MEKSİKA GEZİ NOTLARI
MEKSİKA
GEZİ NOTLARI 30 EKİM-10 KASIM 2011
Geçen yıl Vietnam, Kamboçya,Laos Gezisi’nin sonunda hepimiz
hem geziden hem de gezideki arkadaşlıktan o kadar hoşnut kalmıştık ki daha
dönüş yolunda bir sonraki gezi için “Leyla Bizi Meksika’ya Götür” diye tempo
tutar olmuştuk.Gezideki arkadaşımız Ali’de, bir yıl Meksika’da yaşamış biri
olarak Meksika şöyle Meksika böyle diye bize gaz verdikçe havaalanında
Meksika’da buluşmak üzere diye sözleşerek ayrıldık. Grup birbirine öyle
bağlandı ki, Leyla’nın çabaları ile bir kez İstanbul bir kez de İzmir’de
toplanıldı.
Leyla Nisan ayından itibaren Meksika gezi programını
yayınlamaya başladı. Evşen ile turun heveslileri olarak millete çağrıda
bulunmaya başladık. Meksika’ya Amerikan vizesi ile girilebiliyor. Herkes
Amerikan vizesi alma derdine düştü Bir tek ben. Bu yaşıma Amerika’ya bir kez
bile ayak basmadım, bundan sonra da basmaya niyetim yok deyip direk Meksika’dan
vize almak üzere İstanbul’da ki Meksika Konsolosluğu’nun kapısına dayandım.
Konsolos İzmir’den tanış çıktı, işler rast gitti. Beş gün sonra vizeli olarak
pasaportumu elime aldım.
30
Ekim 2011 Pazar
Cumartesi akşamından Evşen bize geldi.Meksika’ya gitmek
için önce 06:55’de Atatürk Hava
Limanı’ndan Madrid’e uçulacak, iki saat öncesinden alanda olunacak, o gece
saatler bir saat geri alınıyor, bu durumda 03:30 da uyanmak, hazırlanıp alana
gitmek lazım. Cep telefonları otomatik olarak geri alınır mı? Yok biz kendimiz
alalım. Yok birimizin telefonu eski sistem kalsın deyip güya kendimizi
garantiye alarak yattık.. Birinci telefon 03:30 yerine 02:30 da çaldı mı. Eve çalar saat
almadığım için kendime kıza kıza tekrar yattık. Bu seferde ya çalmazsa deyip
kalkıp hazırlandık.
Evşen’in telefonu asansörde ötmeye başladı, benimki de
arabayı Ataköy’de park ederken ötmeye başladı. Ama ne ötmek ben susturuyorum o
başlıyor.O hengamede arabayı nereye park ettiğimi anlayamadım, dönüşte inşallah
arabayı buluruz.
Havaalanın da herkes benzer telefon ve saat ayarı hikayesiyle
birbiriyle buluştu. Geçen yıl ki gruptan Ali, İnci, Nurgün, Betül, Evşen ben ve
tabii Leyla, yenilerden Hande üniversite’de aynı yurtta kaldığım arkadaşım,
Ayşe Evşen’in yazlıktan arkadaşı , bir de Bahri Bey’den bahsediliyor. O bir gün
önce Meksika’ya varmış İzmir’den katılmış. Havaalanı World Card oturma salonunda
hem kahvaltı ediyor hem de gezi heyecanını yatıştırmaya çalışıyoruz.
Uçağımız tam vaktinde kalkıyor İkram ve hizmet kusurlu
İberia Havayolları ile dört saat sonra Madrit’e iniyoruz. Madrit’den yerel saat
11:00 ‘de havalanıyoruz. Yolculuk uzun 12 saat sürüyor. Koltuk arkası ekran
yok, genel yayın var. Kulaklıkları takarak hoş ve boş kategorisinden Monte
Carlo filmini izliyoruz.Yerel saat 19:00 da Mexico City’ye varıyoruz. Burada x
harfi kimi zaman h olarak okunuyor kimi zaman da ş ya da bildiğimiz iks. Mexico
City ‘de Mehiko olarak telafuz ediliyor.Türkiye ile arasında yedi saat fark
var.
Mexico City Benito Juarez havalimanından ülkeye giriş
yapıyoruz. Para bozdurmak istiyoruz. İlk bozduranlar 1 ABD dolarını 10,34 Peso
dan bozdururken görüyoruz ki bir diğer döviz bürosu 12,10 dan bir diğeri 12,40
dan hatta 12,70 den bozuyor. Serbest piyasa ekonomisi …
Yerel rehberimiz Ricardo eşliğinde bavullarımızla birlikte
otobüse biniyoruz. Yarım saatlik yolculuktan sonra otelimiz NH Centro
Historico’ya varıyoruz. Şehrin meydanına yakın her yere yürüme mesafesinde bir
otel. Etraf ıssız, mağazalarda vitrin yok, hepsinin kepenkleri kapalı.
Odalara yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı
çıkıyoruz. Biraz yürüdükten sonra kalabalık ve şenliğin ortasına düşüyoruz.
Karnaval kıyafetli çeşit çeşit gruplar yürüyorlar, resim çektiriyorlar,
eğleniyorlar. Meğer ölüler gününe hazırlıkmış. Meksika’da senede bir gün ölüler
günü olarak kutlanıyormuş.Ölüler gününde tüm ölenlerin ruhları sevdikleri için
buluşmaya bir günlüğüne geri geliyormuş. 1 Kasım günü çocuklar, 2 Kasım günü
yetişkinlerin ruhları ziyarete geliyormuş.
Akşam yemeği için Cafe de Tacuba’ya gidiyoruz. İçerde bizi
ölüler günü için iskelet kostümü giymiş garson karşılıyor.Duvarlarında tablolar
olan, vitrayları göz alıcı değişik bir mekan. Burası eskiden yetimler eviymiş.
1912’den beri de restoran olarak hizmet veriyormuş. Tortilla ve tako
Meksika’nın olmazsa olmaz yiyeceği. Mısırdan yapılma yufka türü ekmeğe tortilla,
bununla yapılan dürüme de tako deniyor. Eh dürüm yeinde dürüm yenir diyerek
Ali’nin de yardımıyla yemekleri ısmarlıyoruz. Dürüm bizde yumuşaktır, bunların
dürümü bize sert geliyor, ama tadı yerinde.
Akşam yürüyerek gene sokaktaki şenliğin yapıldığı caddeye
geçerek otele varıyoruz, yorgunuz, uykusuz, ah yatak güzel yatak nerdesin?
31
Ekim 2011 Pazartesi
Kahvaltıyı takiben, Plaza de las Tres Culturas “Üç Kültür
Meydanı”nı ziyaret ediyoruz. Bu meydana Üç Kültür Meydanı denmesinin
nedeni, Aztek döneminden kalma tapınağa ait kalıntıların, Koloniyel döneme ait 16.yy. dan kalma bir
Katolik Kilisesinin ve de çağdaş dönemi
yansıtan 1964’de yapılmış apartmanların bir arada olması.
Aztekler 1321 ile 1512 yılları arasında hüküm sürmüşler,
daha sonra İspanyollar buraları fethetmiş (ne fethi, işgal etmişler). 1512 ile
1810 yılları arası koloniyel dönem denilen İspanyol hakimiyeti sürmüş. İspanyollar Aztek tapınağının
taşlarını sökerek Santiago Katolik Kilisesini inşa etmişler. Günümüzde
Fransiskan Kilisesi olarak varlığını
sürdüren bu kilisenin etrafına 1964 yılında apartmanlar yapılmaya başlamış. Bu
apartmanların temel kazısı esnasında bir başka Aztek tapınağı kalıntısı ortaya
çıkarılmış. Aztekler, koloniyel dönem ve günümüz mimarisi ile olmuş mu Üç
Kültür Meydanı?
Burası aynı zamanda Tlatelolco Tören Alanın’nın da olduğu
yer. 1968 Yaz Olimpiyatları’ndan on gün önce çoğu öğrenci protestocular bu
meydana toplanmışlar ve hükümet aleyhine gösteri yapmışlar. 2 Ekim 1968 günü
2.000 den fazla keskin nişancı göstericilerin üzerine ateş açmış. Kimi
kayıtlara göre 30 kimi söylentiye göre de bine yakın insan ölmüş.Hükümet kayıtlarına göre 1.345
kişi tutuklanmış. Tüm derin devlet işleri gibi buradaki cinayetlerde faili
meçhul kalmış. MeksikaTarihi’ne, Tlatelolco katliamı olarak geçen olay yerinde
bizdeki 1 Mayıs 1977 katliamını anmadan edemiyoruz.
Meydandan ayrılarak Latin Amerika’nın en kutsal
mekanlarından biri sayılan Cerro del Tepeyac’da ki Guadalupe Kilisesi’ne
gidiyoruz. Buranın Katolikler tarafından
bu kadar önemsenmesinin nedeni 12 Aralık 1531 yılında Juan Diego adlı bir
yerliye esmer tenli Meryem Ana’nın görünmesi.
Rivayete göre Juan Diego tepe üzerinde gezinirken Meryem
ana kendisine bir değil birkaç defa görünmüş. Gördüklerini piskoposa anlatmış.
Piskopos da delil istemiş. Juan Diego da Meryem’in ölmek üzere olan amcasını
iyileştirdiğini, daha sonra da Aralık ayında her yer karla kaplıyken Meryem’in
kendisine çiçek topladığını anlatmış. Delil olarak da pançosunu açarak Meryem’in getirdiği çiçekleri yere dökmüş. Çiçeklerin döküldüğü beyaz kumaş
üzerinde Meryem’in sureti belirmiş ve öylece kalmış.Mavi-yeşil renkli üzeri
yıldızlarla kaplı pelerinli Meryem bugün bu kilisede muhafaza ediliyor.
Guadalupe’un kelime anlamı yerel dilde yılanı ezen
anlamında. Kelimenin aslı yerel dilde
kuadalşup gibi telafuz ediliyormuş. İspanyolların dili kuadalşup’a
dönmeyip Guadalupe demişler18.yüzyılda Meryem’in göründüğü tepe üzerine barok
tarzında iki kuleli bir kilise inşa edilmiş. Daha sonra ziyaretçisi çok olunca
arkasına10.000 kişilik modern tarzda bir kilise inşa edilmiş.Her yıl 12 Aralık da
50.000’ne yakın ziyaretçi geliyormuş.
Yeni yapılan kiliseden içeri girerken yürüyen bant üzerine biniyorsun. Bant hareket ederken
yukarıya monte edilmiş Meryem’in o meşhur pelerinli resmini görüyorsun.Kilisenin içi konser salonu gibi.
Dizlerinin üzerinde sürünerek gelen inanmışları görüyoruz. Bir buçuk kilometre
diz üzerinde sürünenler varmış.
Dışarıda büyük bir meydan var. Eski kilisenin iki kulesinin
her biri farklı yana yatmış.Yerlerde de gözle görülür çökmeler var. Bunun
nedenini anlamak için de Mexico City’nin tarihine göz atmak gerekiyor.
Aztekler 1320’lerde Texcoco
Gölü üzerinde bulunan bir ada üzerinde
başkentleri Tenochtitlan şehrini inşa etmişler.Gölün üzerine kazık
çakarak üzerlerine kumaş gererek platformlar oluşturmuşlar ve de buraları
toprakla doldurarak tarıma elverişli alanlar haline getirmişler.
1520’lerde Hernan
Kortez yönetimindeki İspanyol işgalciler şehri yerle bir etmişler. Yerle bir
edilen şehrin yerine Mexcico City’yi kurmuşlar ve şehri çevreleyen Texcoco
gölünü de kısmen kurutmuşlar. Günümüzde şehre su temin etmek için gölden su
çekilince de şehrin çökmesi gözle görülür hal almış. Yani Mexico City göl
üzerinde yüzer halde bir şehirmiş, gölün seviyesi düştükçe o da çökmeye binalar
da sağa sola yatmaya devam eder dururmuş.
Eski kilisenin içini geziyoruz. Ölüler günü nedeniyle kilisenin
içinde de sunaklar var. Herkes kaybettikleri sevdiklerini çağrıştıran bir obje
koymuş. Kimi çocuğu için bir oyuncak, kimi çiçek, kimi kurabiye.
Meydanda resim çektirirken çeşitli bölgelerden yerel
kıyafetlerle, çalgısıyla çengisiyle gelmiş gruplar görüyoruz. Ölüler günü
nedeniyle gelmişler. Tütsüler yakıyorlar, çalıyorlar söylüyorlar. Sunaklarda
sigara bile var.Bu ne diye sorduğumda
“Büyükannem sigarayı çok severdi” diyor. Aralarına karışıp resim
çektiriyoruz.
Otobüsümüze binerek şehir dışına çıkıyoruz. Burada da
tepelerde inşa edilmiş gecekondular, kancayla evlere alınan kaçak elektrik bize
çok bildik geliyor. İnsan davranışı, tüketici profili için tüm araştırma
şirketleri Türkiye için Meksika’yı esas alıyorlarmış. Meksika ve Türkiye tüm
araştırmalarda o kadar benzerlik gösteriyormuş ki artık Meksika için kabul
edilen bir şeyi Türkiye içinde aynı kabul ediyorlarmış.
Otobüs ile yarım saat kadar gittikten sonra Teotihuacan
Kenti’ne varıyoruz. Şehrin kurucularının tam olarak kimler olduğu bilinmemekle
birlikte, Aztekler öncesi ileri
kültürlerden birilerine ait olduğu sanılmakta.
Aztekler, kenti terk edilmiş
haliyle bulmuşlar ve Teotihuacan adını vermişler. Daha sonra,
bu kentte Zapotek ve Mistekler gibi Maya topluluklarının da yaşamış olduğu kazılardan anlaşılmış. Efsanelere göre, insan kılığına girerek onlara uygarlığı
öğreten ve sonra göklere geri dönmüş bir ilah olan “Tüylü Yılan” tasvirlerinin
ilk örneklerine de bu kentte rastlanmış.
