleri çok güzel ağırladılar. Kendimizi çok özel hissettik. Biz İnebolu’yu çok ama çok sevdik.



Tekrar arabalarımıza biniyoruz. Çatak Kanyonu’na gidiyoruz. Kanyon yürüyüş severler için 2 etaba ayrılmış. 1.Etabın  kuş uçuşu uzunluğu 7.150 metre, taban genişliği 5-20 metre, derinliği 283 metreymiş.2. Etabın kuş uçuşu uzunluğu 4.300 metre, taban genişliği 5-10 metre, derinliği 50 metreymiş.

 Kanyonun belli bir yerinde cam teras var. Cam terasa kadar hem ahşap, hem de parke taşı döşeli yol var. Ahşap platformda yürüyoruz. Küre Dağları’nın adını sanını bilmediğimiz bitkileri, ağaçlarının bin bir yeşili arasında çok keyifli bir yol. Cam terasta çok eğleniyoruz. Poz poz fotoğraf çekiyoruz. Sonra Demet ile Duygu hazırladıkları sınav soruları ile gezide ne öğrendik ne öğrenmedik tartıyor. Maalesef çoğumuz sınıfta kalıyoruz. Ehhh yorgunuz ondandır.


Yol uzun genç marabalar durmadan kuruyemiş, erik pestili su servisi yapıyorlar. Akşam yemeği için arabalarda talep toplanıyor. Gerede Üç Yıldız Lokantası’na varıyoruz. Siparişler gelmeden verildiği için beklemeden yemeğimizi yiyoruz. Sonrada sıraya dizilip, İstanbul ekibi ile Ankara ekibi birbirine veda ediyor.

Demet harika organizasyonun için binlerce teşekkür. Gezinin bütün yükünü çeken gençlerimiz, Duygu, Nesrin, Serhat, Sezil, Dinç, Türkü, Uğur hepiniz var olun, gençliğinizin hayrını görün. Hele kuruyemiş servisi yaparken, her birimize çöp poşeti dağıtmanız servisin kalitesinde son noktaydı. Gezi organizasyonunda emeği olan ama geziye katılamayan Aydın ve Yeşim’e de teşekkürler. Sema Ağam sen çok yaşa. Ağam sen çok yaşa. Ağam sen çok yaşa.

Feryal Bekdik

Mayıs 2025 Ankara

 

 

 

 

 

Yorumlar

  1. Kastamonu 'ya defalarca gitmeme rağmen ne çok ayrıntı kaçırdığımı, yazınızı okuyunca farkettim. Teşekkürler Feryal Hanım, iyiki yolum sizinle kesişmiş, ellerinize ve kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  2. Harika bir gezi hikayesiydi. Hem eğitici hem de eğlendirici. Kalemine sağlık Feryal.

    YanıtlaSil
  3. Feryal hocam hepsi gibi çok detaylı güzel bir yazı olmuş. Klavyenize sağlık. Kastamonunun gurme yanı oldukça yüksektir. Çiğ börek diye tanımladığınız pek özel “etli ekmek” tir. Konyalılar alınmasın ama kıymalı pide değil😁 Ayrıca size bastumalı ehmeh yedirmemeşerini de yadırgadım😊
    Klavyenize sağlık🙏
    Serdar Desticioğlu

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AL SANA İRAN

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024