MEKSİKA GEZİ NOTLARI

 

MEKSİKA GEZİ NOTLARI   30 EKİM-10 KASIM 2011



Geçen yıl Vietnam, Kamboçya,Laos Gezisi’nin sonunda hepimiz hem geziden hem de gezideki arkadaşlıktan o kadar hoşnut kalmıştık ki daha dönüş yolunda bir sonraki gezi için “Leyla Bizi Meksika’ya Götür” diye tempo tutar olmuştuk.Gezideki arkadaşımız Ali’de, bir yıl Meksika’da yaşamış biri olarak Meksika şöyle Meksika böyle diye bize gaz verdikçe havaalanında Meksika’da buluşmak üzere diye sözleşerek ayrıldık. Grup birbirine öyle bağlandı ki, Leyla’nın çabaları ile bir kez İstanbul bir kez de İzmir’de toplanıldı.

Leyla Nisan ayından itibaren Meksika gezi programını yayınlamaya başladı. Evşen ile turun heveslileri olarak millete çağrıda bulunmaya başladık. Meksika’ya Amerikan vizesi ile girilebiliyor. Herkes Amerikan vizesi alma derdine düştü Bir tek ben. Bu yaşıma Amerika’ya bir kez bile ayak basmadım, bundan sonra da basmaya niyetim yok deyip direk Meksika’dan vize almak üzere İstanbul’da ki Meksika Konsolosluğu’nun kapısına dayandım. Konsolos İzmir’den tanış çıktı, işler rast gitti. Beş gün sonra vizeli olarak pasaportumu elime aldım.

 

30 Ekim  2011 Pazar

Cumartesi akşamından Evşen bize geldi.Meksika’ya gitmek için  önce 06:55’de Atatürk Hava Limanı’ndan Madrid’e uçulacak, iki saat öncesinden alanda olunacak, o gece saatler bir saat geri alınıyor, bu durumda 03:30 da uyanmak, hazırlanıp alana gitmek lazım. Cep telefonları otomatik olarak geri alınır mı? Yok biz kendimiz alalım. Yok birimizin telefonu eski sistem kalsın deyip güya kendimizi garantiye alarak yattık.. Birinci telefon  03:30 yerine 02:30 da çaldı mı. Eve çalar saat almadığım için kendime kıza kıza tekrar yattık. Bu seferde ya çalmazsa deyip kalkıp hazırlandık.

Evşen’in telefonu asansörde ötmeye başladı, benimki de arabayı Ataköy’de park ederken ötmeye başladı. Ama ne ötmek ben susturuyorum o başlıyor.O hengamede arabayı nereye park ettiğimi anlayamadım, dönüşte inşallah arabayı buluruz.

Havaalanın da herkes benzer telefon ve saat ayarı hikayesiyle birbiriyle buluştu. Geçen yıl ki gruptan Ali, İnci, Nurgün, Betül, Evşen ben ve tabii Leyla, yenilerden Hande üniversite’de aynı yurtta kaldığım arkadaşım, Ayşe Evşen’in yazlıktan arkadaşı , bir de Bahri Bey’den bahsediliyor. O bir gün önce Meksika’ya varmış İzmir’den katılmış. Havaalanı World Card oturma salonunda hem kahvaltı ediyor hem de gezi heyecanını yatıştırmaya çalışıyoruz.

Uçağımız tam vaktinde kalkıyor İkram ve hizmet kusurlu İberia Havayolları ile dört saat sonra Madrit’e iniyoruz. Madrit’den yerel saat 11:00 ‘de havalanıyoruz. Yolculuk uzun 12 saat sürüyor. Koltuk arkası ekran yok, genel yayın var. Kulaklıkları takarak hoş ve boş kategorisinden Monte Carlo filmini izliyoruz.Yerel saat 19:00 da Mexico City’ye varıyoruz. Burada x harfi kimi zaman h olarak okunuyor kimi zaman da ş ya da bildiğimiz iks. Mexico City ‘de Mehiko olarak telafuz ediliyor.Türkiye ile arasında yedi saat fark var.

Mexico City Benito Juarez havalimanından ülkeye giriş yapıyoruz. Para bozdurmak istiyoruz. İlk bozduranlar 1 ABD dolarını 10,34 Peso dan bozdururken görüyoruz ki bir diğer döviz bürosu 12,10 dan bir diğeri 12,40 dan hatta 12,70 den bozuyor. Serbest piyasa ekonomisi …

Yerel rehberimiz Ricardo eşliğinde bavullarımızla birlikte otobüse biniyoruz. Yarım saatlik yolculuktan sonra otelimiz NH Centro Historico’ya varıyoruz. Şehrin meydanına yakın her yere yürüme mesafesinde bir otel. Etraf ıssız, mağazalarda vitrin yok, hepsinin kepenkleri kapalı.

Odalara yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. Biraz yürüdükten sonra kalabalık ve şenliğin ortasına düşüyoruz. Karnaval kıyafetli çeşit çeşit gruplar yürüyorlar, resim çektiriyorlar, eğleniyorlar. Meğer ölüler gününe hazırlıkmış. Meksika’da senede bir gün ölüler günü olarak kutlanıyormuş.Ölüler gününde tüm ölenlerin ruhları sevdikleri için buluşmaya bir günlüğüne geri geliyormuş. 1 Kasım günü çocuklar, 2 Kasım günü yetişkinlerin ruhları ziyarete geliyormuş.

Akşam yemeği için Cafe de Tacuba’ya gidiyoruz. İçerde bizi ölüler günü için iskelet kostümü giymiş garson karşılıyor.Duvarlarında tablolar olan, vitrayları göz alıcı değişik bir mekan. Burası eskiden yetimler eviymiş. 1912’den beri de restoran olarak hizmet veriyormuş. Tortilla ve tako Meksika’nın olmazsa olmaz yiyeceği. Mısırdan yapılma yufka türü ekmeğe tortilla, bununla yapılan dürüme de tako deniyor. Eh dürüm yeinde dürüm yenir diyerek Ali’nin de yardımıyla yemekleri ısmarlıyoruz. Dürüm bizde yumuşaktır, bunların dürümü bize sert geliyor, ama tadı yerinde.

Akşam yürüyerek gene sokaktaki şenliğin yapıldığı caddeye geçerek otele varıyoruz, yorgunuz, uykusuz, ah yatak güzel yatak nerdesin?

31 Ekim 2011 Pazartesi

Kahvaltıyı takiben,  Plaza de las Tres Culturas “Üç Kültür Meydanı”nı ziyaret ediyoruz. Bu meydana Üç Kültür Meydanı denmesinin nedeni, Aztek döneminden kalma tapınağa ait kalıntıların,  Koloniyel döneme ait 16.yy. dan kalma bir Katolik Kilisesinin ve de  çağdaş dönemi yansıtan 1964’de yapılmış apartmanların bir arada olması.

Aztekler 1321 ile 1512 yılları arasında hüküm sürmüşler, daha sonra İspanyollar buraları fethetmiş (ne fethi, işgal etmişler). 1512 ile 1810 yılları arası koloniyel dönem denilen İspanyol hakimiyeti  sürmüş. İspanyollar Aztek tapınağının taşlarını sökerek Santiago Katolik Kilisesini inşa etmişler. Günümüzde Fransiskan  Kilisesi olarak varlığını sürdüren bu kilisenin etrafına 1964 yılında apartmanlar yapılmaya başlamış. Bu apartmanların temel kazısı esnasında bir başka Aztek tapınağı kalıntısı ortaya çıkarılmış. Aztekler, koloniyel dönem ve günümüz mimarisi ile olmuş mu Üç Kültür Meydanı?

Burası aynı zamanda Tlatelolco Tören Alanın’nın da olduğu yer. 1968 Yaz Olimpiyatları’ndan on gün önce çoğu öğrenci protestocular bu meydana toplanmışlar ve hükümet aleyhine gösteri yapmışlar. 2 Ekim 1968 günü 2.000 den fazla keskin nişancı göstericilerin üzerine ateş açmış. Kimi kayıtlara göre 30 kimi söylentiye göre de bine yakın  insan ölmüş.Hükümet kayıtlarına göre 1.345 kişi tutuklanmış. Tüm derin devlet işleri gibi buradaki cinayetlerde faili meçhul kalmış. MeksikaTarihi’ne, Tlatelolco katliamı olarak geçen olay yerinde bizdeki 1 Mayıs 1977 katliamını anmadan edemiyoruz.

Meydandan ayrılarak Latin Amerika’nın en kutsal mekanlarından biri sayılan Cerro del Tepeyac’da ki Guadalupe Kilisesi’ne gidiyoruz. Buranın  Katolikler tarafından bu kadar önemsenmesinin nedeni 12 Aralık 1531 yılında Juan Diego adlı bir yerliye esmer tenli Meryem Ana’nın görünmesi.

Rivayete göre Juan Diego tepe üzerinde gezinirken Meryem ana kendisine bir değil birkaç defa görünmüş. Gördüklerini piskoposa anlatmış. Piskopos da delil istemiş. Juan Diego da Meryem’in ölmek üzere olan amcasını iyileştirdiğini, daha sonra da Aralık ayında her yer karla kaplıyken Meryem’in kendisine çiçek topladığını anlatmış. Delil olarak da pançosunu açarak  Meryem’in getirdiği  çiçekleri yere  dökmüş. Çiçeklerin döküldüğü beyaz kumaş üzerinde Meryem’in sureti belirmiş ve öylece kalmış.Mavi-yeşil renkli üzeri yıldızlarla kaplı pelerinli Meryem bugün bu kilisede muhafaza ediliyor.

Guadalupe’un kelime anlamı yerel dilde yılanı ezen anlamında. Kelimenin aslı yerel dilde  kuadalşup gibi telafuz ediliyormuş. İspanyolların dili kuadalşup’a dönmeyip Guadalupe demişler18.yüzyılda Meryem’in göründüğü tepe üzerine barok tarzında iki kuleli bir kilise inşa edilmiş. Daha sonra ziyaretçisi çok olunca arkasına10.000 kişilik modern tarzda bir kilise inşa edilmiş.Her yıl 12 Aralık da 50.000’ne yakın ziyaretçi geliyormuş.

Yeni yapılan kiliseden içeri girerken yürüyen bant  üzerine biniyorsun. Bant hareket ederken yukarıya monte edilmiş Meryem’in o meşhur pelerinli resmini  görüyorsun.Kilisenin içi konser salonu gibi. Dizlerinin üzerinde sürünerek gelen inanmışları görüyoruz. Bir buçuk kilometre diz üzerinde sürünenler varmış.