Önce fresklerin olduğu Tüylü Yılan Sarayını geziyoruz. Daha
sonra satış mağazası kılıklı bir yere uğruyoruz. Meksika taşlarını tanıyoruz.
En önemli taşlarından biri obsidyenmiş. Beş çeşit obsidyen varmış.Taşlardan
yapılan heykelleri maskları hayranlıkla seyrediyoruz. Daha sonra hep beraber
tekila standına gidiyoruz.
İspanyollar gelene kadar yerliler, agave denilen kaktüsten
pulque denilen şarap yapmayı
biliyorlarmış. Meksika da 70 çeşit kaktüs varmış. Kaktüsten kağıt hatta iplik
bile yapılıyormuş.İspanyollar geldikten sonra Agaveden distilasyon yoluyla
mezkal şarabını yapmışlar.Meksika 1821 yılında bağımsızlığını ilan ettikten
sonra mavi agave den üretilen içkiye Tekila denmiş.. Mezkal ülkenin güneyine,
Tekila ise kuzeyine özgü bir içkiymiş.Mezkal bir kez, tekila ise iki hatta üç
kez damıtılıyor.Tekila aynı zamanda Margarita denilen kokteylin ana maddesi.Bir
de kurtlu tekila var. O da kaktüsün üzerinde bulunan larvaların olduğu gibi
ürünün içinde bırakılmasından kaynaklanıyor.Kurtlu tekila genelde düşük kalite
tekila sınıfından ürün olarak değerlendiriliyormuş.
Birde agaveden sıvı elde edilme işlemi var.Sıvı, kaktüsün
ortasındaki yumrudan elde ediliyor. Ham haldeki sıvı çocuklara sabah
kahvaltısında veriliyormuş.Hem bağışık sistemini koruyor, hem de çok
besleyiciymiş. Sıvı 24 saat sonra fermante oluyor ve şarap haline geliyormuş.
Mağazada çeşit çeşit tekila var. Ben en çok bademli tekilayı seviyorum. Kimimiz
tekila, kimimiz taşlardan yapılma masklardan alıyor, sonra da öğle yemeğine
gidiyoruz.
Öğle yemeğini El Jaguar’da yiyoruz. Açık büfe fena değil.
Meksika’ya özgü kocaman şapkalı müzisyenlerin çaldığı müzik de var. Hava da
güzel daha ne olsun.
Yemekten sonra TüylüYılan Tapınağı’na gidiyoruz. Bu arada Meksika tarihine de bir göz atmak
gerekiyor.Meksika’nın bilinen en eski kavimleri Asya’dan Bering boğazı yoluyla
güneye inen topluluklardan oluşmuş. Milattan
önce 20.000 yıllarına kadar uzanan bir zamanda yaşamışlar. Milattan önce
1500 yıllarında Olmec yerleşimleri var olmuş.
Teotıhuacan ise milattan önce 200 ile milattan sonra 600 yıllarına kadar var
olmuş. Daha sonra Toltec ve Mayalar tarih sahnesine çıkmışlar.Mayalar
Guatemala’dan kuzeye çıkmışlar.1325
yılında da Aztekler idareyi ele
almışlar. Ne zamanki İspanyollar gelmiş, ne Aztekler ne de Mayalardan eser
kalmış. Günümüzde yağmur ormanlarında ya da gözden ırak tepelerde kazılar
sonucu Mayalara ait tapınak, saray,lahit türü şeyler bulunuyor, ancak Aztekler
ile ilgili hiç bir şey kalmamış, hepsi İspanyollar tarafından yerle bir
edilmiş. Azteklerin öyle aman aman bir medeniyeti de yokmuş. Kan dökücü, kıyıcı
vahşi bir milletmiş.Meksika’ya geldiklerinde
Azteklerin kurban törenlerini görünce İspanyolların bile midesi kalkmış.
İspanyolları bile dehşete düşürdüklerine göre varın gerisini siz hesap edin.
Tarihsel süreç boyunca birbirlerinden haliyle
etkilenmişler. Mayalar medeniyetlerini Teotihuacan’a
borçlular. Günümüzde hepimizin ilgisini çeken Maya takvimi Teotihuacan’lıların
bulmuş olduğu rakamlar üzerinde ilerlemiş. Tüylü Yılan Tapınağı’nda ki basamak
ve yılan heykellerinin sayısal açıklamalarından Maya takvimindeki 20
günlük ay takviminin çıktığı
anlaşılıyor.Her bir ay 20 gün, her yılda 18 ay var.Bu durumda bir yıl 360 gün
oluyor. Mayalar her yıla 5 gün ilave ederek takvimi geliştirmişler. Her bir
günün ayrı adı var. Aynı adlı günün tekrar aynı ayda denk gelme periyodu 52
yılda bir oluyor. 21 Aralık 2012’de bu periyodun daha sonu oluyor. Yeni bir
ateş çağı başlıyor. Öyle dünyanın sonuyla falanda alakası yok.
Gelelim Tüylü Yılan meselesine; kelimenin aslı Quetzalcoat,
anlamı da Tüylü Yılan . Bu tüylü yılan kimi yerlerde rüzgar tanrısı olarak
açıklanıyor, kimileri de bir roketin arkasından gelen alev. Modern çağın efsanelerine Meksika ilham veriyor.
Tapınaktan sonra Ay Piramidi’ne gidiyoruz. Yol üzerinde bir
yerli elindeki kaktüsü gösteriyor. Aaaa biz bu kaktüsü bir yerden hatırlıyoruz.
Tabii ya Peru’da görmüştük. Kaktüsün üzerindeki beyaz mantarları ezince kırmızı
renk oluşuyordu. Aynısı burada da yapılıyor. Hani şu Coca Cola’ya kırmızı rengi
veren coshina mantarı. O ne güzel
kırmızı öyle. Bir kez daha hayran oluyoruz.
Otuz dokuz basamak tırmanarak Ay Tapınağı’nın zirvesine
ulaşıyoruz.Ö nümüzde muhteşem bir görüntü uzanıyor. 1,5 km uzunluğunda göz
alabildiğine uzanan ölüler yolu ve sol tarafta Güneş Piramidi.
Ay piramidinden sonra bir kısmımız Güneş Piramidi’ne tırmanırken
bir kısmımız etrafı keşfediyor. Güneş Piramidi dünyanın 3. Büyük piramidiymiş.
Yüksekliği 65 metre.Altında da 100 metre uzunluğunda tünel varmış.Kentin
sokakları ızgara sisteminde çok düzenli. Adeta şehircilik harikası.
Bu arada Leyla bizim THBT 50.yılda her yerde pankartını
almak üzere arabaya koşturuyor. Otobüs hayli uzakta olsa gerek neden sonra geliyor.
Nurgün, Leyla ben pankartı açmak üzere hiç niyetimiz yokken Güneş Tapınağı’na
tırmanıyoruz.
Aşağıya indikten sonra hep beraber grup resmi çektiriyoruz
ve minibüse binerek otele dönüyoruz. Akşam yemeği için Restoran Samborns’a
gidiyoruz. Yüksek tavanlı güzel bir yer. Ben hasta gibiyim. İlaçlarla durumu
idare ediyorum. Herkes margarita içerken su içmek canımı sıkıyor ama yapacak
bir şey yok. Restoranın altındaki mağazadan Meksika’ya özgü müzik CD’lerinden
alıyoruz.
01
Kasım 2011 Salı
Sabah kahvaltıdan sonra otelden yürüyerek Zokalo’ya gidiyoruz. İspanyolcada skola diye
telafuz ediliyor.Mexico City’nin ana meydanının resmi adı Anayasa Meydanı olsa
da Zokalo olarak adlandırılıyor. İspanyol etkisi ile yapılmış tipik bir meydan.
Karşıda katedral, etrafında hükümet binaları.
Meydan da renk renk kağıt heykeller bizi karşılıyor.10 yıldan beri her yıl bu
vakitler sanat okulu öğrencileri ve sanatçıların yaptığı bu heykeller sergilenip
ilk üçe girenler ödüllendiriliyormuş. Timsah, kuş, kaplumbağa başta
olmak üzere bütün hayvanları kendilerince yorumlamışlar. O kadar güzeller ki
hangisinin resmini çekeceğimizi şaşırıyoruz.
Meydana bakan Ulusal Saray’ı (National Palace) ziyarete
gidiyoruz.Sarayın meydana bakan ana kapısının üzerindeki balkonda ki çan her yıl 15 Eylül saat 11.00 de çalıyor, çan
çaldıktan sonra konuşmalar ve tören başlıyormuş.İspanyollara karşı verilen
bağımsızlık savaşı ulusal kahramanlardan Hidalgo tarafından kilisedeki çanın
çalınması ile başlamış. Çan daha sonra Ulusal Sarayınbalkonuna taşınmış.
Saray üç katlı barok kemerler ile çevrelenmiş büyükçe bir
iç avlusu var. Sarayın ana merdiveni üç
taraflı olarak ve de ikinci katın yarısı ünlü duvar ressamı Diego Rivera’nın resimleri ile kaplı.
Resimler 1521 ile 1929 yılları arasındaki Meksika tarihini betimliyor. Resimler
1929 ile 1935 yılları arasında yapılmış.Merdivenin başında Tüylü Yılan tanrı
ile hikaye başlıyor, köylülerin yaşamı, mısırın önemi, Hernanda Cortez’in
Meksika’yı işgali, Cortez’in romatizmadan bozulmuş dizleri, frengiden yamulmuş
suratı, bağımsızlık savaşı, Emiliano Zapata, Pancho Villa başta olmak üzere tüm
ulusal kahramanlar ve yirminci yüzyıl Meksika’sı.
Ana merdivenin sol tarafındaki 20.yüzyıl Meksika’sında kimler yok ki. Başta
Rockefeller olmak üzere tüm kapitalistler, her türlü rezilliğe batmış kilise,
Karl Marks, işçilere ders veren Lev Trotsky, Diego’nun kendisi çocuk olarak,
iki yanında iki karısı, arkasında Frida Kahlo, kızıl bayrak, her nasılsa kızıl
bayrağın önünde işçilerin elinde orak çekiç.Diego, orak çekiçli kızıl bayrak
yüzünden az kalsın hapse giriyormuş. Orak çekiç bayrağın üzerinde değil, önüne
tesadüfen denk gelmiş diye kendini savunmuş.
Resimlerden sonra sarayın odalarını geziyoruz. Odaları
gezdikten sonra tekrar resimlere dalıyoruz. O kadar güzeller ki.
Diego New York’da
Rockefeller binası için yaptığı duvar resmine Lenin’i betimlemiş.
Rockefeller’de resmin parasını ödeyip üzerini sıvatmış.Her ikisi için de cesur
adamlar diye düşünmüştüm öğrenciyken. Meksika’lı duvar ressamları Orozco, Rivera, Siqueiros’un isimlerini
hocamız Jale Erzen’den duymuştuk ilk olarak. “Duvar Ressamları”. Ne hoş bir ad.
O yıllarda duvara yapılan devrimci resimlerin slaytlarını gördükçe hepimiz çok heyecanlanmıştık. Yıllar sonra
Diego karşımda, capcanlı, rengarenk. Rüyada gibiyim.
Saraydan çıkışta meydandaki yerlilerin yaptığı gösteriye
denk geliyoruz. Aztek kıyafetleri ile Kızılderili danslarına benzer
hareketlerle dönüp duruyorlar.
Azteklerden hiçbirşey kalmamış demiştim. Kalmış. Katedralin
yanında halen kazısı sürmekte olan Büyük Tapınak (Templo Mayor) kalmış. Tapınak
Tenochtitlan’ın kalbinde inşa edilmiş. Kazıdan
çıkarılan 6.000 parça Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş.Kazı alanına göz attıktan
sonra Katedrale giriyoruz.
Catedral Metropolitana, aziz Meryem’e adanmış Gotik tarzda
yapılmış Katolik Kilisesi. İki adet çan kulesi var. İçinde iki adet süslü sunak
var. Bir tanede günah çıkarma bölümü.Ölmüş piskoposların küllerinin saklandığı
bölüm, ölüler günü nedeniyle ziyarete açılmış.
Katedralin içinde her biri farklı bir azize adanmış 16 adet
şapel var. Kilisenin altındaki oturmalar nedeniyle burada da bina eğrilmiş.
Kilisenin içine bir çekül koymuşlar. Yerde de binanın hangi zamanda ne kadar eksenden kaydığını gösteren kayıtlar var.
Gözle görüneni kayda dökünce durumun vahameti daha da anlaşılıyor. Binanın
altına enjeksiyon yapılmış. Etrafına kazıklar çakılmış, zemini güçlendirmişler.
Yani bilinen bütün teknikleri uygulamışlar ama bina suyun üzerinde yüzdüğü için
pek bir faydası olmamış.
Katedral’den
çıkarak arabamıza biniyoruz. Mexico City’nin
ana bulvarı Reform Bulvarı’nı kat ederek zenginlerin semti Chapul
Tepec’e gidiyoruz.Başkanlık sarayını görüyoruz.
Avusturya
İmparatoru Franz ile İmparatoriçe Sisi’nin oğullarından Maximillian, Fransa imparatoru III
Napolyon’un Habsburg İmparatorluğu ile
kurulacak ittifak karşılığında, Meksika imparatoru olmak üzere Meksika’ya yola
çıkmış. Maximilian 1864'te Meksika'ya geldiğinde umduğu gibi karşılanmamış.
Juarez'i destekleyen halk, Fransız askerlerinin geri çekilmesini sağlamış,
İktidarı ele geçiren Juarez, 35 yaşındaki Maximilian’ı 19 Haziran 1867'de kurşuna dizdirmiş. Krala
ölmeden önce son arzusu sorulduğunda ne demiş dersiniz?” La Paloma’yı son defa
dinlemek isterim” demiş. Chapul Tepec, Maximilian’ın
kısa süren saltanatında yaşadığı, aynı zamanda da kurşuna dizildiği yer.
Arabayla
yaptığımız turdan sonra Chapul Tepec parkında bulunan Ulusal Antropoloji Müzesi’ne gidiyoruz. Önce müzenin restoranında
yemek yiyoruz. Açık büfedeki yemekler çok lezzetli.