Dışarıda büyük bir meydan var. Eski kilisenin iki kulesinin her biri farklı yana yatmış.Yerlerde de gözle görülür çökmeler var. Bunun nedenini anlamak için de Mexico City’nin tarihine göz atmak gerekiyor.

Aztekler  1320’lerde Texcoco Gölü üzerinde bulunan bir ada üzerinde  başkentleri Tenochtitlan şehrini inşa etmişler.Gölün üzerine kazık çakarak üzerlerine kumaş gererek platformlar oluşturmuşlar ve de buraları toprakla doldurarak tarıma elverişli alanlar haline getirmişler.

1520’lerde  Hernan Kortez yönetimindeki İspanyol işgalciler şehri yerle bir etmişler. Yerle bir edilen şehrin yerine Mexcico City’yi kurmuşlar ve şehri çevreleyen Texcoco gölünü de kısmen kurutmuşlar. Günümüzde şehre su temin etmek için gölden su çekilince de şehrin çökmesi gözle görülür hal almış. Yani Mexico City göl üzerinde yüzer halde bir şehirmiş, gölün seviyesi düştükçe o da çökmeye binalar da sağa sola yatmaya devam eder dururmuş.

Eski kilisenin içini geziyoruz. Ölüler günü nedeniyle kilisenin içinde de sunaklar var. Herkes kaybettikleri sevdiklerini çağrıştıran bir obje koymuş. Kimi çocuğu için bir oyuncak, kimi çiçek, kimi kurabiye.

Meydanda resim çektirirken çeşitli bölgelerden yerel kıyafetlerle, çalgısıyla çengisiyle gelmiş gruplar görüyoruz. Ölüler günü nedeniyle gelmişler. Tütsüler yakıyorlar, çalıyorlar söylüyorlar. Sunaklarda sigara bile var.Bu ne diye sorduğumda  “Büyükannem sigarayı çok severdi” diyor. Aralarına karışıp resim çektiriyoruz.

Otobüsümüze binerek şehir dışına çıkıyoruz. Burada da tepelerde inşa edilmiş gecekondular, kancayla evlere alınan kaçak elektrik bize çok bildik geliyor. İnsan davranışı, tüketici profili için tüm araştırma şirketleri Türkiye için Meksika’yı esas alıyorlarmış. Meksika ve Türkiye tüm araştırmalarda o kadar benzerlik gösteriyormuş ki artık Meksika için kabul edilen bir şeyi Türkiye içinde aynı kabul ediyorlarmış.

Otobüs ile yarım saat kadar gittikten sonra Teotihuacan Kenti’ne varıyoruz. Şehrin kurucularının tam olarak kimler olduğu bilinmemekle birlikte,  Aztekler öncesi ileri kültürlerden birilerine ait olduğu sanılmakta.  Aztekler,  kenti terk edilmiş haliyle bulmuşlar ve Teotihuacan adını vermişler.  Daha sonra,  bu kentte Zapotek ve Mistekler gibi Maya topluluklarının da  yaşamış olduğu kazılardan anlaşılmış.  Efsanelere göre,  insan kılığına girerek onlara uygarlığı öğreten ve sonra göklere geri dönmüş bir ilah olan “Tüylü Yılan” tasvirlerinin ilk örneklerine de bu kentte rastlanmış.

Önce fresklerin olduğu Tüylü Yılan Sarayını geziyoruz. Daha sonra satış mağazası kılıklı bir yere uğruyoruz. Meksika taşlarını tanıyoruz. En önemli taşlarından biri obsidyenmiş. Beş çeşit obsidyen varmış.Taşlardan yapılan heykelleri maskları hayranlıkla seyrediyoruz. Daha sonra hep beraber tekila standına gidiyoruz.

İspanyollar gelene kadar yerliler, agave denilen kaktüsten pulque  denilen şarap yapmayı biliyorlarmış. Meksika da 70 çeşit kaktüs varmış. Kaktüsten kağıt hatta iplik bile yapılıyormuş.İspanyollar geldikten sonra Agaveden distilasyon yoluyla mezkal şarabını yapmışlar.Meksika 1821 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra mavi agave den  üretilen içkiye  Tekila denmiş.. Mezkal ülkenin güneyine, Tekila ise kuzeyine özgü bir içkiymiş.Mezkal bir kez, tekila ise iki hatta üç kez damıtılıyor.Tekila aynı zamanda Margarita denilen kokteylin ana maddesi.Bir de kurtlu tekila var. O da kaktüsün üzerinde bulunan larvaların olduğu gibi ürünün içinde bırakılmasından kaynaklanıyor.Kurtlu tekila genelde düşük kalite tekila sınıfından ürün olarak değerlendiriliyormuş.

Birde agaveden sıvı elde edilme işlemi var.Sıvı, kaktüsün ortasındaki yumrudan elde ediliyor. Ham haldeki sıvı çocuklara sabah kahvaltısında veriliyormuş.Hem bağışık sistemini koruyor, hem de çok besleyiciymiş. Sıvı 24 saat sonra fermante oluyor ve şarap haline geliyormuş. Mağazada çeşit çeşit tekila var. Ben en çok bademli tekilayı seviyorum. Kimimiz tekila, kimimiz taşlardan yapılma masklardan alıyor, sonra da öğle yemeğine gidiyoruz.

Öğle yemeğini El Jaguar’da yiyoruz. Açık büfe fena değil. Meksika’ya özgü kocaman şapkalı müzisyenlerin çaldığı müzik de var. Hava da güzel daha ne olsun.

Yemekten sonra TüylüYılan Tapınağı’na gidiyoruz.  Bu arada Meksika tarihine de bir göz atmak gerekiyor.Meksika’nın bilinen en eski kavimleri Asya’dan Bering boğazı yoluyla güneye inen topluluklardan oluşmuş. Milattan  önce 20.000 yıllarına kadar uzanan bir zamanda yaşamışlar. Milattan önce 1500 yıllarında  Olmec yerleşimleri var olmuş. Teotıhuacan ise milattan önce 200 ile milattan sonra 600 yıllarına kadar var olmuş. Daha sonra Toltec ve Mayalar tarih sahnesine çıkmışlar.Mayalar Guatemala’dan kuzeye çıkmışlar.1325  yılında da Aztekler  idareyi ele almışlar. Ne zamanki İspanyollar gelmiş, ne Aztekler ne de Mayalardan eser kalmış. Günümüzde yağmur ormanlarında ya da gözden ırak tepelerde kazılar sonucu Mayalara ait tapınak, saray,lahit türü şeyler bulunuyor, ancak Aztekler ile ilgili hiç bir şey kalmamış, hepsi İspanyollar tarafından yerle bir edilmiş. Azteklerin öyle aman aman bir medeniyeti de yokmuş. Kan dökücü, kıyıcı vahşi bir milletmiş.Meksika’ya geldiklerinde  Azteklerin kurban törenlerini görünce İspanyolların bile midesi kalkmış. İspanyolları bile dehşete düşürdüklerine göre varın gerisini siz hesap edin.

Tarihsel süreç boyunca birbirlerinden haliyle etkilenmişler. Mayalar medeniyetlerini  Teotihuacan’a borçlular. Günümüzde hepimizin ilgisini çeken Maya takvimi Teotihuacan’lıların bulmuş olduğu rakamlar üzerinde ilerlemiş. Tüylü Yılan Tapınağı’nda ki  basamak  ve yılan heykellerinin sayısal açıklamalarından Maya takvimindeki 20 günlük ay takviminin  çıktığı anlaşılıyor.Her bir ay 20 gün, her yılda 18 ay var.Bu durumda bir yıl 360 gün oluyor. Mayalar her yıla 5 gün ilave ederek takvimi geliştirmişler. Her bir günün ayrı adı var. Aynı adlı günün tekrar aynı ayda denk gelme periyodu 52 yılda bir oluyor. 21 Aralık 2012’de bu periyodun daha sonu oluyor. Yeni bir ateş çağı başlıyor. Öyle dünyanın sonuyla falanda alakası yok.

Gelelim Tüylü Yılan meselesine; kelimenin aslı Quetzalcoat, anlamı da Tüylü Yılan . Bu tüylü yılan kimi yerlerde rüzgar tanrısı olarak açıklanıyor, kimileri de bir roketin arkasından gelen alev. Modern çağın efsanelerine  Meksika ilham veriyor.

Tapınaktan sonra Ay Piramidi’ne gidiyoruz. Yol üzerinde bir yerli elindeki kaktüsü gösteriyor. Aaaa biz bu kaktüsü bir yerden hatırlıyoruz. Tabii ya Peru’da görmüştük. Kaktüsün üzerindeki beyaz mantarları ezince kırmızı renk oluşuyordu. Aynısı burada da yapılıyor. Hani şu Coca Cola’ya kırmızı rengi veren coshina  mantarı. O ne güzel kırmızı öyle. Bir kez daha hayran oluyoruz.

Otuz dokuz basamak tırmanarak Ay Tapınağı’nın zirvesine ulaşıyoruz.Ö nümüzde muhteşem bir görüntü uzanıyor. 1,5 km uzunluğunda göz alabildiğine uzanan ölüler yolu ve sol tarafta Güneş Piramidi.

Ay piramidinden sonra bir kısmımız Güneş Piramidi’ne tırmanırken bir kısmımız etrafı keşfediyor. Güneş Piramidi dünyanın 3. Büyük piramidiymiş. Yüksekliği 65 metre.Altında da 100 metre uzunluğunda tünel varmış.Kentin sokakları ızgara sisteminde çok düzenli. Adeta şehircilik harikası.

Bu arada Leyla bizim THBT 50.yılda her yerde pankartını almak üzere arabaya koşturuyor. Otobüs hayli uzakta olsa gerek neden sonra geliyor. Nurgün, Leyla ben pankartı açmak üzere hiç niyetimiz yokken Güneş Tapınağı’na tırmanıyoruz.

Aşağıya indikten sonra hep beraber grup resmi çektiriyoruz ve minibüse binerek otele dönüyoruz. Akşam yemeği için Restoran Samborns’a gidiyoruz. Yüksek tavanlı güzel bir yer. Ben hasta gibiyim. İlaçlarla durumu idare ediyorum. Herkes margarita içerken su içmek canımı sıkıyor ama yapacak bir şey yok. Restoranın altındaki mağazadan Meksika’ya özgü müzik CD’lerinden alıyoruz.

01 Kasım 2011 Salı

Sabah kahvaltıdan sonra otelden yürüyerek  Zokalo’ya gidiyoruz. İspanyolcada skola diye telafuz ediliyor.Mexico City’nin ana meydanının resmi adı Anayasa Meydanı olsa da Zokalo olarak adlandırılıyor. İspanyol etkisi ile yapılmış tipik bir meydan. Karşıda katedral, etrafında hükümet binaları.

Meydan da renk renk kağıt heykeller  bizi karşılıyor.10 yıldan beri her yıl bu vakitler sanat okulu öğrencileri ve sanatçıların yaptığı bu heykeller  sergilenip  ilk üçe girenler ödüllendiriliyormuş. Timsah, kuş, kaplumbağa başta olmak üzere bütün hayvanları kendilerince yorumlamışlar. O kadar güzeller ki hangisinin resmini çekeceğimizi şaşırıyoruz.

Meydana bakan Ulusal Saray’ı (National Palace) ziyarete gidiyoruz.Sarayın meydana bakan ana kapısının üzerindeki balkonda ki çan  her yıl 15 Eylül saat 11.00 de çalıyor, çan çaldıktan sonra konuşmalar ve tören başlıyormuş.İspanyollara karşı verilen bağımsızlık savaşı ulusal kahramanlardan Hidalgo tarafından kilisedeki çanın çalınması ile başlamış. Çan daha sonra Ulusal Sarayınbalkonuna taşınmış.

Saray üç katlı barok kemerler ile çevrelenmiş büyükçe bir iç avlusu var. Sarayın ana merdiveni  üç taraflı olarak ve de ikinci katın yarısı ünlü duvar ressamı  Diego Rivera’nın resimleri ile kaplı. Resimler 1521 ile 1929 yılları arasındaki Meksika tarihini betimliyor. Resimler 1929 ile 1935 yılları arasında yapılmış.Merdivenin başında Tüylü Yılan tanrı ile hikaye başlıyor, köylülerin yaşamı, mısırın önemi, Hernanda Cortez’in Meksika’yı işgali, Cortez’in romatizmadan bozulmuş dizleri, frengiden yamulmuş suratı, bağımsızlık savaşı, Emiliano Zapata, Pancho Villa başta olmak üzere tüm ulusal kahramanlar ve yirminci yüzyıl  Meksika’sı.

Ana merdivenin sol tarafındaki 20.yüzyıl  Meksika’sında kimler yok ki. Başta Rockefeller olmak üzere tüm kapitalistler, her türlü rezilliğe batmış kilise, Karl Marks, işçilere ders veren Lev Trotsky, Diego’nun kendisi çocuk olarak, iki yanında iki karısı, arkasında Frida Kahlo, kızıl bayrak, her nasılsa kızıl bayrağın önünde işçilerin elinde orak çekiç.Diego, orak çekiçli kızıl bayrak yüzünden az kalsın hapse giriyormuş. Orak çekiç bayrağın üzerinde değil, önüne tesadüfen denk gelmiş diye kendini savunmuş.

Resimlerden sonra sarayın odalarını geziyoruz. Odaları gezdikten sonra tekrar resimlere dalıyoruz. O kadar güzeller  ki.

Diego  New York’da Rockefeller binası için yaptığı duvar resmine Lenin’i betimlemiş. Rockefeller’de resmin parasını ödeyip üzerini sıvatmış.Her ikisi için de cesur adamlar diye düşünmüştüm öğrenciyken. Meksika’lı duvar ressamları  Orozco, Rivera, Siqueiros’un isimlerini hocamız Jale Erzen’den duymuştuk ilk olarak. “Duvar Ressamları”. Ne hoş bir ad. O yıllarda duvara yapılan devrimci resimlerin slaytlarını gördükçe  hepimiz çok heyecanlanmıştık. Yıllar sonra Diego karşımda, capcanlı, rengarenk. Rüyada gibiyim.

Saraydan çıkışta meydandaki yerlilerin yaptığı gösteriye denk geliyoruz. Aztek kıyafetleri ile Kızılderili danslarına benzer hareketlerle dönüp duruyorlar.

Azteklerden hiçbirşey kalmamış demiştim. Kalmış. Katedralin yanında halen kazısı sürmekte olan Büyük Tapınak (Templo Mayor) kalmış. Tapınak Tenochtitlan’ın kalbinde inşa edilmiş.  Kazıdan çıkarılan 6.000 parça Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş.Kazı alanına göz attıktan sonra Katedrale giriyoruz.

Catedral Metropolitana, aziz Meryem’e adanmış Gotik tarzda yapılmış Katolik Kilisesi. İki adet çan kulesi var. İçinde iki adet süslü sunak var. Bir tanede günah çıkarma bölümü.Ölmüş piskoposların küllerinin saklandığı bölüm, ölüler günü nedeniyle ziyarete açılmış.

Katedralin içinde her biri farklı bir azize adanmış 16 adet şapel var. Kilisenin altındaki oturmalar nedeniyle burada da bina eğrilmiş. Kilisenin içine bir çekül koymuşlar. Yerde de binanın hangi zamanda ne kadar  eksenden kaydığını gösteren kayıtlar var. Gözle görüneni kayda dökünce durumun vahameti daha da anlaşılıyor. Binanın altına enjeksiyon yapılmış. Etrafına kazıklar çakılmış, zemini güçlendirmişler. Yani bilinen bütün teknikleri uygulamışlar ama bina suyun üzerinde yüzdüğü için pek bir faydası olmamış.

Katedral’den çıkarak arabamıza biniyoruz. Mexico City’nin  ana bulvarı Reform Bulvarı’nı kat ederek zenginlerin semti Chapul Tepec’e gidiyoruz.Başkanlık sarayını görüyoruz.

Avusturya İmparatoru Franz ile İmparatoriçe Sisi’nin oğullarından Maximillian, Fransa imparatoru III Napolyon’un  Habsburg İmparatorluğu ile kurulacak ittifak karşılığında, Meksika imparatoru olmak üzere Meksika’ya yola çıkmış. Maximilian 1864'te Meksika'ya geldiğinde umduğu gibi karşılanmamış. Juarez'i destekleyen halk, Fransız askerlerinin geri çekilmesini sağlamış, İktidarı ele geçiren Juarez, 35 yaşındaki Maximilian’ı  19 Haziran 1867'de kurşuna dizdirmiş. Krala ölmeden önce son arzusu sorulduğunda ne demiş dersiniz?” La Paloma’yı son defa dinlemek isterim” demiş. Chapul Tepec, Maximilian’ın kısa süren saltanatında yaşadığı, aynı zamanda da  kurşuna dizildiği yer.

Arabayla yaptığımız turdan sonra Chapul Tepec parkında bulunan Ulusal Antropoloji  Müzesi’ne gidiyoruz. Önce müzenin restoranında yemek yiyoruz. Açık büfedeki yemekler çok lezzetli.

1964 yılında açılan İki katlı müzenin ilk katı  Meksika’nın tüm arkeolojik bölgelerinden gelen buluntularla dolu. 12 galeri var. Olmec başları, maskeler, Aztek Güneş Taşı,, Maya takvimleri, Tüylü Yılan Tapınaklarının ön cephelerinin canlandırmaları, insanlık tarihinin evreleri, Toltek’lere ait jaguar ve yılan sembolleri,

ikinci kat da ise etnografya müzesi var.Tüm kat  Meksika’da yaşamış etnik gruplara ait ev hayatı, dini törenler, kıyafetler, el sanatları ile dolu. Müzenin mimarisi de çok güzel.  Günümüzde 56 etnik grup yaşamaktaymış Dağlık bölgelerde halen Maya dilini konuşan köyler varmış.

Müzedeyken Ali el sanatlarının satıldığı kooperatif tarzı çarşıdan bahsediyor. Hanım ağırlıklı bir grupta söylenecek şey mi Ali kardeşim. Hepimiz oraya gitmek için can atıyoruz. Haluk ile Bahri’yi teknolojik oyuncakların satıldığı mağazalardan birinde indiriyor, biz hep birlikte çaput pazarına gidiyoruz. El işi öte berinin arasında kayboluyoruz. Pazarın kapanışıyla dışarı çıkıyoruz.

Hastalığın da tesiri ile yürüyecek halim kalmamış ”Ben taksiyle gidiyorum var mı gelen?” deyince herkes talip oluyor. Tam o sırada önümüzde minibüs duruyor. Minibüs şans eseri otelin yakınından geçiyormuş. Muavin, (evet arabada muavin vardı) kişi başı 4 peso (Bizim paramızla 60 krş) istiyor. Ali çok pahalı olduğunu söylüyor. On yıl evvel onun buralarda yaşadığı günlerde 1,5 pesoymuş. Güle oynaya dolmuşa biniyoruz. Burada dolmuşun adı pasero. Bizden sonra binenlerle beraber minibüs akşam trafiğinde yol alıyor.Sanki Mexico’da yıllardır yaşıyormuşuz da alışverişten eve dönüyormuşuz gibi hissediyorum. Yol tamiratı olduğu için pasero ağır ağır ilerliyor. Nihayet otelin olduğu yere geliyoruz. Paketleri odaya bırakıp lobiye iniyoruz.

Akşam yemeği için Los Girasoles lokantasına gidiyoruz. Yola çıkmadan önce hastalanmıştım, tam iyileşemeden yola çıkınca ilaçlarla geziyi götürmeye çalışırken lokanta da bir titreme geliyor. Sedir şeklindeki oturduğumuz yere uzanıyorum. Ne yediğimden bir şey anlıyorum. Ne sofradaki muhabbete katılabiliyorum.

Yemeği yer yemez Haluk ile kalkıyoruz. Hızlı hızlı otele dönerken birbirine benzeyen sokaklarda otelin yolunu kaybediyoruz. Dönüp dolaşıp meydana çıkıyoruz. O kadar üşüyorum ki, dönenirken halimde kalmıyor, ağlamaya başlıyorum. O arada polis arabasına denk geliyoruz. Polise otelin yerini soruyoruz. Meğer bir sonraki sokaktan dönmemiz lazımmış. Otele girip ilaçlarımı alıp yatağa yatıyorum. Titremem geçiyor bu seferde ateş bastırıyor.Yarına iyi olmalıyım, erken kakıp havaalanına gideceğiz.

02 Kasım 2011 Çarşamba

Sabah 5:45’de otelden çıkmak için 4:30 da kalkıyoruz. Akşama göre daha iyiyim. Saat 7:00 da Villahermosa’ya havalanıyoruz.. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Villahermosa’ya iniyoruz. Bizi rehberimiz Elisabeth karşılıyor. Elisabeth Belçika asıllı, Meksikalı bir gence aşık olunca evlenip buralarda kalmış.