1964
yılında açılan İki katlı müzenin ilk katı
Meksika’nın tüm arkeolojik bölgelerinden gelen buluntularla dolu. 12
galeri var. Olmec başları, maskeler, Aztek Güneş Taşı,, Maya takvimleri, Tüylü
Yılan Tapınaklarının ön cephelerinin canlandırmaları, insanlık tarihinin
evreleri, Toltek’lere ait jaguar ve yılan sembolleri,
ikinci
kat da ise etnografya müzesi var.Tüm kat Meksika’da yaşamış etnik gruplara ait ev
hayatı, dini törenler, kıyafetler, el sanatları ile dolu. Müzenin mimarisi de
çok güzel. Günümüzde 56 etnik grup
yaşamaktaymış Dağlık bölgelerde halen Maya dilini konuşan köyler varmış.
Müzedeyken
Ali el sanatlarının satıldığı kooperatif tarzı çarşıdan bahsediyor. Hanım
ağırlıklı bir grupta söylenecek şey mi Ali kardeşim. Hepimiz oraya gitmek için
can atıyoruz. Haluk ile Bahri’yi teknolojik oyuncakların satıldığı mağazalardan
birinde indiriyor, biz hep birlikte çaput pazarına gidiyoruz. El işi öte
berinin arasında kayboluyoruz. Pazarın kapanışıyla dışarı çıkıyoruz.
Hastalığın
da tesiri ile yürüyecek halim kalmamış ”Ben taksiyle gidiyorum var mı gelen?”
deyince herkes talip oluyor. Tam o sırada önümüzde minibüs duruyor. Minibüs
şans eseri otelin yakınından geçiyormuş. Muavin, (evet arabada muavin vardı)
kişi başı 4 peso (Bizim paramızla 60 krş) istiyor. Ali çok pahalı olduğunu
söylüyor. On yıl evvel onun buralarda yaşadığı günlerde 1,5 pesoymuş. Güle
oynaya dolmuşa biniyoruz. Burada dolmuşun adı pasero. Bizden sonra binenlerle
beraber minibüs akşam trafiğinde yol alıyor.Sanki Mexico’da yıllardır
yaşıyormuşuz da alışverişten eve dönüyormuşuz gibi hissediyorum. Yol tamiratı
olduğu için pasero ağır ağır ilerliyor. Nihayet otelin olduğu yere geliyoruz.
Paketleri odaya bırakıp lobiye iniyoruz.
Akşam
yemeği için Los Girasoles lokantasına gidiyoruz. Yola çıkmadan önce
hastalanmıştım, tam iyileşemeden yola çıkınca ilaçlarla geziyi götürmeye
çalışırken lokanta da bir titreme geliyor. Sedir şeklindeki oturduğumuz yere
uzanıyorum. Ne yediğimden bir şey anlıyorum. Ne sofradaki muhabbete
katılabiliyorum.
Yemeği
yer yemez Haluk ile kalkıyoruz. Hızlı hızlı otele dönerken birbirine benzeyen
sokaklarda otelin yolunu kaybediyoruz. Dönüp dolaşıp meydana çıkıyoruz. O kadar
üşüyorum ki, dönenirken halimde kalmıyor, ağlamaya başlıyorum. O arada polis
arabasına denk geliyoruz. Polise otelin yerini soruyoruz. Meğer bir sonraki
sokaktan dönmemiz lazımmış. Otele girip ilaçlarımı alıp yatağa yatıyorum. Titremem
geçiyor bu seferde ateş bastırıyor.Yarına iyi olmalıyım, erken kakıp
havaalanına gideceğiz.
02 Kasım 2011 Çarşamba
Sabah
5:45’de otelden çıkmak için 4:30 da kalkıyoruz. Akşama göre daha iyiyim. Saat
7:00 da Villahermosa’ya havalanıyoruz.. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra
Villahermosa’ya iniyoruz. Bizi rehberimiz Elisabeth karşılıyor. Elisabeth
Belçika asıllı, Meksikalı bir gence aşık olunca evlenip buralarda kalmış.
Arabayla
Palanque’ye doğru giderken bu taşra kasabasındaki hayatı anlatıyor. Sağlık
hizmetlerinin kötülüğünden, eğitimin yetersizliğinden, buradaki hayatın tek
düzeliğinden dem vuruyor. Bütün yapılar kaçakmış. Bizim rehber Avrupalı olduğu
için usulüne uygun olsun diye ruhsatlı ev yapmak istemiş. Belediyedekiler bile
“Eski köye yeni adet getirme “ diye kızmışlar. Koca şehirde bir tane mimar
varmış Ona da pek iş düşmüyormuş.
Buralar
koloniyel dönemde gözden ırak kalmış. Tarih boyu sivrisinek yatağı ve tarım
bölgesiymiş.Burada petrol araştırmaları yapılırken arkeolojik buluntulara
rastlanınca kazılar başlamış.
La Venta
Açık Hava müzesine gidiyoruz. Müzenin girişinde, müzenin yaratıcısı Meksika’nın
ünlü şair ve politikacısı Carlos Pellicer Camara’nın heykeli var. Müze iki
bölüm. İlk bölümünde dev insan Olmec kafaları sergileniyor. Bazalt dan yapılma
heykellerin buraya nasıl geldiği, nasıl taşındığı meçhul. En yakın bazalt
yatakları 139 km ötede.En küçük heykel 8 Ton. Nasıl taşındılar, ne için
yapıldılar bir bilsek.
Olmecler
diğer gruplarla ekonomik ve siyasi bağlarını evlilik yoluyla sağlamışlar. İlkel
komünal toplum oldukları için anaerkiller. Heykellerden de gücün kadında
olduğunu anlamak zor değil.
Heykellerden
sonra küçük çaplı bir hayvanat bahçesini geziyoruz. Jaguarı seyrediyoruz. Olmecler
de sarı gündüzü, siyah geceyi temsil ediyormuş. Jaguarın postu da sarı siyah
desenli olduğu için Jaguara böyle bir anlam yüklenmiş.
Göletteki
timsah ile kaplumbağaların arkadaşlığına hayret ediyoruz. Ortalıkta gezen uzun
burunları kovalıyoruz. Önümüze üç tarafı kapalı önünde kafes olan bir oda
çıkıyor. Üzerindeki tabelada “Burada dünyanın en vahşi hayvanını görmektesiniz”
diye bir yazı var. Yaklaşınca bakıyoruz ki karşıda ayna var. En vahşi kim
olabilir ki? Tabii ki insan. Biliyorduk ta buralarda da başımıza kakılmasa
iyiydi.
Müzeden
sonra çok hoş bir kır lokantasına gidiyoruz. Adı Los Leones. Garson chaya (Okunuşu çaya) çorbası öneriyor.Doğru seçim, bugüne kadar
içtiğim en güzel çorba. Nurgün hastalanıyor. Çayır çimene uzanıp toprak anadan
medet umuyor. Betül doktor olarak el koyuyor. İnşallah üşütmedir, apandist
ihtimalide var. Nurgün’cük nasıl bir enerji verdiyse kendine, kendi iyi olduğu
gibi kalanı hepimize yetiyor. Gezi boyunca başı ağrıyan dizi ağrıyan Nurgün’e
koşacak bundan sonra.
Palanque’e
varıyor ve ağaçların içindeki küçük ama sevimli Hotel Mision Palanque tatil köyüne gidiyoruz. Herkes havuza girmeye
can atıyor. Bir de bakıyoruz ki havuz banyo küvetinden hallice. Hevesimiz
kaçıyor.Odaların önü hem geçit hem teras. Herkes odadaki sandalyesini, sehpasını
dışarı çıkarıyor, içkiler, kuruyemişler ortaya çıkıyor. Ben de fırsattan
istifade yatıyorum. Hastayım valla.
Akşam
hazırlanıp, taksilerle buranın
gidilebilecek tek eğlence mekanına gidiyoruz. Yol karanlık ve ıssız. Bir de ana
yoldan içeri girince; yabancı yerler, ya başımıza bir şey gelirse diye Haluk
söylenmeye başlıyor, Ayşe onun söylenmelerine tersleniyor, onlar çekişirken yol
bitmek bilmiyor. Nihayet ışıklar görünüyor oh be.
Mekan
çok hoş.Burası bir tarafta kadınların tortilla yaptığı,bir diğer yerde barında
içki içilen, restoranında yemek yenilen piknik alanı, daha doğrusu bir yerleşke.
Tüm bu yerleşkeye El Panchan deniliyor.
Yemek yediğimiz restoranın adı da Don Muchos. Orkestra, yemekler çok iyi.
Masalar tıklım tıklım. Herkes salsa yapmaya, Latin müziğine ayak uydurmaya
çalışıyor.İçlerinde bu işi çok iyi yapan delikanlılar var. Masalardan davet
ettikleri hanımlarla dans ediyorlar. Görüntü çok hoş. Biz de salsa
yapıyoruz.Müziğe uyarken aklımıza ritme uygun bizim halk oyunlarını oynamak
geliyor. Betül, Leyla, Ayşe ve ben salsa müziği ile “Atım arapdır benim”
oynuyoruz. Hızımızı alamıyoruz, “Lorke”, “Halay” aklımıza ne geldiyse
oynuyoruz.,Hatta sondaki üçlü figürü dörde çıkararak “Damat Halayı” bile
oynuyoruz. Orkestra şaşkınlık içinde ne yaptığımızı anlamaya çalışıyor. Bizden
cesaret alan diğer gruplarda müziğin ritmine kendilerini uydurarak kendi
ülkelerinin oyunlarını oynamaya başlıyor. Salsa salsa olalı böyle bir zulüm
görmemiştir herhalde.
Güya
hastaydım. Oynayacağım diye kan ter içinde kalıyorum. Taksiyle geri dönerken
inşallah hastalığım azmaz diye dua ediyorum.
03
Kasım 2011Perşembe
Sabah ter içinde uyanıyorum. Hava o kadar nemli ki herkes
aynı şeyden şikayet ediyor. Bütün gece duyduğumuz gürültülerde etraftaki
maymunların bağırtısıymış.
Kahvaltıdan sonra Palanque antik kentine gidiyoruz.Palanque MS
100 lü yıllarda Usumacinta Nehri yakınında yağmur ormanları içine kurulmuş ve MS
600-800 yılları arasında en gelişmiş dönemini yaşamış bir Maya kenti.
Kent MS 615-683
yılları arasında hüküm sürmüş,.Büyük Pakal döneminde altın çağını yaşamış.Pakal çocuk yaşta kral
olduğu için krallığı İlk on iki yıl annesi yönetmiş.Pakal döneminde şehir baştan başa yenilenmiş, mevcut
piramitlerin üzerine birer kat daha çıkılmış. Günümüzde her gün başka bir
buluntu ortaya çıkıyormuş.
Pakal döneminden sonra, Pakal’ın oğlu ve torunu hüküm
sürmüş.Daha sonra buradaki insanların nereye gittiği bilinmiyor. İspanyollar geldiğinde
buradaki lahitlerdeki altın ve gümüşten gözleri kamaşmış.Her şeyi talan
etmişler. Arkeolojik değeri olan taş, heykel ne varsa orman içinde olduğu için
onlarda talandan nasibini almış. Bugün British Museum’da, Madrit’de, Dressen ve
Paris’te Maya Hazineleri diye sergilenenler hep bu talandan gidenler.
Merdivenlerden çıkmak yerine orman içinden dolanarak Ölü Ay Tapınağı’nın son katından tapınağa
ulaşıyoruz.Buralarda efsane çok. Bir rivayete göre arkadaşının ölümüne sebep olan bir kişi
vicdan azabı ile kendini öldürmüş. Bu iki arkadaşın ikisi de gökyüzünde iki
güneş olmuş. İki güneş çok sıcak olacak diye yeryüzünden tavşan
fırlatılmış.Tavşan güneşlerden birine çarpınca güneş aya dönüşmüş.Tapınağın
önünde de tavşanın rölyefi var.
Ay Tapınağı ile Pakal’ın mezarının bulunduğu Yazıtlar
Tapınağı arasında bir başka piramit daha var.Piramidin mezar odasında ki
iskelet, bulunduğunda kırmızı renkliymiş ve de bir kadına aitmiş.İskeletin Pakal’ın
annesine ait olduğu anlaşılmış.O nedenle bu cesede Kızıl Kraliçe adı
verilmiş
Daha sonra Pakal’ın mezarının olduğu piramide yürüyoruz.Piramitteki
mezar odası 1952 yılında Meksikalı arkeolog Alberto Ruz Lhuillier (1906-1979)
tarafından ortaya çıkarılmış. 8 Ton ağırlığındaki mezar kapağı
kaldırıldığında sayısız mücevher ve sanat eseri ortaya çıkmış. Bunların en
değerlisi de yeşim taşı, deniz kabuğu ve obsidyenden yapılma ölüm maskıymış. Pakal’ın
lahdinden çıkanları Mexico City’de dün ziyaret ettiğimiz müzede görmüştük. Nasıl ve ne şekilde bulunduğunu
görünce, gördüklerimiz daha bir anlam kazanıyor.Pakal’ın lahdinin olduğu yere
giriş yasaklanmış..Lahdin benzeri Palenque müzesinde sergileniyormuş.
Buraya Yazıtlar Tapınağı denmesinin nedeni tapınağın iç
duvarlarında bulunan Doğu Tablet, Orta
Tablet,Doğu Tablet adıyla anılan üç adet hiyeroglif tablet den dolayıymış. Bu
tabletlerde geçmişte yaşanan olaylar başta
Pakal dönemi olmak üzere, Pakal’ın oğlu Kan-Bahlum’un da yaşadığı olayların tarih sırasına göre yazılmasıymış.
Pakal’ın lahdinin karşısında Arkeolog Alberto Ruz Lhuillier ‘in mezarı var. Her gün Pakal’a selam
veriyor.Arkeologa çok anlamlı bir jest yapılmış.
Daha sonra sarayı geziyoruz. Sarayın içinde ki hapishane
ilgimizi çekiyor. Kabul salonu, tören alanı ve saray odalarını geziyoruz.
Kandilleri koymak için nişler yapılmış. Nişlerin arkasında da hazine odası
bulunmuş. Hazinelere ne olduğunu hiç sormayın. İspanyollar alıp götürmüşler.Sarayda
tuvalet bile var. Leyla aha da böyle diye tuvalet taşının üzerinde çömelerek
poz veriyor. Sarayın çatısı arızalı kemer tabir edilen tepesi kesik üçgen
şeklinde ve taştan. Olasıdır ki ahşap olan yerlerde vardı. Ahşap, taş kadar
zamana karşı direnemiyor nede olsa. Saray’da ve şehrin içinde su kanalları var.
Bu kanallar Usumacinta Nehri’ne bağlanıyormuş. Şehrin su ihtiyacı böylece
çözülmüş.
Saraydan sonra Haç
Tapınağı’na tırmanıyoruz. Haç Tapınağı’nın pencereleri 21 Mart, 21 Haziran, 07
Ağustos,23 Eylül, 21 Aralık günlerindeki güneş ışınlarının konumuna göre
ayarlanmış. Bazı arkadaşlar hızlarını alamıyor Güneş Tapınağı’na da tırmanıyor.Manzara çok etkileyici.
Rehber arkadaki bir yapıyı gösteriyor. Bu yapıya Kont
Kapısı diyorlarmış. 1800’lü yıllarda eşcinsel
bir İngiliz asilzadesi buralara gelip üç yıl tapınakların resmini yapmış. Onun
yaşadığı taş kulübeye Kont Kapısı demişler. 60’lı yıllarda Palanque hippilerin
gözde mekanıymış ve o yıllarda da epey tahrip edilmiş.
Akşam yemeğe gittiğimiz El Panchan’ın sahibinin oğlu
Alphonso Montez tur rehberiymiş. Bölgede kazı izni almaya çalışmış. Bu arada
hazine olduğunu kanıtlamak için toprağın içine doğru boru uzatarak kazı yapmış.
Kazıyı durdurmuşlar. O da kazılan delikten kamera indirerek yer altının
fotoğrafını çekmiş. Delikanlı haklı çıkmış, yer altında ki hazine böylece fotoğraflanmış. Yanında çalışan
işçilerden biri fotoğrafı çalarak History Channel’e satmış. Hükümette bu olayı
bahane ederek kazı iznini iptal etmiş.
Şehirden ayrılırken şelalelerin olduğu yerden geçiyoruz.
Şelalenin üzerine asma köprü yapmışlar. Çok hoş kaskatlardan sular çağlıyor.
Buranın adı da “Kraliçenin Banyosu”ymuş.
Palanque Müzesi’ni geziyoruz. Pakal’ın lahdini görüyoruz. Lahitteki kabartmalara göre Pakal öbür dünyada mısır tanrısı olmak istiyormuş.Elde
kalan buluntulara hayranlıkla bakıyoruz. Müze küçük bir müze ama sergilenenler
paha biçilmez buluntular.
Arabaya binerek 500 çağlayandan oluşan Agua Azul Şelalesine
gidiyoruz. Bir buçuk saat eğri büğrü daracık yollardan giderek şelalenin olduğu
yere geliyoruz. El Cominante Del May
restoran da öğlen yemeğini yiyoruz. Mutfak ve ortam pek umut vermiyor
ama gelen yemekler çok lezzetli çıkıyor.Hele yemekten önce yediğimiz tako ve ezme
ağızlara layık.
Şelale boyunca yürüyüşe çıkıyoruz. Yukarıya doğru çıkarken
her bir katta yapılmış seyir teraslarında resim çekiyoruz. Leyla’nın “THBT Her
Yerde” pankartı gene ortaya çıkıyor. Yeni Hanım Ağamız Ayşegül’e sesleniyoruz.
“Ağa Gezisi Meksika’ya olsun”
Azul İspanyolca mavi
demek. Şelalenin adı Mavi ama, yağmur nedeniyle sular yeşillenmiş. Aqua Verde
(Yeşil Su) olmuş. (İspanyolca’da gelişiyor bir yandan) . Şelalenin başladığı en
üst platformda suya giriliyormuş. Havada naneli suya girsek mi girmesek mi diye
nazlanıyoruz. Ben zaten hastayım diyorum ama, bir yandan da mayomu da yanımda
getirmişim.
Yol boyunca hediyelik eşya, el sanatları satan barakalar
var. Bir yandan da onlara göz atıyoruz.Son platforma çıkacakken bir yağmur
indiriyor. Ama ne yağmur. Günlerce yağmurluğu, şemsiyeyi yanımızda taşımışız.
Yağmur yağmayınca da hepsini arabada bırakmışız iyi mi? Yağmurda satıcıların
kulübelerinin önündeki saçaklara sığınıyoruz. Yağmurda ıslak sıçana dönmüş
insanlar önümüzden koşturarak geçiyor. Kimi gençlerde romantik takılıyorlar. Bu
arada yağmur diner diye bekliyoruz. Arkamızdaki stant da ne satılıyor diye de
ilgilenmeden edemiyoruz. Ah kadın olmak böyle bir şey işte. İnci , Betül, Evşen
ben olan oldu deyip bluz, çanta, oyuncak ne bulursak elliyoruz. Israrımız
üzerine İnci yeğenine topaç alıyor. Bir
şey alırsak yağmur diner diye düşünüyoruz. Vallahi yağmur duruyor. Saçak
altlarını gözeterek yokuş aşağı bir koşu tutturuyor fazla ıslanmadan arabaya
ulaşıyoruz.
Otele dönüyoruz. Akşam yemeğini otelde yiyoruz.Akşam olup
gezme bitince benim hasta olmak aklıma mı geliyor nedir erkenden yatıyorum.
04
Kasım 2011 Cuma
Sabah 8:00 de Villahermosa’ya hareket ediyoruz. İki saat
yol gittikten sonra havaalanına varıyoruz. Havaalanında denemediğimiz çikolata
kalmıyor. Biberli çikolata bile var. 12:40 da oyuncak gibi küçücük bir uçakla
havalanıyoruz. 13:30 da Merida’ya varıyoruz. Palanque Merida arası arabayla 7
saat sürüyormuş. O nedenle ulaşım için uçak doğru seçim.
Merida’da bizi şoförümüz Carlos ve rehberimiz Enrique
karşılıyor. İkisi de çok sempatik ve sıcak kanlılar. Havaalanından doğruca
yemek yiyeceğimiz El Adios restorana gidiyoruz. Restoranın girişinde yerel
giysiler içinde yaşlı bir hanım tortilla yapıyor.
Restoran tam bir düğün salonu görünümünde, bir kadın ve bir
erkeğin şarkı söylediği orkestra bile var. Oldukça gürültülü bir atmosfer,
Latin müziği eşliğinde yemek yiyoruz.
Yucatan yarımadasında yetişen ürünler patates, domates, kırmızı fasulye acı biber
ve kakaoymuş. Yemekte Meksika mutfağına
özgü yemeklerden azar azar sunuyorlar. O kadar çok çeşit var ki. Her birinden
tadıyoruz. Ben en çok tamulusu seviyorum. Siyah fasulyeyi haşlayıp püre haline
getiriyorsun, mısır unu ile hallediyorsun sonrada mısır yaprağına sararak
pişiriyorsun..
Restorandan çıkıp arabaya giderken yolda Wolksvagen
arabaları görmek çok hoşumuza gidiyor. Babamın 1964 Model Wolksvagen’ini
hatırlıyorum. Tam arabasına binerken bir Wolksvagen sahibine arabasının kaç model olduğunu
soruyoruz? 2002 Beetle diyor. Wolksvagen’in
Meksika’da ki üretimi Beetle
modeli olarak 30 Temmuz 2003 yılına kadar sürmüş ve son üretilen Wolksvagen , Mariachi
şarkısı “Golondrinas” eşliğinde gemiye
yüklenmiş. Wolksvagen’in fanları “Böylesine küçük bir arabanın, bu kadar büyük
boşluk bırakması inanılmaz. Güle güle Beetle” diye ağlaşmışlar.
Arabayla Merida şehir turu yapıyoruz. Yucatan fatihi ve
Merida şehrinin kurucusu Francisco de Montejo’nun adını taşıyan Montejo
Caddesinde ilerliyoruz. Koloniyel
dönemde yapılmış evlerin önünden geçiyoruz. Montejo caddesi üzerinde
Kolombiyalı sanatçı Romulo Rozo tarafında yapılmış Anavatan Anıtı önünde
duruyoruz. Tüm Meksika tarihinin özellikle de 1910-1921 yılları arasında
Meksika Devrimi’ni omuzlayan kahramanların rölyeflerinin nakşedildiği yarım ay
şeklindeki devasa anıta hayran kalıyoruz.
Turumuz Ana meydan (Plaza Mayor) da son buluyor. Meydana
bakan Montejo evinin dışarıdan resmini çekiyoruz.Burası vakti zamanında Çin’den
gelen porselenleri,3-4 metre boyunda aynaları,avizeleri, mobilyaları ile
dillere destan bir evmiş. 1982 yılında mirasçıları tarafından Mexico Bank’a satılmış. Ev, iş merkezi olmuş
ama girişteki ve ön cephe duvarındaki aileye ait heykeller hala duruyor.
Merida “Beyaz Şehir” olarak adlandırılıyor. Burası
İspanyollar’ın kurduğu ve yaşadığı bir şehirmiş. O yıllarda yerli ahali
köylerde yaşıyormuş. Son yıllarda yeşil altın bulunmuş ve bu nedenle bölge zenginleşmiş.
Parkın etrafını gezmeye devam ediyoruz. İspanyollar her
yerde yaptıkları gibi burada da eski bir Maya tapınağının taşlarından San
Ildefenso Katedralini inşa etmişler. Katedral 1561 ile 1598 yılları arasında
yapılmış.Burada yapılan en eski katedral özelliğini taşıyor. Yapıldığı yıllarda
bölge çok fakir olduğu için içerisi çok
sade yapılmış.
Katedral’den sonra Vilayet Sarayı’nı geziyoruz. İspanyol
tarzı avlulu iki katlı bir bina.Sarayın merdivenleri, ve birinci katı 1970
yılında yerel sanatçı Fernando Castro Pacheco ‘nun Maya’lardan 19.yüzyıla kadar Yucatan Tarihi’ni
anlattığı duvar resimleri ile
süslü.Sarayın İspanyolca adı Palacio de Gobierno. Eğer vali erkekse gobernador,
kadınsa gobernadora deniyor. Günümüzde
vali hanımmış. Gabrnadora İvon. Ne hoş.
Öğlen o kadar çok atıştırmışız ki kimsenin yemek yiyecek
hali yok. Hanımlar Yucatan Üniversitesi’nin folklor gösterisine gideceğiz,
beylerde erkek erkeğe kafa çekecekler.
Hava naneli, gösteri açık havada yapılacak, yağmur yağarsa
gösteri falan olamaz. Biletleri alıp yerleşiyoruz. Yağmur atıştırmaya başlıyor.
Bildiğimiz bütün yağmur kesme adetlerini uyguluyoruz ve yağmur kesiliyor bütün
gece bir daha da yağmıyor.
Üniversiteli gençler ve öğretim üyelerinin ortak çalışması
gösteri çok güzel. Bizim THBT’nin bir türü. Önce yerli oyunlarını oynuyorlar. Tarlada
çalışan çarıklı köylüler dans ediyor. Daha sonra İspanyollar geliyor. Onlar
ayrı, yerliler ayrı dans ediyorlar. Daha sonra köylüler çarık yerine ayakkabı
giyiyorlar, yavaş yavaş yerli halk ile İspanyollar kaynaşıyorlar. Bu arada
sürekli giysiler değişiyor. Nasıl renkli, nasıl güzel kıyafetler, oyunlar şıkır
şıkır, gençler cıvıl cıvıl, arada yaşlı bir öğretim üyesi çok hoş romantik
şarkılar söylüyor. Gece sona erdiğinde hepimiz çok keyifliyiz. “İyi ki geldik”
diyoruz.
Gündüz arabayla geçtiğimiz caddeyi araç trafiğine
kapatmışlar. Masalar atılmış, orkestra çalıyor herkes dans ediyor. Stantlarda
incik, boncuk, çul çaput satılıyor. Masalardan birine yerleşiyoruz. Bir yandan
dans edenleri seyrediyor, bir yandan da tekila içiyoruz. Biz Merida’yı çok
seviyoruz. Şarkı söyleyerek otelimiz Hotel Del Gobernador’a geliyoruz.
05
Kasım 2011 Cumartesi
Sabah kahvaltıdan sonra Merida’nın 78 km güneyinde bulunan,
Colomb öncesi Maya şehirlerinden yerel Puuc mimarisinin en güzel örneklerine sahip Uxmal
(Uşmal)’a gidiyoruz.Şehrin tarihi tam olarak bilinmiyor , fakat binaların çoğu
MÖ 500 yıllarında yapılmış.MS 9 ve 12.yüzyıllarda Puuc bölgesinin ekonomik ve
politik açıdan en güçlü şehri olmuş.
O dönemlerde 37,5 kilometrekarelik bu bölgede tahminen
25.000 nüfus varmış. Burası hatırı sayılır bir tarım bölgesiymiş. Gel gör ki su
kaynakları yok denecek kadar azmış.Bu nedenle Mayalar sarnıçlar yapmışlar,içme suyu için kapalı
sistemler, suyu getirmek için su kemerleri yapmışlar.
Puuc tarzı mimaride rastlanabilecek tüm örnekler burada
mevcut. Üç boyutlu yağmur tanrısı , iki başlı Jaguar heykeli,kolonlar ve diğer
ikonografik semboller bol bol var. Tapınağın ön yüzünde yağmur tanrısı
maskeleri bu tarzın ana unsuru.Binalar İspanyolların verdiği adlarla anılıyor. Burada
bir çok piramit var. Piramitlerin tapınak olarak inşa edildiği düşünülüyor,
bazılarında mezar odaları var.Mezarlara asiller gömülüyormuş. Ahalinin ölüsü
ise yakılıyormuş.