Arabayla Palanque’ye doğru giderken bu taşra kasabasındaki hayatı anlatıyor. Sağlık hizmetlerinin kötülüğünden, eğitimin yetersizliğinden, buradaki hayatın tek düzeliğinden dem vuruyor. Bütün yapılar kaçakmış. Bizim rehber Avrupalı olduğu için usulüne uygun olsun diye ruhsatlı ev yapmak istemiş. Belediyedekiler bile “Eski köye yeni adet getirme “ diye kızmışlar. Koca şehirde bir tane mimar varmış Ona da pek iş düşmüyormuş.

Buralar koloniyel dönemde gözden ırak kalmış. Tarih boyu sivrisinek yatağı ve tarım bölgesiymiş.Burada petrol araştırmaları yapılırken arkeolojik buluntulara rastlanınca kazılar başlamış.

La Venta Açık Hava müzesine gidiyoruz. Müzenin girişinde, müzenin yaratıcısı Meksika’nın ünlü şair ve politikacısı Carlos Pellicer Camara’nın heykeli var. Müze iki bölüm. İlk bölümünde dev insan Olmec kafaları sergileniyor. Bazalt dan yapılma heykellerin buraya nasıl geldiği, nasıl taşındığı meçhul. En yakın bazalt yatakları 139 km ötede.En küçük heykel 8 Ton. Nasıl taşındılar, ne için yapıldılar bir bilsek.

Olmecler diğer gruplarla ekonomik ve siyasi bağlarını evlilik yoluyla sağlamışlar. İlkel komünal toplum oldukları için anaerkiller. Heykellerden de gücün kadında olduğunu anlamak zor değil.

Heykellerden sonra küçük çaplı bir hayvanat bahçesini geziyoruz. Jaguarı seyrediyoruz. Olmecler de sarı gündüzü, siyah geceyi temsil ediyormuş. Jaguarın postu da sarı siyah desenli olduğu için Jaguara böyle bir anlam yüklenmiş.

Göletteki timsah ile kaplumbağaların arkadaşlığına hayret ediyoruz. Ortalıkta gezen uzun burunları kovalıyoruz. Önümüze üç tarafı kapalı önünde kafes olan bir oda çıkıyor. Üzerindeki tabelada “Burada dünyanın en vahşi hayvanını görmektesiniz” diye bir yazı var. Yaklaşınca bakıyoruz ki karşıda ayna var. En vahşi kim olabilir ki? Tabii ki insan. Biliyorduk ta buralarda da başımıza kakılmasa iyiydi.

Müzeden sonra çok hoş bir kır lokantasına gidiyoruz. Adı  Los Leones. Garson chaya (Okunuşu çaya)  çorbası öneriyor.Doğru seçim, bugüne kadar içtiğim en güzel çorba. Nurgün hastalanıyor. Çayır çimene uzanıp toprak anadan medet umuyor. Betül doktor olarak el koyuyor. İnşallah üşütmedir, apandist ihtimalide var. Nurgün’cük nasıl bir enerji verdiyse kendine, kendi iyi olduğu gibi kalanı hepimize yetiyor. Gezi boyunca başı ağrıyan dizi ağrıyan Nurgün’e koşacak bundan sonra.

Palanque’e varıyor ve ağaçların içindeki küçük ama sevimli Hotel Mision Palanque  tatil köyüne gidiyoruz. Herkes havuza girmeye can atıyor. Bir de bakıyoruz ki havuz banyo küvetinden hallice. Hevesimiz kaçıyor.Odaların önü hem geçit hem teras. Herkes odadaki sandalyesini, sehpasını dışarı çıkarıyor, içkiler, kuruyemişler ortaya çıkıyor. Ben de fırsattan istifade yatıyorum. Hastayım valla.

Akşam hazırlanıp, taksilerle  buranın gidilebilecek tek eğlence mekanına gidiyoruz. Yol karanlık ve ıssız. Bir de ana yoldan içeri girince; yabancı yerler, ya başımıza bir şey gelirse diye Haluk söylenmeye başlıyor, Ayşe onun söylenmelerine tersleniyor, onlar çekişirken yol bitmek bilmiyor. Nihayet ışıklar görünüyor oh be.

Mekan çok hoş.Burası bir tarafta kadınların tortilla yaptığı,bir diğer yerde barında içki içilen, restoranında yemek yenilen piknik alanı, daha doğrusu bir yerleşke. Tüm bu  yerleşkeye El Panchan deniliyor. Yemek yediğimiz restoranın adı da Don Muchos. Orkestra, yemekler çok iyi. Masalar tıklım tıklım. Herkes salsa yapmaya, Latin müziğine ayak uydurmaya çalışıyor.İçlerinde bu işi çok iyi yapan delikanlılar var. Masalardan davet ettikleri hanımlarla dans ediyorlar. Görüntü çok hoş. Biz de salsa yapıyoruz.Müziğe uyarken aklımıza ritme uygun bizim halk oyunlarını oynamak geliyor. Betül, Leyla, Ayşe ve ben salsa müziği ile “Atım arapdır benim” oynuyoruz. Hızımızı alamıyoruz, “Lorke”, “Halay” aklımıza ne geldiyse oynuyoruz.,Hatta sondaki üçlü figürü dörde çıkararak “Damat Halayı” bile oynuyoruz. Orkestra şaşkınlık içinde ne yaptığımızı anlamaya çalışıyor. Bizden cesaret alan diğer gruplarda müziğin ritmine kendilerini uydurarak kendi ülkelerinin oyunlarını oynamaya başlıyor. Salsa salsa olalı böyle bir zulüm görmemiştir herhalde.

Güya hastaydım. Oynayacağım diye kan ter içinde kalıyorum. Taksiyle geri dönerken inşallah hastalığım azmaz diye dua ediyorum.

03 Kasım 2011Perşembe

Sabah ter içinde uyanıyorum. Hava o kadar nemli ki herkes aynı şeyden şikayet ediyor. Bütün gece duyduğumuz gürültülerde etraftaki maymunların bağırtısıymış.

 Kahvaltıdan sonra  Palanque antik kentine gidiyoruz.Palanque MS 100 lü yıllarda Usumacinta Nehri yakınında yağmur ormanları içine kurulmuş ve MS 600-800 yılları arasında en gelişmiş dönemini yaşamış bir Maya kenti.

Kent  MS 615-683 yılları arasında hüküm sürmüş,.Büyük Pakal döneminde  altın çağını yaşamış.Pakal çocuk yaşta kral olduğu için krallığı İlk on iki yıl annesi yönetmiş.Pakal  döneminde şehir baştan başa yenilenmiş, mevcut piramitlerin üzerine birer kat daha çıkılmış. Günümüzde her gün başka bir buluntu ortaya çıkıyormuş.

Pakal döneminden sonra, Pakal’ın oğlu ve torunu hüküm sürmüş.Daha sonra buradaki insanların nereye gittiği bilinmiyor. İspanyollar geldiğinde buradaki lahitlerdeki altın ve gümüşten gözleri kamaşmış.Her şeyi talan etmişler. Arkeolojik değeri olan taş, heykel ne varsa orman içinde olduğu için onlarda talandan nasibini almış. Bugün British Museum’da, Madrit’de, Dressen ve Paris’te Maya Hazineleri diye sergilenenler hep bu talandan gidenler.

Merdivenlerden çıkmak yerine orman içinden dolanarak  Ölü Ay Tapınağı’nın son katından tapınağa ulaşıyoruz.Buralarda efsane çok. Bir rivayete göre  arkadaşının ölümüne sebep olan bir kişi vicdan azabı ile kendini öldürmüş. Bu iki arkadaşın ikisi de gökyüzünde iki güneş olmuş. İki güneş çok sıcak olacak diye yeryüzünden tavşan fırlatılmış.Tavşan güneşlerden birine çarpınca güneş aya dönüşmüş.Tapınağın önünde de tavşanın rölyefi var.

Ay Tapınağı ile Pakal’ın mezarının bulunduğu Yazıtlar Tapınağı arasında bir başka piramit daha var.Piramidin mezar odasında ki iskelet, bulunduğunda kırmızı renkliymiş ve de bir kadına aitmiş.İskeletin Pakal’ın annesine ait olduğu anlaşılmış.O nedenle bu cesede Kızıl Kraliçe adı verilmiş 

Daha sonra Pakal’ın mezarının olduğu piramide yürüyoruz.Piramitteki mezar odası 1952 yılında Meksikalı arkeolog Alberto Ruz Lhuillier  (1906-1979)  tarafından ortaya çıkarılmış. 8 Ton ağırlığındaki mezar kapağı kaldırıldığında sayısız mücevher ve sanat eseri ortaya çıkmış. Bunların en değerlisi de yeşim taşı, deniz kabuğu ve obsidyenden yapılma ölüm maskıymış. Pakal’ın lahdinden çıkanları Mexico City’de dün ziyaret ettiğimiz müzede  görmüştük. Nasıl ve ne şekilde bulunduğunu görünce, gördüklerimiz daha bir anlam kazanıyor.Pakal’ın lahdinin olduğu yere giriş yasaklanmış..Lahdin benzeri Palenque  müzesinde sergileniyormuş.

Buraya Yazıtlar Tapınağı denmesinin nedeni tapınağın iç duvarlarında bulunan  Doğu Tablet, Orta Tablet,Doğu Tablet adıyla anılan üç adet hiyeroglif tablet den dolayıymış. Bu tabletlerde geçmişte yaşanan olaylar  başta Pakal dönemi olmak üzere, Pakal’ın oğlu Kan-Bahlum’un da  yaşadığı olayların  tarih sırasına göre yazılmasıymış.

Pakal’ın lahdinin karşısında  Arkeolog Alberto Ruz Lhuillier ‘in  mezarı var. Her gün Pakal’a selam veriyor.Arkeologa çok anlamlı bir jest yapılmış.

Daha sonra sarayı geziyoruz. Sarayın içinde ki hapishane ilgimizi çekiyor. Kabul salonu, tören alanı ve saray odalarını geziyoruz. Kandilleri koymak için nişler yapılmış. Nişlerin arkasında da hazine odası bulunmuş. Hazinelere ne olduğunu hiç sormayın. İspanyollar alıp götürmüşler.Sarayda tuvalet bile var. Leyla aha da böyle diye tuvalet taşının üzerinde çömelerek poz veriyor. Sarayın çatısı arızalı kemer tabir edilen tepesi kesik üçgen şeklinde ve taştan. Olasıdır ki ahşap olan yerlerde vardı. Ahşap, taş kadar zamana karşı direnemiyor nede olsa. Saray’da ve şehrin içinde su kanalları var. Bu kanallar Usumacinta Nehri’ne bağlanıyormuş. Şehrin su ihtiyacı böylece çözülmüş.

Saraydan sonra  Haç Tapınağı’na tırmanıyoruz. Haç Tapınağı’nın pencereleri 21 Mart, 21 Haziran, 07 Ağustos,23 Eylül, 21 Aralık günlerindeki güneş ışınlarının konumuna göre ayarlanmış. Bazı arkadaşlar hızlarını alamıyor Güneş Tapınağı’na da  tırmanıyor.Manzara çok etkileyici.

Rehber arkadaki bir yapıyı gösteriyor. Bu yapıya Kont Kapısı diyorlarmış. 1800’lü yıllarda  eşcinsel bir İngiliz asilzadesi buralara gelip üç yıl tapınakların resmini yapmış. Onun yaşadığı taş kulübeye Kont Kapısı demişler. 60’lı yıllarda Palanque hippilerin gözde mekanıymış ve o yıllarda da epey tahrip edilmiş.

Akşam yemeğe gittiğimiz El Panchan’ın sahibinin oğlu Alphonso Montez tur rehberiymiş. Bölgede kazı izni almaya çalışmış. Bu arada hazine olduğunu kanıtlamak için toprağın içine doğru boru uzatarak kazı yapmış. Kazıyı durdurmuşlar. O da kazılan delikten kamera indirerek yer altının fotoğrafını çekmiş. Delikanlı haklı çıkmış, yer altında ki hazine  böylece fotoğraflanmış. Yanında çalışan işçilerden biri fotoğrafı çalarak History Channel’e satmış. Hükümette bu olayı bahane ederek kazı iznini iptal etmiş. 

Şehirden ayrılırken şelalelerin olduğu yerden geçiyoruz. Şelalenin üzerine asma köprü yapmışlar. Çok hoş kaskatlardan sular çağlıyor. Buranın adı da “Kraliçenin Banyosu”ymuş.

Palanque Müzesi’ni geziyoruz. Pakal’ın lahdini görüyoruz.  Lahitteki kabartmalara göre Pakal  öbür dünyada mısır tanrısı olmak istiyormuş.Elde kalan buluntulara hayranlıkla bakıyoruz. Müze küçük bir müze ama sergilenenler paha biçilmez buluntular.

Arabaya binerek 500 çağlayandan oluşan Agua Azul Şelalesine gidiyoruz. Bir buçuk saat eğri büğrü daracık yollardan giderek şelalenin olduğu yere geliyoruz. El Cominante Del May  restoran da öğlen yemeğini yiyoruz. Mutfak ve ortam pek umut vermiyor ama gelen yemekler çok lezzetli çıkıyor.Hele yemekten önce yediğimiz tako ve ezme ağızlara layık.

Şelale boyunca yürüyüşe çıkıyoruz. Yukarıya doğru çıkarken her bir katta yapılmış seyir teraslarında resim çekiyoruz. Leyla’nın “THBT Her Yerde” pankartı gene ortaya çıkıyor. Yeni Hanım Ağamız Ayşegül’e sesleniyoruz. “Ağa Gezisi Meksika’ya olsun”

Azul  İspanyolca mavi demek. Şelalenin adı Mavi ama, yağmur nedeniyle sular yeşillenmiş. Aqua Verde (Yeşil Su) olmuş. (İspanyolca’da gelişiyor bir yandan) . Şelalenin başladığı en üst platformda suya giriliyormuş. Havada naneli suya girsek mi girmesek mi diye nazlanıyoruz. Ben zaten hastayım diyorum ama, bir yandan da mayomu da yanımda getirmişim.

Yol boyunca hediyelik eşya, el sanatları satan barakalar var. Bir yandan da onlara göz atıyoruz.Son platforma çıkacakken bir yağmur indiriyor. Ama ne yağmur. Günlerce yağmurluğu, şemsiyeyi yanımızda taşımışız. Yağmur yağmayınca da hepsini arabada bırakmışız iyi mi? Yağmurda satıcıların kulübelerinin önündeki saçaklara sığınıyoruz. Yağmurda ıslak sıçana dönmüş insanlar önümüzden koşturarak geçiyor. Kimi gençlerde romantik takılıyorlar. Bu arada yağmur diner diye bekliyoruz. Arkamızdaki stant da ne satılıyor diye de ilgilenmeden edemiyoruz. Ah kadın olmak böyle bir şey işte. İnci , Betül, Evşen ben olan oldu deyip bluz, çanta, oyuncak ne bulursak elliyoruz. Israrımız üzerine  İnci yeğenine topaç alıyor. Bir şey alırsak yağmur diner diye düşünüyoruz. Vallahi yağmur duruyor. Saçak altlarını gözeterek yokuş aşağı bir koşu tutturuyor fazla ıslanmadan arabaya ulaşıyoruz.

Otele dönüyoruz. Akşam yemeğini otelde yiyoruz.Akşam olup gezme bitince benim hasta olmak aklıma mı geliyor nedir erkenden yatıyorum.

 

04 Kasım 2011 Cuma

Sabah 8:00 de Villahermosa’ya hareket ediyoruz. İki saat yol gittikten sonra havaalanına varıyoruz. Havaalanında denemediğimiz çikolata kalmıyor. Biberli çikolata bile var. 12:40 da oyuncak gibi küçücük bir uçakla havalanıyoruz. 13:30 da Merida’ya varıyoruz. Palanque Merida arası arabayla 7 saat sürüyormuş. O nedenle ulaşım için uçak doğru seçim.

Merida’da bizi şoförümüz Carlos ve rehberimiz Enrique karşılıyor. İkisi de çok sempatik ve sıcak kanlılar. Havaalanından doğruca yemek yiyeceğimiz El Adios restorana gidiyoruz. Restoranın girişinde yerel giysiler içinde yaşlı bir hanım tortilla yapıyor.

Restoran tam bir düğün salonu görünümünde, bir kadın ve bir erkeğin şarkı söylediği orkestra bile var. Oldukça gürültülü bir atmosfer, Latin müziği eşliğinde yemek yiyoruz.

Yucatan yarımadasında yetişen ürünler  patates, domates, kırmızı fasulye acı biber ve  kakaoymuş. Yemekte Meksika mutfağına özgü yemeklerden azar azar sunuyorlar. O kadar çok çeşit var ki. Her birinden tadıyoruz. Ben en çok tamulusu seviyorum. Siyah fasulyeyi haşlayıp püre haline getiriyorsun, mısır unu ile hallediyorsun sonrada mısır yaprağına sararak pişiriyorsun..

Restorandan çıkıp arabaya giderken yolda Wolksvagen arabaları görmek çok hoşumuza gidiyor. Babamın 1964 Model Wolksvagen’ini hatırlıyorum. Tam arabasına binerken bir Wolksvagen  sahibine arabasının kaç model olduğunu soruyoruz? 2002 Beetle diyor. Wolksvagen’in  Meksika’da ki üretimi  Beetle modeli olarak 30 Temmuz 2003 yılına kadar sürmüş ve son üretilen Wolksvagen , Mariachi şarkısı “Golondrinas”  eşliğinde gemiye yüklenmiş. Wolksvagen’in fanları “Böylesine küçük bir arabanın, bu kadar büyük boşluk bırakması inanılmaz. Güle güle Beetle” diye ağlaşmışlar.

Arabayla Merida şehir turu yapıyoruz. Yucatan fatihi ve Merida şehrinin kurucusu Francisco de Montejo’nun adını taşıyan Montejo Caddesinde ilerliyoruz.  Koloniyel dönemde yapılmış evlerin önünden geçiyoruz. Montejo caddesi üzerinde Kolombiyalı sanatçı Romulo Rozo tarafında yapılmış Anavatan Anıtı önünde duruyoruz. Tüm Meksika tarihinin özellikle de 1910-1921 yılları arasında Meksika Devrimi’ni omuzlayan kahramanların rölyeflerinin nakşedildiği yarım ay şeklindeki devasa anıta hayran kalıyoruz.

Turumuz Ana meydan (Plaza Mayor) da son buluyor. Meydana bakan Montejo evinin dışarıdan resmini çekiyoruz.Burası vakti zamanında Çin’den gelen porselenleri,3-4 metre boyunda aynaları,avizeleri, mobilyaları ile dillere destan bir evmiş. 1982 yılında mirasçıları tarafından  Mexico Bank’a satılmış. Ev, iş merkezi olmuş ama girişteki ve ön cephe duvarındaki aileye ait heykeller hala duruyor.

Merida “Beyaz Şehir” olarak adlandırılıyor. Burası İspanyollar’ın kurduğu ve yaşadığı bir şehirmiş. O yıllarda yerli ahali köylerde yaşıyormuş. Son yıllarda yeşil altın bulunmuş ve bu nedenle  bölge zenginleşmiş.

Parkın etrafını gezmeye devam ediyoruz. İspanyollar her yerde yaptıkları gibi burada da eski bir Maya tapınağının taşlarından San Ildefenso Katedralini inşa etmişler. Katedral 1561 ile 1598 yılları arasında yapılmış.Burada yapılan en eski katedral özelliğini taşıyor. Yapıldığı yıllarda bölge çok fakir  olduğu için içerisi çok sade yapılmış.

Katedral’den sonra Vilayet Sarayı’nı geziyoruz. İspanyol tarzı avlulu iki katlı bir bina.Sarayın merdivenleri, ve birinci katı 1970 yılında yerel sanatçı Fernando Castro Pacheco ‘nun  Maya’lardan 19.yüzyıla kadar Yucatan Tarihi’ni anlattığı  duvar resimleri ile süslü.Sarayın İspanyolca adı Palacio de Gobierno. Eğer vali erkekse gobernador, kadınsa  gobernadora deniyor. Günümüzde vali hanımmış. Gabrnadora İvon. Ne hoş.

Öğlen o kadar çok atıştırmışız ki kimsenin yemek yiyecek hali yok. Hanımlar Yucatan Üniversitesi’nin folklor gösterisine gideceğiz, beylerde erkek erkeğe kafa çekecekler.

Hava naneli, gösteri açık havada yapılacak, yağmur yağarsa gösteri falan olamaz. Biletleri alıp yerleşiyoruz. Yağmur atıştırmaya başlıyor. Bildiğimiz bütün yağmur kesme adetlerini uyguluyoruz ve yağmur kesiliyor bütün gece bir daha da yağmıyor.