Önce kahin
piramidini görüyoruz. Yüksekliği 35 metreymiş. Burası Uxmal’in en yüksek binası
Tapınağın içine girmek yasak, dışarıdan görebildiğimiz kadarının resmini
çekiyoruz. Merdivenlerin yan yüzlerinde ve ön cephesinde Yağmur tanrısı (Chac)
maskeleri var. Chac aynı zamanda ışığın tanrısı.Piramidin karşısında el
çırpıyoruz. El çırpışlarımız kuş sesi gibi yankılanıyor.
Bu arada çok hoş bir olayla karşılaşıyoruz. Lise
öğrencileri gezmeye getirilmiş. Öğrenciler ikişerli gruplara ayrılmışlar. İki
kişiden birinin gözleri bir eşarpla bağlanmış. Gözleri bağlı olmayan bir
diğerine gördüklerini anlatıyor, heykelleri,çevreyi dokunarak bir diğerine tanıtıyor. Bu hem görme
engellilerin neler hissettiğini anlamak, hem de görmeyen birinin gören gözü
olmak açısından muhteşem bir deney. Bir başka binada yer değiştiriyorlar. Bu
sefer öteki diğerine anlatıyor. Gözlerimiz yaşarıyor.
Kahin piramidinden sonra kesik piramidi andıran kırık
kemerli geçitten geçerek Dörtgen Manastıra gidiyoruz. Taşların üzerindeki
iguanaların resmini çekiyoruz. Manastırın ortasında büyük bir avlu var. Avlunun
dört tarafı bina ile çevrilmiş. Binalardaki kapılar hep tek sayı. Asal sayılar
kullanılmış. Sayılar yorumlandığında 13 kapı için insanın 3 tane başında, 7
tane gövdesinde , 3 tane de ayakaltında bulunan çakrayı düşünebilirmişiz. 13
sayısını, dört mevsim diyerek 4 sayısı ile çarptığımızda 52 sayısının
buluyoruz. Maya takvimine göre 52 senede bir yenilenme oluyormuş. Duvardaki motifler çıngıraklı yılanın derisi
görünümünde, Yağmur tanrısı, yılan figürleri, yılanın ağzında insan başı. Ne
anlama geliyorsa artık.
Büyük piramide giderken.Mesoamerikan top oyununun oynandığı sahadan geçiyoruz. Mesoamerica ; 16 ve 17.yy.daki Ispanyol Kolonizasyonu
öncesinde ; Orta Meksika’dan
Belize’ye, Guatemala, El Salvador,
Honduras, Nikaragua, Costa Rica’daki Pre-Clombian (Kolomb öncesi)
topluluk ve kültürlere verilen genel isimmiş. Ziraat amaçlı köyler, geniş törensel, politik ve dini merkezler ve buna yönelik
kentlerle kendilerini göstermişlerdir.
Başlıca kültürler arasında Olmec,
Zapotek, Teotihuacan, Maya,
Mixtec, Totanac ve Aztec
sayılabilir.
Efsaneye göre kainat
yaratıldığında yer yüzündeki aydınlığı temsil eden Hunahpu ile yeraltını temsil
eden Ixbalanque ikiz kardeşlermiş. Bu iki kardeş kavgaya tutuşmuş ve de
kozlarını bu oyunu oynayarak paylaşmışlar.
Oyun yaklaşık 4 kg sert kauçuktan yapılma bir topun, basket potasına dik gelecek şekilde duvara
raptedilmiş taş bir potanın içinden geçirilmesi kuralına göre oynanıyormuş.Oyuncular
el ve ayaklarını kullanmadan; koruyucu kullanmak suretiyle dizleri, dirsekleri
ve omuzlarıyla topu sürüyorlarmış.Her takımda yedi oyuncu varmış. Kaybeden taraf tanrılara kurban ediliyormuş. Hatta
Tajin’deki top sahasının duvarında kazanan taraftan iki kişinin , obsidyen
bıçak ile kaybeden bir kişiyi nasıl bıçakladıkları görülüyormuş.
Kitapların çoğunda mağlup olanların adandığı yazılıyor,
oysa rehberler galip gelenlerin adandığını söylüyorlar. Zira tanrılara güçlü ve
muzaffer kurbanların adanması, adananlarında böylesine şerefli bir ölümle
cenneti hak ettikleri daha akla yakınmış.Oyun, böylesine kanlı olması nedeniyle İspanyol engizisyonu
tarafından yasaklanmış. Meksika’da
çeşitli büyüklükte 1.500 adet top sahası bulunmuş.58 etnik grup bu oyunu
oynuyormuş.
Büyük piramide tırmanıyoruz. Gezinin yorgunluğuna dizlerim
isyan ettiği için piramide oturarak çıkıyorum. İki elimle yerden kuvvet alarak
tersten piramide çıkmayı beceriyorum. Yukarıdan bakınca tüm Uxmal, su
kemerleri, top sahası, manastırı ile ayaklarımızın altında.
Milletin gülmesine aldırmadan piramitten otura otura
iniyorum. Valiler Sarayının ve karşısındaki çift başlı Jaguarın resmini
çekiyoruz. Bereket sembolü diye adlandırılan penis heykeliyle eğleniyoruz.
Öğlen yemeği için kır lokantasına gidiyoruz. Lokantanın
girişindeki geniş kenarlı Meksika şapkalarının
ve tahta maskelerin resmini çekiyoruz. Menüde tavuk tandır varmış.
Gözümüzün önünde toprağın altındaki tandırdan tepsiyi çıkarıyorlar, sonra da
servis ediyorlar. Tandır olurda yenmez mi?. O kadar lezzetli ki resmen
parmaklarımızı yiyoruz.
Yemekten sonra bir başka Maya şehrine,Kabah’a gidiyoruz.Kabah
Puuc tepesi etrafında kurulmuş Uxmal’dan sonra ikinci önemli şehir. Sayil ,
Xlapak ve Labna’da aynı tarzda kurulmuş şehirlermiş. Şehirle bir birlerine
üzerleri kemerli 5 metre genişliğinde yaya yolları ile bağlıymış Bu yerleşimler
en görkemli yıllarını MS 600 ile 900
yılları arasında yaşamışlar.
Kabah’da da Yağmur
Tanrısı (Chac) bizi karşılıyor.Burada da yağmur azlığı nedeniyle, tapınağın ön yüzünde yüzlerce Chac maskesi var. Bu
nedenle bu tapınağa” Maskeler Tapınağı” ( The Codz Poop) deniyor.Toplam 260
adet maske varmış.Maskelerin bir kısmı da yerlerde parça parça. Tapınağın
tepesinde upuzun bir taç var. Büyük sarnıçlar
göze çarpıyor. Tarımdan geçimini sağlayan insanlar için yağmurun hayati
önemi var. O nedenle Puuc ahalisi yüksek binalar ve Chac’ın maskeleri ile Puuc
tarzını yaratmakta haklı.
Yağmur tanrısı aslında bugün baktığımızda yukarı doğru
kıvrık kanca şeklinde burnu, kocaman iki göz ve iri küpeleri olan kulaklarıyla
çok komik.Başının üzerinde mum ya da kandil için delikler var. Tüm figür
hem yağdırsın hem de aydınlatsın üzerine kurgulanmış.
Kabah’tan ayrılmadan önce Leyla ile ortadaki taşın
etrafında “Atım Araptır” benim oynuyoruz. Sonradan fark ediyoruz ki burada da
penis taşı varmış ve de biz onun etrafında oynuyormuşuz.
Akşamüstü bir köy evini ziyaret ediyoruz. Evin büyükannesi saç
üzerinde tortilla yapıyor. Biz de saç da yufka yapmak neyse onlar içinde
tortilla o.Bahçede kauçuk ağacının yaprağından çıkan elastik maddeye bakıyoruz.
Evin içindeki hamakta Leyla poz veriyor.
Otele gitmeden önce
hediyelik eşya almak üzere kooperatif tarzı bir mağazaya giriyoruz. Yatak
örtüsü, bluz, şapka, kemer ne ararsan var. Babaanne olacağımı biliyorum
ama gelenin kız mı oğlan mı olacağını
bilmiyorum.Türkiye’den telefon geliyor, oğlan geliyormuş. Amanın bir heyecanlanıyorum.
Bebeğe babaannesinden ilk hediyesi
Meksika’dan olsun diye üzeri hikaye dolu
rengarenk bir battaniye , annesine de gözlerinin renginde mavi bluz
alıyorum. Güle güle kullansınlar.
Akşam yemek için Amaro restorana gidiyoruz. Duvar dibinde
sıkış tepiş oturmaktansa ayrı masalara dağılıyoruz. Yemekler güzel, gitarla
şarkı söyleyen sanatçı hoş.Leyla ile bir örnek giydiğimiz Meksika bluzları epey
iltifat alıyor. Ayrı masalarda olmamız hiç önemli değil, gelsin margaritalar,
maksat gönüller şen olsun.
06
Kasım 2011 Pazar
Bugün bayram. Yaş sırasına göre sıralanıyor,
bayramlaşıyoruz. En küçüğümüz Evşen’e el öptürüp bayram harçlığı veriyoruz. Bayram
şekeri ikram ediliyor, rehberimiz Enrice’ye bayramı anlatıyor onunla da
bayramlaşıyoruz.
Satt 8:30 da Merida’dan ayrılıyor iki saatlik yolculuktan
sonra bir başka Maya kenti Chichén Itza’ya varıyoruz. Chichén Itza Yucatan
yarımadasının en iyi korunmuş Maya şehirlerinden biri.
Kent ilk olarak MS 600’ler civarında güney tarafta kurulmuş.
MS 980’lerde Toltec’ler tarafından ele geçirilmiş. 11.Yüzyılda şehrin güney
tarafında yeni bir şehirleşme başlamış,13.yüzyıla kadar da gerek ekonomik,
gerek, askeri gerekse dini alanlarda altın günlerini yaşamışlar.
Ören
yerine girerken biletleri üç ayrı yerde kontrol ediyorlar. Bir görevli bakıyor,
biraz ileride bir başkası delgeçle deliyor, biraz daha gidiyorsun elektronik geçişte okutuyorsun. Meksika’da işsizliğe
böyle çare bulmuşlar galiba.
İlk
olarak İspanyolların El Castillo(Kale)
adını verdikleri Kukulkan Tapınağı ya da Kukulkan Piramidi’ne gidiyoruz.Mayalar
bu piramide kendi dillerinde Quetzalcoat
, yani kukulkan (Tüylü Yılan) dedikleri efsanevi
tanrı krallarının adını vermişler. 7 Temmuz
2007’de seçilen Dünyanın yeni yedi harikalarından biri de işte bu tapınak.
Mayalar bu piramidi astronomi ve matematik
bilgilerini ortaya koymak istercesine belirli bir sistemle inşa etmiş. Örneğin
4 cephesinin her birinde 91 basamak yer alıyor, böylece 4x91’le bulduğumuz 364
sayısına en tepedeki platformu da (1)
bir sayarak eklediğimizde yıldaki günlerin sayısı olan 365’i buluyormuşuz.
Ayrıca, piramidi öyle bir şekilde yönlendirmişler ki, ilkbahar (21 Mart) ve
sonbaharda (21 Eylül) ekinoksların
gerçekleştiği an, piramide gelen güneş ışıkları piramidin merdiven
yanındaki çıkıntıları , merdiven basamaklarının dibinde bulunan iki yılan başı
yontusunun S’ler çizen bir gövde uzantısı oluşacak şekilde yukarı doğru
uzanmaktaymış. Arkeologlar yok böyle bir şey deseler de insanlar buna
inanıyorlarmış. Hatta Tüylü yılanın arkasından ateşler saçan bir roket
olduğunu, bu nedenle uzaydan gelmiş olabileceğini söyleyenler bile varmış.
Ayrıca piramidi yerin dokuz kat altını temsilen 9 farklı terasta inşa etmişler.Bu aynı zamanda
9 gezegeni de temsil ediyor olabilirmiş. Piramidin 4 tarafında 5 adet çıkıntı
var.4x5 Maya takviminde ayların 20 günlük olduğunu gösteriyormuş. 20 gün 18 ay
ile çarpılınca yılda 360 gün buna yukarıdaki 5 odayı ekleyince yılın 365 gününü
buluyormuşsun.
Maya
takvimine göre 20 gün ve 18 aylık döngü 52 yılda bir yenileniyormuş. 21 Aralık
2012 yılında bir döngü daha tamamlanıp, yeni bir dönem başlayacakmış. Bizim gün
sayımız 30, ay sayımız ise 12. Bizim takvimde 30 senede bir olan onlarda 52
senede bir oluyor Yani kıyamet kopacak,
Maya tableti bulundu yeni bir kehanet tespit edildi diye basında yazılanların hepsi palavra.
Ayrıca gazeteler kehanetler ile ilgili sözde haberleri yazarken Maya takvimi yerine
Aztek takvimini basıyorlar iyi mi?
Gelelim
Kukulkan Piramidi’ne .Piramite çıkmak yasak. İçindeki taht odasına girişi de
2006 yılında yasaklamışlar. Piramidin tepesinden bakıldığında tüm şehir
görülebiliyormuş.Piramidin iki cephesi iyi durumda diğer iki cephe harap.
Leyla
Dünyanın yeni yedi harikasından birinin önünde “THBT 50. Yılda Her Yerde”
pankartını açmadan olmaz diye pankartı açıyor. Nurgün, Leyla ve ben pankart
elde resim çektirirken görevliler
geliyor. Kırmızı renkli pankart ile ne yaptığımızı , neyi protesto ettiğimizi
soruyorlar. Etrafımız kalabalıklaşıyor. Rehberimiz “müzik topluluğu, folklor
grubu gibi bir şeyler söylüyor. Olay büyümeden pankartı topluyor, yürüyoruz.
Hiç böyle olacağı aklımıza gelmemişti.
Savaşçılar
Tapınağı’na doğru gidiyoruz. Tapınağını önünde arkasına ve sağına doğru uzanan
kolonlar var. Bunlara “Bin Kolon” deniyormuş. Cephede güneş tanrısı Chac’ın
maskeleri ve de iki kolon arasında Chacmool (Çakmul) heykeli var. Chacmul bütün orta Meksika’da ki Maya Arkeolojik
kalıntılarında görülen taş oyma heykeller. Bacaklarını karnına doğru çekerek
oturmuş ve de yüzünü sol tarafa doğru dönmüş bir heykel.Karın bölgesinde düz
bir bölge var. Sunak mı? mumluk mu? Ne olduğu bilinmeyen alttan el ile
desteklenmiş bir form.
Tekrar geri dönüyoruz. Kukulkan piramidinin diğer
tarafındaki top sahasını görüyoruz.Burası Mesoamerikan top sahalarının en
büyüğüymüş. Sahanın her iki kenarında taş potaların yanı sıra hakemlerin
oturduğu yeri de görüyoruz.
Sağlı sollu hediyelik eşya satanların bulunduğu yoldan
ilerliyoruz. Maskeler, süsler her şey o kadar renkli ve güzel ki hangi birine
bakacağımızı şaşırıyoruz.
Yüksek dereceli din adamına ait anıt mezarı,rasathaneyi ve
rahibeler manastırını da gördükten, rasathanedeki kapıların yerleşiminin
gün-tün eşitliğine nasıl denk getirildiğini öğrendikten sonra bir göletin
başında toplaşıyoruz. Buradaki arazi karstik yapıya sahipmiş, o nedenle de yer
yer obruk denilen çöküntüler var. İşte böyle bir çöküntünün dibinde çocuk
iskeletleri, altın, yeşim sedef mücevherler bulununca burasının bir sunak yeri
olduğu düşünülmüş. Suyun yanı başında ölülerin yıkandığı gasil hane benzeri bir
yapı bulunuyor. Artık öldürüp mü yıkıyorlardı? Yoksa ölmeden yıkayıp suya mı
atıyorlardı? Burası mezarlıktı çöküp sular altında mı kaldı yoksa hep su
doluydu da insanlar suya mı atılıyordu? Bilemeyiz ki?
Tekrar geriye dönüp Kukulkan Piramidi’nin gündüz gözüyle
bir kez daha resmini çekiyoruz.Top sahasının önünde kafatası rölyeflerinin
olduğu bir duvar var. Top oyununda galip
geldikten sonra kurban edilenlerin kafaları olduğu söyleniyor. Bu arada
rehberimiz elindeki broşürlerden birini gösteriyor. Mayaların profilden
bakıldığında burun ile alın çizgisinin bir olduğunu görüyoruz. Alnı burunla
aynı hizaya getirmek için bebekken
yapılan mengene işlemini görüyoruz. Kimi Afrika kabilelerinde halkalar
marifetiyle boyun uzatırlar, Çin’de
kadınların ayakları küçük olsun diye sarıp sarmalanırlar. Burada da daha güzel,
daha karizmatik olma adına alınlar geriye yatırılıyor.Rehberimiz Enrici’de bir
Maya, onun alnı da geriye doğru yatık. Fiziki müdahaleler yıllar boyunca
genetiği de mi değiştiriyor acaba?.
Daha sonra ören yerinden ayrılarak öğle yemeğine gidiyoruz.Öğlen
yemeğini büyükçe bir obruğun yanındaki restoranda yiyoruz. Yemekten sonra soyunma odalarında mayolarımızı
giyiyoruz.. Havuza girmeden önce duş alınıyor ya burada da aynı işlem
yapılıyor.Yalnız su buz gibi. Hastalığı üzerimden tam atamamışken buz gibi su
ve arkasından obruktaki suya girmek beni nasıl yapacak ben de merak ediyorum.
Epey bir merdiven indikten sonra suyun olduğu seviyeye geliyoruz. Ruslar
bağrışa çağrışa suya atlıyor. Etraf kayalarla çevrili, yukarıdan ağaç dalları
iplik iplik sarkmış. Dallar arasından güneş ince ince içeri sızıyor. Suyun
sıcaklığı fena değil. Tatlı su da yüzmek biraz zor ama yukarıya baktığında
başka bir gezegendeymişsin gibi.Yukarısı çok uzak, aşağısı çok derin. İki alem
arasındasın sanki.
Suyla oynaşıp, yüzdükten sonra o kadar basamağı geri
çıkarak yer yüzüne varıyorum. Üst baş değiştir, arabanın başında toplaş, o
arada bir grup yolunu kaybetmiş onları bekle, derken yola çıkıyor otele
varıyoruz.
Mayaland Otel eski bir çiftlik evinden bozma, ağaçların
içinde masal gibi bir yer. Öğleden önce Chichén Itza’da gördüğümüz
Rasathane’nin karşısındayız. Kimimizin odası rasathane manzaralı. Odaların
döşemesi bir harika, Kapılarda imparator Pacal’ın işlemeleri var. Banyo dekorasyon
dergisinden çıkma gibi. Balkonlar geniş. Balkonlarda bambu koltuklar, bahçede
rengarenk kuşlar , hatta tavus kuşu bile var. Ağaçların arasından sazdan çatısı
olan bungalow tipi evler göze çarpıyor. Otel Çevre ödülü almış. Otelin
duvarlarında otelde kalmış ünlülerin resimleri var. Ünlülerden J.Kennedy, Grace Kelly,Belçika Kraliçesi
Fabiola, Sarah Brightman, Placio Domingo, Pavarotti aklımda kalanlar.
Akşam yürüyerek ses ve ışık gösterisi yapılacak yere
gidiyoruz. Bir de ne görelim? Kukulkan Piramidi’nin karşısında sandalyeler.
Gösteri başlıyor. Işık, atmosfer çok hoş ama ses İspanyolca. İngilizce çeviri
kulaklıklarını almamışız. Neyse bildik kelimeler ve bildiklerimizle olayı
anlamaya çalışıyoruz. Işıklar bir piramit de, bir Savaşçılar tapınağında yanıp
sönüyor. Merdiven kenarlarındaki tüylü yılan silueti bile görünüyor.Karanlıkta
da olsa, azıcık ışıkta bir gölge bile çıksa yeter diyerek bol bol resim
çekiyoruz. Dijital makineler umduğumuzdan daha iyi sonuçlar veriyor.
Gösteri sonrası otelin önünden arabaya binerek; şehirdeki
esnaf lokantasına gidiyoruz. Esnaf lokantası gece açık olunca ne olur? Ne
olacak umduğunu değil bulduğunu yersin. Ona rağmen yemeklerden memnun
kalıyoruz. Acıktığımız için mi ne bize pek bir lezzetli geliyor.
Sıra dışı otelimize dönüp sıra dışı odalarımızda, rüya gibi
bir atmosferde uykuya dalıyoruz.
07
Kasım Pazartesi
Sabahleyin kuş sesleri ile uyanıyoruz. Muhteşem atmosfer de
açık havada kahvaltı yapıyoruz. Rasathaneye karşı resim çektiriyoruz ve arabaya
binerek yola çıkıyoruz. Mayaland’dan o
kadar etkilenmişiz ki yolda otelde gördüklerimizi birbirimize anlatmaya devam ediyoruz.
Yolumuz uzun. Tatil şehri Cancun’a gidiyoruz. Yolda
hafiften şarkı türkü söylüyoruz. Biz şarkı türkü söyleyince rehberimiz
Enrichi’de “Cielito Lindo” yu, hani ay yayyay ya canta y no Ilores diye
nakaratı olan Mariachis şarkısını söylüyor. Mariachis 19.yüzyılda düğün ve
balolarda söylenen şarkılara verilen isim. Fransızca mariage (Evlilik)
kelimesinden geliyormuş. Mariachis müziği yapanlar filmlerde gördüğümüz önü
açık ceketi, ceketin içinden görünen bol düğmeli yeleği, ceket ve pantolonun
kenarındaki işemeleri ve geniş kenarlı şapkalarıyla tipik Meksika kıyafeti
giyiyorlar. Enrique “Cielito Lindo’nun arkasından “Bésame bésame muchos” u
söylüyor. Enriquei’nin bir başka yönüyle
tanıyoruz. Enrique meğer gençliğinde bir müzik grubunda solist olarak
düğünlerde şarkı söylermiş. Elden ele o dönemlere ait fotoğrafını gezdiriyoruz.
Enrique evli ve iki oğlu varmış. Oğullarından biri doktor olmuş, diğeri de uluslar
arası bir firmada çalışıyormuş. Adamı çok takdir ettik. Mesleğinin erbabı,
ölçülü ve çok iyi bir aile babası. Helal olsun.
Şarkı, türkü söyleyerek
Maya dilinde o ne demek? Bu ne demek diye sorup öğrenerek öğlen vakti
Cancun’a varıyoruz.Karayip Denizi kıyısındaki kumsalda turkuaz renkli sularla
tanışıyoruz. Burası bizim Antalya Belek gibi kıyı boyu otellerin sıralandığı
Dünyaca ünlü bir şehir. Cancun 1995 yılındaki Roxanne Kasırgasından epey zarar
görmüş ama anlaşılan kendini çabuk toparlamış.
Otelimiz Omni’ye giriş yapıyoruz. Cancun’a gelmişken dalış
yapabilirmiyiz diye bir koşu otelin aktivite masasına gidiyorum. Masanın
başındaki hanım öğleden sonra iki dalış yapabileceğimizi, acele eder, otelin
önünden geçen belediye otobüsüne
binersek bir saat sonra kalkacak tekneyi yakalayabileceğimizi söylüyor. Haluk,
Evşen, Betül ve ben hemen kaydımızı yaptırıyoruz, paraları ödüyoruz. Odaya
çıkıp bavulları açıp mayoları giyip tekrar aşağıda buluşuyoruz. Koştur koştur
belediye otobüsüne binip dört durak sonra Aquaworld Dalış Merkezi’nde iniyoruz.
Dalış merkezinde bir yandan ekipmanları alırken bir yandan
da sualtında fotoğraf çekebilmek için
kullan at fotoğraf makinesi seçmeye çalışıyoruz. Nihayet işlemleri tamamlayıp
tekneye biniyoruz. Tekne 30 kişilik ve etrafı cam kaplı olduğu için rüzgar
almıyor. Her milletten otuz kadar dalıcıyla tekne limandan ayrılıyor.
Cancun, bir tarafta Karayip Denizi diğer tarafta Nichupte
Lagün’ü arasındaki şerit boyunca uzanıyor. Biz tekneye Lagün tarafından
bindiğimiz için tekne kuzeye doğru yol alarak lagünün köprüyle bağlandığı yerde
köprü altından geçerek Karayip Denizi’ne çıkıyor. Tekne normal dalış teknelerinden farklı.
Sürat motoru gibi hızlı yol alıyor. Lagün dışında ki pırıl pırıl ve turkuaz
renkli suda ilerliyor ve Mujeros Adası
yakınında demir atıyoruz.
Bizim grup en son suya atlayacak, dört kişilik grubumuza
iki de Kanadalı dalıcı verilince altı kişi oluyoruz. Nasıl olsa son grubuz epey
bekleriz diye düşünürken; adamlar öyle organizeler ki bize sıra hemen geliyor.
İlk dalışı “National Park” da yapacağız.Hava kontrolü
yapıyoruz. Burada tüplerin ilk basıncı konsolda bizim alıştığımız şekliyle 220
bar yerine 3.200 psi.okunuyor. Sualtında sürekli gördüğümüz rakamı14,5’a
bölmemiz lazım. Birbirimize 800 psi ye gelen haber versin deyip işin içinden
çıkıyoruz.
National Park 2009
yılında oluşturulmaya başlanmış Sualtı Sanat Müzesinin (MUSA) olduğu yer. Müze de çeşitli tiplerde
heykeller yapılmış. Kimi ağlıyor, kimi dua ediyor, kimi hamile, kimi şişman,
kimi zayıf. Kiminin de başından ateşler çıkıyor. Adam yangınlarda.Balıklar
sürüler halinde heykellerin arasında dolanıyor. Derinlik 10 metre kadar,
görüntü muhteşem, sanki başka bir gezegendeyiz. İnsanlar taşlaşmış ve
sessizliğin içinde birilerini bekliyor gibi. Meksika’lılar dalış süresinde çok
katılar. 10 metrede ne kadar hava tüketilebilir ki 1.600 psi havamız
kalmasına rağmen kırk dakika da dalışı sonlandırıyorlar.Tam
çıkarken yavru deniz kaplumbağası önümüzden geçip gidiyor.
Hava rüzgarlı, dalış liderleri ikinci dalış için adadan fazla açılmak
istemiyorlar. Hafiften yağmur çiselemeye başlıyor.Teknede midem bulanmaya
başlıyor, ezel evvel tekne beni tutar. Tekne tutması bir dalıcının başına
gelebilecek en ironik hadisedir. Bu nedenle her dalıştan önce muhakkak ilaç
alırım. Burada o koşuşturmaca da açıkçası ilaç hiç aklıma gelmedi.İçim dışıma
çıkıyor.Neyse sualtına inince düzelirim
inşallah.
İkinci dalışı da gene 10 metre derinlikte bir başka
heykelli bölge de yapıyoruz.Buradaki heykeller daha orijinal. Bir tanesinde
arkada kütüphane , önünde Amerikan bar. Bir adet centilmen bir eliyle içkisini
yudumluyor diğer elinde puro, ayak ucunda bir köpek uzanmış.