Üniversiteli gençler ve öğretim üyelerinin ortak çalışması gösteri çok güzel. Bizim THBT’nin bir türü. Önce yerli oyunlarını oynuyorlar. Tarlada çalışan çarıklı köylüler dans ediyor. Daha sonra İspanyollar geliyor. Onlar ayrı, yerliler ayrı dans ediyorlar. Daha sonra köylüler çarık yerine ayakkabı giyiyorlar, yavaş yavaş yerli halk ile İspanyollar kaynaşıyorlar. Bu arada sürekli giysiler değişiyor. Nasıl renkli, nasıl güzel kıyafetler, oyunlar şıkır şıkır, gençler cıvıl cıvıl, arada yaşlı bir öğretim üyesi çok hoş romantik şarkılar söylüyor. Gece sona erdiğinde hepimiz çok keyifliyiz. “İyi ki geldik” diyoruz.

Gündüz arabayla geçtiğimiz caddeyi araç trafiğine kapatmışlar. Masalar atılmış, orkestra çalıyor herkes dans ediyor. Stantlarda incik, boncuk, çul çaput satılıyor. Masalardan birine yerleşiyoruz. Bir yandan dans edenleri seyrediyor, bir yandan da tekila içiyoruz. Biz Merida’yı çok seviyoruz. Şarkı söyleyerek otelimiz Hotel Del Gobernador’a geliyoruz.

 

05 Kasım 2011 Cumartesi

Sabah kahvaltıdan sonra Merida’nın 78 km güneyinde bulunan, Colomb öncesi Maya şehirlerinden yerel Puuc  mimarisinin en güzel örneklerine sahip Uxmal (Uşmal)’a gidiyoruz.Şehrin tarihi tam olarak bilinmiyor , fakat binaların çoğu MÖ 500 yıllarında yapılmış.MS 9 ve 12.yüzyıllarda Puuc bölgesinin ekonomik ve politik açıdan en güçlü şehri olmuş.

O dönemlerde 37,5 kilometrekarelik bu bölgede tahminen 25.000 nüfus varmış. Burası hatırı sayılır bir tarım bölgesiymiş. Gel gör ki su kaynakları yok denecek kadar azmış.Bu nedenle Mayalar  sarnıçlar yapmışlar,içme suyu için kapalı sistemler, suyu getirmek için su kemerleri yapmışlar.

Puuc tarzı mimaride rastlanabilecek tüm örnekler burada mevcut. Üç boyutlu yağmur tanrısı , iki başlı Jaguar heykeli,kolonlar ve diğer ikonografik semboller bol bol var. Tapınağın ön yüzünde yağmur tanrısı maskeleri bu tarzın ana unsuru.Binalar İspanyolların verdiği adlarla anılıyor. Burada bir çok piramit var. Piramitlerin tapınak olarak inşa edildiği düşünülüyor, bazılarında mezar odaları var.Mezarlara asiller gömülüyormuş. Ahalinin ölüsü ise yakılıyormuş.

 Önce kahin piramidini görüyoruz. Yüksekliği 35 metreymiş. Burası Uxmal’in en yüksek binası Tapınağın içine girmek yasak, dışarıdan görebildiğimiz kadarının resmini çekiyoruz. Merdivenlerin yan yüzlerinde ve ön cephesinde Yağmur tanrısı (Chac) maskeleri var. Chac aynı zamanda ışığın tanrısı.Piramidin karşısında el çırpıyoruz. El çırpışlarımız kuş sesi gibi yankılanıyor.

Bu arada çok hoş bir olayla karşılaşıyoruz. Lise öğrencileri gezmeye getirilmiş. Öğrenciler ikişerli gruplara ayrılmışlar. İki kişiden birinin gözleri bir eşarpla bağlanmış. Gözleri bağlı olmayan bir diğerine gördüklerini anlatıyor, heykelleri,çevreyi dokunarak  bir diğerine tanıtıyor. Bu hem görme engellilerin neler hissettiğini anlamak, hem de görmeyen birinin gören gözü olmak açısından muhteşem bir deney. Bir başka binada yer değiştiriyorlar. Bu sefer öteki diğerine anlatıyor. Gözlerimiz yaşarıyor.

Kahin piramidinden sonra kesik piramidi andıran kırık kemerli geçitten geçerek Dörtgen Manastıra gidiyoruz. Taşların üzerindeki iguanaların resmini çekiyoruz. Manastırın ortasında büyük bir avlu var. Avlunun dört tarafı bina ile çevrilmiş. Binalardaki kapılar hep tek sayı. Asal sayılar kullanılmış. Sayılar yorumlandığında 13 kapı için insanın 3 tane başında, 7 tane gövdesinde , 3 tane de ayakaltında bulunan çakrayı düşünebilirmişiz. 13 sayısını, dört mevsim diyerek 4 sayısı ile çarptığımızda 52 sayısının buluyoruz. Maya takvimine göre 52 senede bir yenilenme oluyormuş.  Duvardaki motifler çıngıraklı yılanın derisi görünümünde, Yağmur tanrısı, yılan figürleri, yılanın ağzında insan başı. Ne anlama geliyorsa artık.

Büyük piramide giderken.Mesoamerikan  top oyununun oynandığı sahadan geçiyoruz. Mesoamerica ; 16 ve 17.yy.daki Ispanyol Kolonizasyonu öncesinde ;  Orta Meksika’dan Belize’ye,  Guatemala,  El Salvador,  Honduras,  Nikaragua,  Costa Rica’daki Pre-Clombian (Kolomb öncesi) topluluk ve kültürlere verilen genel isimmiş. Ziraat amaçlı köyler,  geniş törensel,  politik ve dini merkezler ve buna yönelik kentlerle kendilerini göstermişlerdir.  Başlıca kültürler arasında Olmec,  Zapotek,  Teotihuacan,  Maya,  Mixtec,  Totanac ve Aztec sayılabilir.

Efsaneye göre  kainat yaratıldığında yer yüzündeki aydınlığı temsil eden Hunahpu ile yeraltını temsil eden Ixbalanque ikiz kardeşlermiş. Bu iki kardeş kavgaya tutuşmuş ve de kozlarını bu oyunu oynayarak paylaşmışlar.

Oyun yaklaşık 4 kg sert kauçuktan yapılma bir topun,  basket potasına dik gelecek şekilde duvara raptedilmiş taş bir potanın içinden geçirilmesi kuralına göre oynanıyormuş.Oyuncular el ve ayaklarını kullanmadan; koruyucu kullanmak suretiyle dizleri, dirsekleri ve omuzlarıyla topu sürüyorlarmış.Her takımda yedi oyuncu varmış. Kaybeden  taraf tanrılara kurban ediliyormuş. Hatta Tajin’deki top sahasının duvarında kazanan taraftan iki kişinin , obsidyen bıçak ile kaybeden bir kişiyi nasıl bıçakladıkları görülüyormuş.

Kitapların çoğunda mağlup olanların adandığı yazılıyor, oysa rehberler galip gelenlerin adandığını söylüyorlar. Zira tanrılara güçlü ve muzaffer kurbanların adanması, adananlarında böylesine şerefli bir ölümle cenneti hak ettikleri daha akla yakınmış.Oyun, böylesine  kanlı olması nedeniyle İspanyol engizisyonu tarafından  yasaklanmış. Meksika’da çeşitli büyüklükte 1.500 adet top sahası bulunmuş.58 etnik grup bu oyunu oynuyormuş.

Büyük piramide tırmanıyoruz. Gezinin yorgunluğuna dizlerim isyan ettiği için piramide oturarak çıkıyorum. İki elimle yerden kuvvet alarak tersten piramide çıkmayı beceriyorum. Yukarıdan bakınca tüm Uxmal, su kemerleri, top sahası, manastırı ile ayaklarımızın altında.

Milletin gülmesine aldırmadan piramitten otura otura iniyorum. Valiler Sarayının ve karşısındaki çift başlı Jaguarın resmini çekiyoruz. Bereket sembolü diye adlandırılan penis heykeliyle eğleniyoruz.

Öğlen yemeği için kır lokantasına gidiyoruz. Lokantanın girişindeki geniş kenarlı Meksika şapkalarının  ve tahta maskelerin resmini çekiyoruz. Menüde tavuk tandır varmış. Gözümüzün önünde toprağın altındaki tandırdan tepsiyi çıkarıyorlar, sonra da servis ediyorlar. Tandır olurda yenmez mi?. O kadar lezzetli ki resmen parmaklarımızı yiyoruz.

Yemekten sonra bir başka Maya şehrine,Kabah’a gidiyoruz.Kabah Puuc tepesi etrafında kurulmuş Uxmal’dan sonra ikinci önemli şehir. Sayil , Xlapak ve Labna’da aynı tarzda kurulmuş şehirlermiş. Şehirle bir birlerine üzerleri kemerli 5 metre genişliğinde yaya yolları ile bağlıymış Bu yerleşimler en görkemli yıllarını  MS 600 ile 900 yılları arasında yaşamışlar.

Kabah’da da  Yağmur Tanrısı (Chac) bizi karşılıyor.Burada da yağmur azlığı nedeniyle, tapınağın  ön yüzünde yüzlerce Chac maskesi var. Bu nedenle bu tapınağa” Maskeler Tapınağı” ( The Codz Poop) deniyor.Toplam 260 adet maske varmış.Maskelerin bir kısmı da yerlerde parça parça. Tapınağın tepesinde upuzun bir taç var. Büyük sarnıçlar  göze çarpıyor. Tarımdan geçimini sağlayan insanlar için yağmurun hayati önemi var. O nedenle Puuc ahalisi yüksek binalar ve Chac’ın maskeleri ile Puuc tarzını yaratmakta haklı.

Yağmur tanrısı aslında bugün baktığımızda yukarı doğru kıvrık kanca şeklinde burnu, kocaman iki göz ve iri küpeleri olan kulaklarıyla çok komik.Başının üzerinde mum ya da kandil için delikler var. Tüm figür hem  yağdırsın hem de aydınlatsın  üzerine kurgulanmış.

Kabah’tan ayrılmadan önce Leyla ile ortadaki taşın etrafında “Atım Araptır” benim oynuyoruz. Sonradan fark ediyoruz ki burada da penis taşı varmış ve de biz onun etrafında oynuyormuşuz.

Akşamüstü bir köy evini ziyaret ediyoruz. Evin büyükannesi saç üzerinde tortilla yapıyor. Biz de saç da yufka yapmak neyse onlar içinde tortilla o.Bahçede kauçuk ağacının yaprağından çıkan elastik maddeye bakıyoruz. Evin içindeki hamakta Leyla  poz veriyor.