Biraz ötede Wolkswagen
araba, ama arabayı batırmamışlar, taştan yapmışlar. Mercan grubuna doğru
ilerliyoruz. Bugüne kadar hiç görmediğimiz bir balık sürüsüne rast geliyoruz.Açık
mavi renkli bir balık muhtemelen dişi ve
ondan biraz büyükçe siyah, lacivert bir balık muhtemelen erkek çift
oluşturmuşlar. Birbirlerine milimetre mertebesinde uzaklıkta çift olarak
yüzüyorlar. Bu şekilde çiftler halinde binlerce balık yüzüyor. Çiftler aynı
anda geri dönüyor, aynı anda duruyor, o kadar hızlı hareket ediyorlar ki takip
etmekte zorlanıyorsun. Hareketleri o kadar uyumlu ki böylesine senkronize hareket ancak bilgisayar oyununda
mümkün olabilir.Tek tük yalnız kalmış balık da var. Gözümle gördüm. Tek
kalmışlardan erkek olanı ok gibi fırlayıp kayanın altında gördüğü mavi balığın
yanına gitti. Bir süre karşı karşıya durdular, göz göze bakıştılar. Sağa sola
birlikte uyumlu bir şekilde hareket ettiler, resmen flört ettiler ve mutlu son.
Onlarda diğerleri gibi birlikte
senkronize yüzmeye başladılar.Bu ne muhteşem uyumdur hey Tanrım.Çıkınca ilk iş
“Ne balığıydı onlar?” diye soruyoruz. Blacking restless dediler. Her gelen bu
balıklara hayran oluyormuş. Hayvanlar çok eşli diyenler, doğada tek eşli yok
diyenler gelsinler de balıkları görüp utansınlar.
Biz sualtındayken sağanak yağmur yağmış. Neyse ki biz
dalışları sağ salim tamamladık, çıkınca da yağmur durmuştu. Dönüş yolunda çay
bisküvi servisi yapılıyor. Sıcak çay cana değiyor doğrusu.
Tekrar lagünün içine giriyor ve kıyıya yanaşıyoruz.
Ekipmanları teslim ediyor, ıslakları çıkarıp, kuru giysileri giyiyoruz.Belediye
otobüsü ile otele geri dönüyoruz. Grubun geri kalanı otelde vakit
geçirmiş.Deniz çok dalgalıymış ama havuzda keyif çatmak, günlerdir süren koşuşturmacanın
üstüne millete iyi gelmiş.Bu arada Ali,
büyük bir özlemle eskiden çok iyi vakit geçirdiği Riviera Maya’ya gitmiş. Orada
yağmur öyle şiddetli yağmış ki Ali üç saat restorandan burnunu çıkaramamış. Bu
durumda günün şanslısı Ali oluyor.
Akşam Leyla, Karayip Denizi manzaralı odasında gruba
akşamüstü içkisi ikram ediyor. Akşam yemeğini otelde yiyor erkenden yatmaya
çıkıyoruz. Ben galiba yeniden hasta oluyorum. Bugünkü sulu eylem bana pek
yaramadı.
08
Kasım 2011 Salı
Sabah kahvaltısını yapar yapmaz 8:00 da otelden hareket
ediyoruz.İlk durağımız MS 1.200 senelerinde Karayip denizinin kıyısındaki sarp
kayalar üzerinde kurulmuş geç Maya dönemine ait Tulum şehri.
Arabadan indikten sonra mini trenle ören yerine ulaşıyoruz.
Tulum yer altı tanrısına adanmış ve
İspanyolların gelişine kadar varlığını sürdürmüş Karayip tarzı mimariye göre
inşa edilmiş bir şehir.İspanyolların getirdiği hastalıklar nedeniyle şehir
nüfusu kırılınca işgalden yetmiş sene
sonra şehir gözden düşmüş.. Günümüzde hem en iyi korunmuş hem de deniz
kıyısında kurulmuş olması nedeniyle en önemli arkeolojik alanlardan biri olarak
kabul ediliyor.
Girişten hemen sonra Büyük Saray’ın duvarındaki bir figür
dikkatimizi çekiyor. Baş aşağı duran komik bir insan figürü.”Dalış Tanrısı”
imiş.. Dalgıçların tanrısını görmek çok hoşumuza gidiyor. Yılan, ejderha
figürlerinden sonra dalgıç tanrıyla da
tanışmış oluyoruz. Bu bölgede bal çok
önemliymiş, o nedenle arı ve petek figürlerine sıkça rastlıyoruz.Sarayın içinde
çilehane diyebileceğimiz küçük odalar, ve mezar odaları varmış.
Sarayın karşı tarafında “Freskolar
Tapınağı” var.Burası aynı zamanda rasathaneymiş. Rasathanenin kapılarının
konumu ekinoksa göre inşa edilmiş. Tulum için astronomi şehri deniyormuş. “Azalan Tanrı” tapınağının önünden geçerek,
“Kale” diye adlandırılan tapınağa gidiyoruz.
Tapınağa tören alanı tarafına bakan tarafta inşa edilmiş merdivenlerden çıkılıyor.
Tapınağın tepesinde bir zamanlar deniz feneri varmış.
Deniz kenarında kayaların üzerinde tahtadan seyir platformu
yapılmış, platforma bağlı merdivenden denize iniliyor. Kayaların bittiği yerle,
deniz arasında dar bir kıyı şeridi var. Kimi turistler mayolarını giymiş, kumun
ve denizin tadını çıkarıyorlar.Biz ise tepeden resim çekmekle yetiniyoruz.
Tulum küçük ve kompakt bir şehir, iki saatte turumuzu
tamamlıyoruz. Geldiğimiz mini trene binerek arabanın olduğu yere geri
dönüyoruz. Grubu beklerken meydandaki direğin tepesindeki kare şeklindeki
kasnağın dört tarafından sarkan ipe ayaklarından
kendilerini asarak baş aşağı direğin etrafında dönen yerel giysili dört adet
göstericiye takılıyoruz. Bir kişide
direğin tepesinde flüt çalıyor. Bunlara
“Papantla’nın Uçan Dansçıları” deniyormuş.Papantla Meksika’nın doğu kıyısında dağlık
bölgelerde yaşayan Totanac halkına özgü bir ritüelmiş. Ritüelin amacı da
kuraklığa karşın yağmur yağmasını sağlamakmış.Bu ritüel “Bungee Jumping”in daha tehlikeli bir türü.
Birleşmiş milletler tarafından korunması gereken manevi kültürel miras ilan
edilmiş.
Yüreğimiz ağzımıza gelerek gösteriyi seyrediyoruz. Rehber
uzaktan gelmemizi işaret ediyor. Grup arabanın başında bizi bekliyormuş. Tekrar
arabaya binerek on beş dakika sonra
Xel-Ha’ya (Şelha okunuyor) varıyoruz.
Xel-Ha birbirine
bağlı lagünlerin, muhteşem kayaların ve mağaraların olduğu doğal akvaryum.
Girişte yunusları, rengarenk papağanları ve tukanları görüyoruz. Sıra sıra kafe
restoranlardan birini gözümüze kestirip
öğlen yemeği için sıraya giriyoruz. İçerisi o kadar kalabalık ki sıra
geldiğinde açlıktan başımız dönüyor. Açık büfeden yemeklerimizi seçiyor,
manzaraya karşı karnımızı doyuruyoruz. Yemekten sonra gene koşuşmaca başlıyor.
Önce dolap kiralıyoruz. Sonra snorkel, palet ve maske ayarlıyoruz. Daha sonra
kıyıya gidiyor bedenimize göre can yeleklerini seçiyoruz. Sonrada suya girip
balıkları, kaplumbağaları snorkel yaparak seyrediyoruz. Su oldukça bulanık, su
altında dalgıç olarak onca saat geçirmiş biri olarak görüntü bana pek enteresan
gelmiyor. Bu kadar ıslandık, girene kadar eziyet çektik diyerek biraz
dolanıyoruz.
Sudan çıktıktan sonra, malzemeleri teslim et, duş yap,
soyun giyin derken vakit geçip gidiyor. Kıyı boyu sıralanmış şezlonlara uzanıp
birer içki alıyoruz. Arka tarafta hamaklar var. Her birimiz birer hamak kaparak
birazda hamak keyfi yapıyoruz. Güneş batarken arabaya binip Cancun’a geri
dönüyoruz.
Akşam belediye otobüsü ile şehre iniyoruz. Plaza la Isla
Alışveriş Merkezi’ne gidiyoruz. Biraz dolaştıktan sonra Tai Restoran’da yemek
yiyoruz. Manzara güzel, atmosfer güzel, yemekler güzel ama ben iyi değilim.O
kadar sevdiğim güzelim Tai yemeklerinden ne tat alabiliyorum ne de tuz.
Hastalığım tekrarlayıp duruyor. Haluk bir ara ortadan kayboluyor. Bir de
geliyor ki bir elinde fotoğraf makinesi, diğerinde I-Pad. Haluk’un oyuncakları
epey ilgi çekiyor.Yemeği yer yemez kalkıyorum, bir an önce yatmak istiyorum.
Haluk ile Belediye otobüsüne binerek
otele dönüyoruz.İlaçlarımı alıp vurup kafayı yatıyorum.Dinlenme yok, ha
bire suya gir çık, ıslak kafayla dolaş, ilaç ne yapsın?Yarın gene yorucu bir
gün olacak.Sabaha toparlansam bari.
09
Kasım 2011 Çarşamba
Sabah erkenden kalkıyoruz. Otelin verdiği kumanyaları
arabada yiyerek havaalanına gidiyoruz. Aero Mexico ile 07:00’de havalanarak
09:0’da Mexico City’ye varıyoruz. Rehberimiz Ricardo ve şoförümüz Carlo bizi
karşılıyor. Sanki memlerkete geri döndük.
Şehrin güneyinde yer alan zengin mahallesi Coyoacan
bölgesine gidiyoruz. Bu mahalle İspanyollar geldiğinde, onlarla işbirliği
yapmış ve Hernande Cortez’i bağrına basmış. Bu nedenle Koloniyel dönemde
gelişmiş ve zenginleşmiş. Günümüzde de burası kafeleri, dar sokakları ve süslü
evleri ile bohem bir yaşama kucak açmış
“Mavi Ev”e gidiyoruz. Ressam Frida Cahlo’nun doğup
büyüdüğü, hayatının çoğunu geçirdiği ve içinde öldüğü eve. Frida Kahlo tarihin
en ünlü kadınlarından biri. Doğal haline bıraktığı alınmamış kaşları ve insanın
içine işleyen bakışlarıyla, bir erkek gibi küfreden ve sigara içen, yerel
giysileri ille de o muhteşem kırmızı şalıyla gönlüme taht kurmuş, biseksüel, LeoTrotsky ile şair Pablo Neruda’nın hatta Nelson Rockefeller’in hayranlığını
kazanmış duvar ressamı Diego Rivera ile yaşadığı tutkulu aşkla dillere destan
olmuş üniversite yıllarından beri hayran olduğum o muhteşem kadının evindeyim.
Frida çocukluğunda çocuk felci geçirmiş, bu nedenle sağ
ayağı aksamış.Bu yetmezmiş gibi 18 yaşında otobüsteyken geçirdiği kaza
esnasında otobüsteki demir karnından
girip sırtından çıkmış tüm kemikleri un ufak olmuş, bir yıl yataktan kalkamamış.
Bu dönemde resim yapmaya başlamış. Hayatı boyunca bu kazanın sebep olduğu
acıları dinmemiş. Kimi zaman korseyle, kimi zamanda tekerlekli sandalye ile
yaşamak zorunda kalmış. 22 yaşında ressam Diego Rivera ile evlenmiş. Birlikte Komünist partisine üye olmuşlar, gene
birlikte Amerika’ya gitmişler.
Diego, Rockefeller’in merkez binasının duvarına Lenin’in resmini yapmış. Rockefeller’de Diego’ya
resmin parasını ödeyip, üzerini sıvatmış. Öğrenciyken bunu öğrendiğim de “Vay
be Rockefeller’de Rockefeller’miş ha” demiştim.
Frida ve Diego dört yıl kadar Coyoacan’da ki evlerinde Leo
Trotsky ve eşi Natalya’yı ağırlamışlar,
rehberin dediğine göre politik nedenlerle, benim bildiğim Natalya Frida’yı kocasından kıskandığı için
Trotsky’ler başka eve geçmişler.
Bu arada Diego çapkın, rahat durmuyor, Frida’nın da ondan
aşağı kalır yanı yok ama, Diego hiç olmayacak bir iş yapıyor. Frida’nın kız
kardeşi ile basılıyor. Bu Frida için yıkım oluyor. Canının ne kadar yandığını
anlatmak için “Beni iki şey yere serdi” demiş. “Biri otobüs kazası, diğeri de
Diego”. Otobüs kazası onu fiziksel olarak sakatlamış, Diego ise duygusal. Başka
kadın mı kalmadı be Diego gittin baldıza dolandın. Bu olay üzerine Frida
Diego’dan derhal boşanmış. Boşanmış
boşanmasına ama bir sonraki yıl gene evlenmişler. Evlenmişler ama
birliktelikleri bir daha hayretmemiş, Son yıllarda da ayrı yaşamışlar.
Frida ölümünden bir yıl evvel sergi açmak istemiş. Neredeyse
yatağa bağlı yaşayan biri için kendi sergisi de olsa sergiye gitmesi imkansız.
Ama Frida bu; tam da kendine yakışan şekilde sergiye katılmış. Önde bir
ambulans, arkada bir kamyonet ve kamyonetin arkasında karyolası ile Frida.
Sergi salonuna da dört kişi dört tarafından tutarak yatağı sergi salonuna
taşımış.
Frida öldüğünde gömülmek istememiş.47 yaşında
öldüğünde tabutunu Rivera’nın başı çektiği
tüm sevenleri taşımış. Onu bir krematoryum da yakmışlar ve küllerini de
kavanoza koymuşlar. Ölümünden sonra Diego evi müze olarak bağışlamış. İşte
bugün ben “Frida Kahlo Müzesi”’ni
geziyorum. Hayatını okuduğum, filmini seyrettiğim, sergisini gezdiğim (İstanbul
Pera Müzesi’nde sergilendi) o muhteşem
kadının evindeyim.
Giriş katında odalar da bölüm bölüm resimler sergilenmiş.
Bir bölümünde Frida’nın bir bölümünde Diego’nun resimleri ile aile
fotoğrafları, Frida’nın günlüğünden alınma cümleler var. Bir tanesinde “ Benim
bacaklara ihtiyacım yok, çünkü benim kanatlarım var” diye yazmış. Çocuk sahibi
olamayışının acısını öyle bir yansıtmış ki tabloyu ağlatmış.
Zemin katta bir oda ve evin mutfağı var. Oda Leo Trotsky ve eşinin kaldığı
odaymış.Üzerinde tığ işi yatak örtüsü, kanaviçeli kırlentler, yatağın başucunda
Frida’nın o meşhur kırmızı şallı fotoğrafı.
Evin mutfağı sarı lacivert ağırlıklı. Nasıl renkli, nasıl
çocuksu, nasıl sıcak bir mutfak. Merdivenle yukarı çıkıyorum. Büyükçe bir
çalışma salonu. Boydan boya camlı aydınlık bir salon.Kütüphane de kitapları,
tekerlekli sandalyesi, paleti, boyaları, şovalyesi olduğu gibi duruyor.
Dışarıya açılan kapı ve bahçeye inen merdivenin başına
yatak konmuş. Kapı açılınca yattığı yerden tüm bahçeyi görsün, o uzun yatma
dönemlerinde biraz olsun oyalansın diye. Yatağın tavanında ayna, duvarında
Lenin’in resmi var.
Bitişiğindeki oda da ise yatak odası.Kırmızı şalı ve
korsesi bıraktığı gibi duruyor. Ah Frida, ah dostum. Yaşasaydın, yaşıtım
olsaydın ya da ben dünyaya daha erken gelseydim ne güzel arkadaş olurduk.
Politikadan konuşur, sanatçıların dedikodusunu yapar, Diego’nun çapkınlıklarını
çekiştirir birlikte küfür eder dertleşirdik. Ben senin sigarana laf ederdim,
sen “Sıkıyorsa şu korsenin içine gir de bir saat kal bak bakalım o zaman sen ne
içerdin?” diye çemkirirdin. Dokunsalar ağlayacağım. Sanki dostum beni bırakıp
gitmiş, öksüz kalmış gibiyim. Evşen “Herkes seni bekliyor” diye sesleniyor. Beklesinler.
Ben onca yolu sırf bu anı yaşamak için gelmişim.
Müzenin hediyelik eşya satan bölümü benim için tam bir
hayal kırıklığı oluyor. Satıcı kızların lakayt tavırları içimi sızlatıyor.
Bunlar nasıl bir yerde çalıştıklarının farkında mı acaba?
Kahlo Müzesi’nden sonra bir başka müze evi ziyaret
ediyoruz. Leon Trotsky’nin ölümüne dek ikamet ettiği eve giriyoruz. Leon
Trotsky Sovyet Devrimi’nin unutulmaz isimlerinden birisi. Devrimin
teorisyenlerinden olup, “Proleterya
Diktatörlüğü’nü işçi sınıfının hakimiyetini sağlayan bir araç olduğunu
söyleyen, sosyalist toplumdan, sınıfsız topluma geçmek için diktatörlükten
arınmak gerektiğini vurgulayan kişi. Her diktatörlük gibi, proleterya
diktatörlüğünün de yıkılmaya mahkum olduğunu söyleyen Trotsky’yi tarih haklı
kıldı.
Lenin’in ölümünden sonra Stalin iktidarı döneminde yönetimin sertleşmesi, parti içi demokrasinin
yerle bir olması,Stalin’in parti yönetimine kendi yandaşlarını yerleştirmesi
hele ki Adolf Hitler ile Stalin’in saldırmazlık paktı imzalaması Trotsky ile Stalin’in
ipleri koparmasına yeter de artar. Trotsky önce partiden atılır, sonrada
sürgüne gönderilir. Trotsky’nin sürgün yıllarının ilk durağı İstanbul
Büyükada’dır 1929 yılından 1933 yılına kadar burada kalır. Daha sonra kısa bir
süre Fransa ve Norveç’de kaldıktan sonra 1935 yılında Meksika’ya gider. Önce
karısı Natalia Segova ile birlikte
Coyoacan’da ki Kahlo’lara ait Mavi Ev’de kalırlar daha sonra da gene
aynı bölgede Viena ile Morelos sokağının
kesiştiği köşedeki eve taşınırlar.
Ev kale gibi. İki köşesinde gözetleme kuleleri inşa
edilmiş. Ana giriş kapısı ve pencereler tuğlalar ile örülmüş. 24 mayıs 1940
yılında Stalin taraftarı ressam Siquerios’un örgütlediği 200 kişilik bir grup
eve saldırmış, bütün duvarlar delik deşik olmuş. Saldırısı sırasında
Trotsky’nin korumalarından Robert Sheldom Harte hayatını kaybetmiş. Onun
anısına öldüğü yerde bir plaket var.
Saldırıdan sonra evdeki güvenlik önlemleri iyice
artırılmış. İç kapılar bile 100 cm den tuğla ile örülerek 70 cm’ye düşürülmüş.
Ev değil sanki hapishane, arada bir pikniğe gidiyorlarmış ama o da koruma
ordusu ile. Trotsky vaktinin çoğunu okuyarak ve de yazarak geçiriyormuş, gerçi
ziyaretçisi de eksik olmuyormuş.Bu arada en büyük eğlencesi ise bahçedeki
tavşanları beslemekmiş.
Ev böyle dışarıya karşı korunurken; Trotsky’nin özel
sekreterinin erkek arkadaşı peyda olmuş. Trotsky adamdan hoşlanmamış. Sekretere
de söyle gelip durmasın demiş. Gel gör ki korkunun ecele faydası yok. Hava
yağmurlu değilken bahçe kapısından yağmurlukla erkek arkadaş Ramon Mercader
içeri girmiş. Natalia Segova’nın “Hava yağışlı
değildi.Yağmurluklu olması tuhafıma gittiydi.Sanki yağmurluğun altında da bir
şey saklıyordu ve telaşlıydı” diye, anlattığına bakılırsa Natalia’nın da
basireti bağlanmış. Ramon Mercader Trotsky’nin çalışma odasına dalmış. Odada
epey bir boğuşma olmuş ama Mercader arkadan dolanarak buz kıracağını
Trotsky’nin kafasına indirmiş. Trotsky saldırıdan sonra ağır yaralı olarak
kanlar içinde hastaneye kaldırılmış ve bir gün sonra 21 Ağustos 1940’da
hayatını kaybetmiş.
Eşi, bu olaydan 20
sene sonra vefat etmiş ve ölünceye kadar Meksika’da yaşamış. Trotsky’nin
Rusya’da kalan çocukları sürgünlerde, çalışma kamplarında ya hastalanarak ya da
intihar ederek ölüp gitmişler. Stalin deyim yerindeyse köklerini kazımış. Sadece
torunlarından biri Meksika’da yanlarındaymış. O da halen Meksika’da başka bir
isim altında yaşamaktaymış ve de 85
yaşlarındaymış. Trotsky’nin katiline gelince; 20 yıl hapis yatıktan sonra
serbest kalmış. Kendisine “Sovyetler Birliği Üstün Hizmet Madalyası” verilmiş.
Ne hikmetse o da bir daha Rusya’ya dönmemiş.
Evi gezerken duvardaki resimler ve altlarında ki hikayeler hepimizi
hüzünlendiriyor . Devrim evlatlarını yermiş. Evin mutfağını, banyosunu, yemek
yedikleri masayı gezdikten sonra cinayetin işlendiği odaya gelince
heyecanlanıyoruz. Tarihin en önemli olaylarından birinin olduğu mekandayız.
Daha sonra kütüphaneyi geziyoruz. 1931 yılında Büyükada’da ki evde çıkan yangından
kurtarılan ansiklopediyi bile yarı yanık sayfalarıyla camekan içinde
sergiliyorlar. Bu arada buraya gelen Türk ziyaretçiler tarafından bırakılmış
Trotsky ile ilgili beş adet Türkçe kitapla karşılaşıyoruz. Trotsky’nin Büyükada
günlerine ait gerek resim altlarında gerekse belgelerde Prinkipo yazılması
garibimize gidiyor.Rehbere adanın adının “Büyükada” olduğunu, neden Rumca
isimle anıldığını anlayamadığımızı soruyoruz. O da Müze hazırlanırken bilgisine
başvurdukları kişilerin “Prinkipo” dediğini söylüyor. Hişşttt Meksika
Büyükelçiliği uyuma.
Evin bahçesinde orak çekiç işlenmiş anıtın üzerine Leon
Trotsky yazıyor. Anıtın alt tarafında Leon Totsky ile eşi Natalia Sedova’nın
isimleri ile doğum ve ölüm günlerini
yazan bir plaket var. Anıtın yanında da kızıl bayrak.
Trotsky’nin yaşadığı müze evden sonra bu sefer Unesco Dünya
Kültür Mirası listesinde yer alan bir Meksiko geleneğini yaşatan, yüzen bahçeleriyle ünlü Xochimilco’ya (Şoçimilko
okunuyor) gidiyoruz.
Daha önce de bahsettiğim üzere Meksiko City, bir zamanlar gölmüş ve Aztekler, başkentleri Tenochtitlan (bugünkü Meksiko
City) kentini, gölün üstündeki bir
adanın çevresine yapay adacıklarla inşa etmişler, ve bu adacıkları tarım arazilerine
dönüştürerek yiyecek ihtiyaçlarının büyük kısmını bu yolla sağlamışlar.
Azteklerin kullandığı Nahuatl dilinde Xochimilco “Çiçek Diyarı” anlamına
geliyormuş. Adacıklar da çiçek seralarından başka bir şey yok zaten.
Bu adacıklar arasındaki kanallarda geleneksel bir tekne
olan “Trajinera” ile dolaşıyoruz.Kanalların
uzunluğu toplam 170 km yi buluyormuş. Dokuz adet rıhtıma bağlı iki yüzden
fazla tekne varmış. Her bir tekneye
kadın ismi verilmiş.
Öğle yemeğini teknede yiyoruz. Kağıt kebabı yapmışlar.
Tekne kanal boyunca ilerlerken kuşların, etrafın resmini çekiyoruz. Gerçi
manzara pek iç açıcı değil, sefalet diz boyu. Bahri “ Böylesi bir sefalet için
üste para verdiğime inanamıyorum” diyor. Tekne dar kanaldan çıkıp daha geniş
bir kola giriyor. Bizim gibi tura çıkmış onlarca tekne ile karşılaşıyoruz. Bu
arada bazı teknelerde tekstil ürünleri, hediyelik eşya satılıyor. Satıcı
tekneleri bizim tekneye yapışıyor, pazarlık başlıyor. Bu hiç bir şeymiş, biraz
sonra Mariachi teknelerinden biri bizim
tekneye yapışıyor. Solist ve trompetçi bizim tekneye atlıyor ve Mariachi
konseri başlıyor. Bütün bildik parçaları söylüyorlar. Bahşiş almadan da bizi
bırakmıyorlar. Bu kadar renkli bir gezi olacağını tahmin etmemiştik. Bahri bile
sonunda keyif alıyor
Turun bitimini
takiben geleneksel panço, bluz öte beri satan pazara uğruyoruz. Turun da son
günü olması nedeniyle fiyatları da ucuz bulunca onu da alıyoruz, bunu da
alıyoruz. Dönüşümüzde evimizde çalışan kadınların bile birer adet Meksika Bluzu
oluyor.
Alış verişten sonra NH
Centro Historico Oteline giriş yapıyoruz. Evimize gelmiş gibi seviniyoruz.
Odalara yerleştikten sonra Restaurant La Fonda del Recuerdo’ya gidiyoruz.
Burası bizim Kervansaray tarzı turistik bir yer. Canlı müzik ve de Meksika
dansları eşliğinde yemek yiyoruz. Gösterileri öyle çeşitlendirmişler ki sahnede
horoz dövüşü bile yapılıyor.
Meksika’ya Veda yemeğimizden sonra otele dönüyoruz.Bavul
hazırla, alınanları oraya buraya tıkıştır yorgun düşüyorum.
10
Kasım 2011 Perşembe
Sabah kahvaltıda bugün 10 Kasım diyoruz. Atamızın ölüm yıl
dönümü. Aramızdan ayrılalı 73 yıl olmuş. Hepimiz ayağa kalkıyor ve saygı
duruşunda bulunuyoruz. Özelikle kadınlara verdiği haklar için kedisine şükran duyuyoruz. Onun
gösterdiği yoldan giderek okuyan ve kendi parasını kazanan kadınlar adına
kendisine bir kez daha rahmet diliyoruz. Grubumuzun çoğunluğu kadın ve bir
başına buralara geldiysek, onun sayesinde geldik.
Kahvaltıdan sonra hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Bahri
akşam uçağı ile dönecek olduğu için biz havaalanına giderken o arkamızdan el
sallıyor. Havaalanın da vaktimiz bol olunca bir alışveriş furyası da orda devam
ediyor. Hatıra tişörtler, içki, kahve ıvır zıvır ile gene ellerimiz doluyor.
Meksika saati ile 12:30 da uçağımız havalanıyor. Artık
pilot kestirme yoldan mı gidiyor, yoksa gaza fazla mı basıyor bilemiyoruz.
Mexico City- Madrit arası 10 saat sürüyor.
11 Kasım Cuma günü Yerel saat sabahın körü, saat 04:30 da Madrit
Havaalanı’na iniyoruz. Beş saat
uykusuz, yorgun argın
havaalanında resmen sürünüyoruz.Saat 11:00 gibi uçağa alınıyoruz.
Akşamüstü Türkiye saati ile 16:00 da istanbul’a varıyoruz.
Bir yandan bavulları beklerken diğer yandan birbirimizle
vedalaşıyoruz. Gezi bitti ama ben de bittim. Hasta hasta ilaç takviyesi ve moral ile geziyi
tamamlıyorum. Hiç bir şeyden de kusur kalmadım ama çektiğimi de bir ben bilirim.
Ne diyeyim buna da şükür.
Feryal Bekdik
2011 Aralık
Yorumlar
Yorum Gönder