 Otele gitmeden önce hediyelik eşya almak üzere kooperatif tarzı bir mağazaya giriyoruz. Yatak örtüsü, bluz, şapka, kemer ne ararsan var. Babaanne olacağımı biliyorum ama  gelenin kız mı oğlan mı olacağını bilmiyorum.Türkiye’den telefon geliyor, oğlan geliyormuş. Amanın bir heyecanlanıyorum. Bebeğe babaannesinden  ilk hediyesi Meksika’dan olsun diye üzeri hikaye dolu  rengarenk bir battaniye , annesine de gözlerinin renginde mavi bluz alıyorum. Güle güle kullansınlar. 

Akşam yemek için Amaro restorana gidiyoruz. Duvar dibinde sıkış tepiş oturmaktansa ayrı masalara dağılıyoruz. Yemekler güzel, gitarla şarkı söyleyen sanatçı hoş.Leyla ile bir örnek giydiğimiz Meksika bluzları epey iltifat alıyor. Ayrı masalarda olmamız hiç önemli değil, gelsin margaritalar, maksat gönüller şen olsun.

 

 

06 Kasım 2011  Pazar

Bugün bayram. Yaş sırasına göre sıralanıyor, bayramlaşıyoruz. En küçüğümüz Evşen’e el öptürüp bayram harçlığı veriyoruz. Bayram şekeri ikram ediliyor, rehberimiz Enrice’ye bayramı anlatıyor onunla da bayramlaşıyoruz.

Satt 8:30 da Merida’dan ayrılıyor iki saatlik yolculuktan sonra bir başka Maya kenti Chichén Itza’ya varıyoruz. Chichén Itza Yucatan yarımadasının en iyi korunmuş Maya şehirlerinden biri.

Kent ilk olarak MS 600’ler civarında güney tarafta kurulmuş. MS 980’lerde Toltec’ler tarafından ele geçirilmiş. 11.Yüzyılda şehrin güney tarafında yeni bir şehirleşme başlamış,13.yüzyıla kadar da gerek ekonomik, gerek, askeri gerekse dini alanlarda altın günlerini yaşamışlar.

Ören yerine girerken biletleri üç ayrı yerde kontrol ediyorlar. Bir görevli bakıyor, biraz ileride bir başkası delgeçle deliyor, biraz daha gidiyorsun elektronik  geçişte okutuyorsun. Meksika’da işsizliğe böyle çare bulmuşlar galiba.

İlk olarak  İspanyolların El Castillo(Kale) adını verdikleri Kukulkan Tapınağı ya da Kukulkan Piramidi’ne gidiyoruz.Mayalar bu piramide kendi dillerinde  Quetzalcoat , yani kukulkan (Tüylü Yılan) dedikleri  efsanevi  tanrı krallarının adını vermişler. 7 Temmuz 2007’de seçilen Dünyanın yeni yedi harikalarından biri de işte bu tapınak.

 Mayalar bu piramidi astronomi ve matematik bilgilerini ortaya koymak istercesine belirli bir sistemle inşa etmiş. Örneğin 4 cephesinin her birinde 91 basamak yer alıyor, böylece 4x91’le bulduğumuz 364 sayısına en tepedeki platformu da  (1) bir sayarak eklediğimizde yıldaki günlerin sayısı olan 365’i buluyormuşuz. Ayrıca, piramidi öyle bir şekilde yönlendirmişler ki, ilkbahar (21 Mart) ve sonbaharda (21 Eylül) ekinoksların  gerçekleştiği an, piramide gelen güneş ışıkları piramidin merdiven yanındaki çıkıntıları , merdiven basamaklarının dibinde bulunan iki yılan başı yontusunun S’ler çizen bir gövde uzantısı oluşacak şekilde yukarı doğru uzanmaktaymış. Arkeologlar yok böyle bir şey deseler de insanlar buna inanıyorlarmış. Hatta Tüylü yılanın arkasından ateşler saçan bir roket olduğunu, bu nedenle uzaydan gelmiş olabileceğini söyleyenler bile varmış.

 Ayrıca piramidi yerin dokuz kat  altını temsilen  9 farklı terasta inşa etmişler.Bu aynı zamanda 9 gezegeni de temsil ediyor olabilirmiş. Piramidin 4 tarafında 5 adet çıkıntı var.4x5 Maya takviminde ayların 20 günlük olduğunu gösteriyormuş. 20 gün 18 ay ile çarpılınca yılda 360 gün buna yukarıdaki 5 odayı ekleyince yılın 365 gününü buluyormuşsun.

Maya takvimine göre 20 gün ve 18 aylık döngü 52 yılda bir yenileniyormuş. 21 Aralık 2012 yılında bir döngü daha tamamlanıp, yeni bir dönem başlayacakmış. Bizim gün sayımız 30, ay sayımız ise 12. Bizim takvimde 30 senede bir olan onlarda 52 senede bir oluyor  Yani kıyamet kopacak, Maya tableti bulundu yeni bir kehanet tespit edildi  diye basında yazılanların hepsi palavra. Ayrıca gazeteler kehanetler ile ilgili sözde haberleri yazarken Maya takvimi yerine Aztek takvimini basıyorlar iyi mi?

Gelelim Kukulkan Piramidi’ne .Piramite çıkmak yasak. İçindeki taht odasına girişi de 2006 yılında yasaklamışlar. Piramidin  tepesinden bakıldığında tüm şehir görülebiliyormuş.Piramidin iki cephesi iyi durumda diğer iki cephe harap.

Leyla Dünyanın yeni yedi harikasından birinin önünde “THBT 50. Yılda Her Yerde” pankartını açmadan olmaz diye pankartı açıyor. Nurgün, Leyla ve ben pankart elde resim çektirirken  görevliler geliyor. Kırmızı renkli pankart ile ne yaptığımızı , neyi protesto ettiğimizi soruyorlar. Etrafımız kalabalıklaşıyor. Rehberimiz “müzik topluluğu, folklor grubu gibi bir şeyler söylüyor. Olay büyümeden pankartı topluyor, yürüyoruz. Hiç böyle olacağı aklımıza gelmemişti.

Savaşçılar Tapınağı’na doğru gidiyoruz. Tapınağını önünde arkasına ve sağına doğru uzanan kolonlar var. Bunlara “Bin Kolon” deniyormuş. Cephede güneş tanrısı Chac’ın maskeleri ve de iki kolon arasında Chacmool (Çakmul) heykeli var. Chacmul  bütün orta Meksika’da ki Maya Arkeolojik kalıntılarında görülen taş oyma heykeller. Bacaklarını karnına doğru çekerek oturmuş ve de yüzünü sol tarafa doğru dönmüş bir heykel.Karın bölgesinde düz bir bölge var. Sunak mı?  mumluk mu?  Ne olduğu bilinmeyen alttan el ile desteklenmiş bir form.

Tekrar geri dönüyoruz. Kukulkan piramidinin diğer tarafındaki top sahasını görüyoruz.Burası Mesoamerikan top sahalarının en büyüğüymüş. Sahanın her iki kenarında taş potaların yanı sıra hakemlerin oturduğu yeri de görüyoruz.

Sağlı sollu hediyelik eşya satanların bulunduğu yoldan ilerliyoruz. Maskeler, süsler her şey o kadar renkli ve güzel ki hangi birine bakacağımızı şaşırıyoruz.

Yüksek dereceli din adamına ait anıt mezarı,rasathaneyi ve rahibeler manastırını da gördükten, rasathanedeki kapıların yerleşiminin gün-tün eşitliğine nasıl denk getirildiğini öğrendikten sonra bir göletin başında toplaşıyoruz. Buradaki arazi karstik yapıya sahipmiş, o nedenle de yer yer obruk denilen çöküntüler var. İşte böyle bir çöküntünün dibinde çocuk iskeletleri, altın, yeşim sedef mücevherler bulununca burasının bir sunak yeri olduğu düşünülmüş. Suyun yanı başında ölülerin yıkandığı gasil hane benzeri bir yapı bulunuyor. Artık öldürüp mü yıkıyorlardı? Yoksa ölmeden yıkayıp suya mı atıyorlardı? Burası mezarlıktı çöküp sular altında mı kaldı yoksa hep su doluydu da insanlar suya mı atılıyordu? Bilemeyiz ki?

Tekrar geriye dönüp Kukulkan Piramidi’nin gündüz gözüyle bir kez daha resmini çekiyoruz.Top sahasının önünde kafatası rölyeflerinin olduğu bir duvar var. Top oyununda  galip geldikten sonra kurban edilenlerin kafaları olduğu söyleniyor. Bu arada rehberimiz elindeki broşürlerden birini gösteriyor. Mayaların profilden bakıldığında burun ile alın çizgisinin bir olduğunu görüyoruz. Alnı burunla aynı hizaya getirmek için bebekken  yapılan mengene işlemini görüyoruz. Kimi Afrika kabilelerinde halkalar marifetiyle boyun uzatırlar,  Çin’de kadınların ayakları küçük olsun diye sarıp sarmalanırlar. Burada da daha güzel, daha karizmatik olma adına alınlar geriye yatırılıyor.Rehberimiz Enrici’de bir Maya, onun alnı da geriye doğru yatık. Fiziki müdahaleler yıllar boyunca genetiği de mi değiştiriyor acaba?.

Daha sonra ören yerinden ayrılarak öğle yemeğine gidiyoruz.Öğlen yemeğini büyükçe bir obruğun yanındaki restoranda yiyoruz. Yemekten  sonra soyunma odalarında mayolarımızı giyiyoruz.. Havuza girmeden önce duş alınıyor ya burada da aynı işlem yapılıyor.Yalnız su buz gibi. Hastalığı üzerimden tam atamamışken buz gibi su ve arkasından obruktaki suya girmek beni nasıl yapacak ben de merak ediyorum. Epey bir merdiven indikten sonra suyun olduğu seviyeye geliyoruz. Ruslar bağrışa çağrışa suya atlıyor. Etraf kayalarla çevrili, yukarıdan ağaç dalları iplik iplik sarkmış. Dallar arasından güneş ince ince içeri sızıyor. Suyun sıcaklığı fena değil. Tatlı su da yüzmek biraz zor ama yukarıya baktığında başka bir gezegendeymişsin gibi.Yukarısı çok uzak, aşağısı çok derin. İki alem arasındasın sanki.

 

Suyla oynaşıp, yüzdükten sonra o kadar basamağı geri çıkarak yer yüzüne varıyorum. Üst baş değiştir, arabanın başında toplaş, o arada bir grup yolunu kaybetmiş onları bekle, derken yola çıkıyor otele varıyoruz.

Mayaland Otel eski bir çiftlik evinden bozma, ağaçların içinde masal gibi bir yer. Öğleden önce Chichén Itza’da gördüğümüz Rasathane’nin karşısındayız. Kimimizin odası rasathane manzaralı. Odaların döşemesi bir harika, Kapılarda imparator Pacal’ın işlemeleri var. Banyo dekorasyon dergisinden çıkma gibi. Balkonlar geniş. Balkonlarda bambu koltuklar, bahçede rengarenk kuşlar , hatta tavus kuşu bile var. Ağaçların arasından sazdan çatısı olan bungalow tipi evler göze çarpıyor. Otel Çevre ödülü almış. Otelin duvarlarında otelde kalmış ünlülerin resimleri var. Ünlülerden  J.Kennedy, Grace Kelly,Belçika Kraliçesi Fabiola, Sarah Brightman, Placio Domingo, Pavarotti aklımda kalanlar.

Akşam yürüyerek ses ve ışık gösterisi yapılacak yere gidiyoruz. Bir de ne görelim? Kukulkan Piramidi’nin karşısında sandalyeler. Gösteri başlıyor. Işık, atmosfer çok hoş ama ses İspanyolca. İngilizce çeviri kulaklıklarını almamışız. Neyse bildik kelimeler ve bildiklerimizle olayı anlamaya çalışıyoruz. Işıklar bir piramit de, bir Savaşçılar tapınağında yanıp sönüyor. Merdiven kenarlarındaki tüylü yılan silueti bile görünüyor.Karanlıkta da olsa, azıcık ışıkta bir gölge bile çıksa yeter diyerek bol bol resim çekiyoruz. Dijital makineler umduğumuzdan daha iyi sonuçlar veriyor.

Gösteri sonrası otelin önünden arabaya binerek; şehirdeki esnaf lokantasına gidiyoruz. Esnaf lokantası gece açık olunca ne olur? Ne olacak umduğunu değil bulduğunu yersin. Ona rağmen yemeklerden memnun kalıyoruz. Acıktığımız için mi ne bize pek bir lezzetli geliyor.

Sıra dışı otelimize dönüp sıra dışı odalarımızda, rüya gibi bir atmosferde uykuya dalıyoruz.

07 Kasım Pazartesi

Sabahleyin kuş sesleri ile uyanıyoruz. Muhteşem atmosfer de açık havada kahvaltı yapıyoruz. Rasathaneye karşı resim çektiriyoruz ve arabaya binerek  yola çıkıyoruz. Mayaland’dan o kadar etkilenmişiz ki yolda otelde gördüklerimizi birbirimize  anlatmaya devam ediyoruz.

Yolumuz uzun. Tatil şehri Cancun’a gidiyoruz. Yolda hafiften şarkı türkü söylüyoruz. Biz şarkı türkü söyleyince rehberimiz Enrichi’de “Cielito Lindo” yu, hani ay yayyay ya canta y no Ilores diye nakaratı olan Mariachis şarkısını söylüyor. Mariachis 19.yüzyılda düğün ve balolarda söylenen şarkılara verilen isim. Fransızca mariage (Evlilik) kelimesinden geliyormuş. Mariachis müziği yapanlar filmlerde gördüğümüz önü açık ceketi, ceketin içinden görünen bol düğmeli yeleği, ceket ve pantolonun kenarındaki işemeleri ve geniş kenarlı şapkalarıyla tipik Meksika kıyafeti giyiyorlar. Enrique “Cielito Lindo’nun arkasından “Bésame bésame muchos” u söylüyor. Enriquei’nin  bir başka yönüyle tanıyoruz. Enrique meğer gençliğinde bir müzik grubunda solist olarak düğünlerde şarkı söylermiş. Elden ele o dönemlere ait fotoğrafını gezdiriyoruz. Enrique evli ve iki oğlu varmış. Oğullarından biri doktor olmuş, diğeri de uluslar arası bir firmada çalışıyormuş. Adamı çok takdir ettik. Mesleğinin erbabı, ölçülü ve çok iyi bir aile babası. Helal olsun.

Şarkı, türkü söyleyerek  Maya dilinde o ne demek? Bu ne demek diye sorup öğrenerek öğlen vakti Cancun’a varıyoruz.Karayip Denizi kıyısındaki kumsalda turkuaz renkli sularla tanışıyoruz. Burası bizim Antalya Belek gibi kıyı boyu otellerin sıralandığı Dünyaca ünlü bir şehir. Cancun 1995 yılındaki Roxanne Kasırgasından epey zarar görmüş ama anlaşılan kendini çabuk toparlamış.

Otelimiz Omni’ye giriş yapıyoruz. Cancun’a gelmişken dalış yapabilirmiyiz diye bir koşu otelin aktivite masasına gidiyorum. Masanın başındaki hanım öğleden sonra iki dalış yapabileceğimizi, acele eder, otelin önünden geçen belediye  otobüsüne binersek bir saat sonra kalkacak tekneyi yakalayabileceğimizi söylüyor. Haluk, Evşen, Betül ve ben hemen kaydımızı yaptırıyoruz, paraları ödüyoruz. Odaya çıkıp bavulları açıp mayoları giyip tekrar aşağıda buluşuyoruz. Koştur koştur belediye otobüsüne binip dört durak sonra Aquaworld Dalış Merkezi’nde iniyoruz.

Dalış merkezinde bir yandan ekipmanları alırken bir yandan da sualtında fotoğraf çekebilmek  için kullan at fotoğraf makinesi seçmeye çalışıyoruz. Nihayet işlemleri tamamlayıp tekneye biniyoruz. Tekne 30 kişilik ve etrafı cam kaplı olduğu için rüzgar almıyor. Her milletten otuz kadar dalıcıyla tekne limandan ayrılıyor.

Cancun, bir tarafta Karayip Denizi diğer tarafta Nichupte Lagün’ü arasındaki şerit boyunca uzanıyor. Biz tekneye Lagün tarafından bindiğimiz için tekne kuzeye doğru yol alarak lagünün köprüyle bağlandığı yerde köprü altından geçerek Karayip Denizi’ne çıkıyor.  Tekne normal dalış teknelerinden farklı. Sürat motoru gibi hızlı yol alıyor. Lagün dışında ki pırıl pırıl ve turkuaz renkli suda  ilerliyor ve Mujeros Adası yakınında demir atıyoruz.

Bizim grup en son suya atlayacak, dört kişilik grubumuza iki de Kanadalı dalıcı verilince altı kişi oluyoruz. Nasıl olsa son grubuz epey bekleriz diye düşünürken; adamlar öyle organizeler ki bize sıra hemen geliyor.

İlk dalışı “National Park” da yapacağız.Hava kontrolü yapıyoruz. Burada tüplerin ilk basıncı konsolda bizim alıştığımız şekliyle 220 bar yerine 3.200 psi.okunuyor. Sualtında sürekli gördüğümüz rakamı14,5’a bölmemiz lazım. Birbirimize 800 psi ye gelen haber versin deyip işin içinden çıkıyoruz.

 National Park 2009 yılında oluşturulmaya başlanmış Sualtı Sanat Müzesinin  (MUSA) olduğu yer. Müze de çeşitli tiplerde heykeller yapılmış. Kimi ağlıyor, kimi dua ediyor, kimi hamile, kimi şişman, kimi zayıf. Kiminin de başından ateşler çıkıyor. Adam yangınlarda.Balıklar sürüler halinde heykellerin arasında dolanıyor. Derinlik 10 metre kadar, görüntü muhteşem, sanki başka bir gezegendeyiz. İnsanlar taşlaşmış ve sessizliğin içinde birilerini bekliyor gibi. Meksika’lılar dalış süresinde çok katılar. 10 metrede ne kadar hava tüketilebilir ki 1.600 psi havamız kalmasına  rağmen  kırk dakika da dalışı sonlandırıyorlar.Tam çıkarken yavru deniz kaplumbağası önümüzden geçip gidiyor.

Hava rüzgarlı, dalış liderleri  ikinci dalış için adadan fazla açılmak istemiyorlar. Hafiften yağmur çiselemeye başlıyor.Teknede midem bulanmaya başlıyor, ezel evvel tekne beni tutar. Tekne tutması bir dalıcının başına gelebilecek en ironik hadisedir. Bu nedenle her dalıştan önce muhakkak ilaç alırım. Burada o koşuşturmaca da açıkçası ilaç hiç aklıma gelmedi.İçim dışıma çıkıyor.Neyse sualtına  inince düzelirim inşallah.

İkinci dalışı da gene 10 metre derinlikte bir başka heykelli bölge de yapıyoruz.Buradaki heykeller daha orijinal. Bir tanesinde arkada kütüphane , önünde Amerikan bar. Bir adet centilmen bir eliyle içkisini yudumluyor diğer elinde puro, ayak ucunda bir köpek uzanmış.

Biraz ötede Wolkswagen  araba, ama arabayı batırmamışlar, taştan yapmışlar. Mercan grubuna doğru ilerliyoruz. Bugüne kadar hiç görmediğimiz bir balık sürüsüne rast geliyoruz.Açık mavi renkli bir balık  muhtemelen dişi ve ondan biraz büyükçe siyah, lacivert bir balık muhtemelen erkek çift oluşturmuşlar. Birbirlerine milimetre mertebesinde uzaklıkta çift olarak yüzüyorlar. Bu şekilde çiftler halinde binlerce balık yüzüyor. Çiftler aynı anda geri dönüyor, aynı anda duruyor, o kadar hızlı hareket ediyorlar ki takip etmekte zorlanıyorsun. Hareketleri o kadar uyumlu ki böylesine  senkronize hareket ancak bilgisayar oyununda mümkün olabilir.Tek tük yalnız kalmış balık da var. Gözümle gördüm. Tek kalmışlardan erkek olanı ok gibi fırlayıp kayanın altında gördüğü mavi balığın yanına gitti. Bir süre karşı karşıya durdular, göz göze bakıştılar. Sağa sola birlikte uyumlu bir şekilde hareket ettiler, resmen flört ettiler ve mutlu son. Onlarda  diğerleri gibi birlikte senkronize yüzmeye başladılar.Bu ne muhteşem uyumdur hey Tanrım.Çıkınca ilk iş “Ne balığıydı onlar?” diye soruyoruz. Blacking restless dediler. Her gelen bu balıklara hayran oluyormuş. Hayvanlar çok eşli diyenler, doğada tek eşli yok diyenler gelsinler de balıkları görüp utansınlar.

Biz sualtındayken sağanak yağmur yağmış. Neyse ki biz dalışları sağ salim tamamladık, çıkınca da yağmur durmuştu. Dönüş yolunda çay bisküvi servisi yapılıyor. Sıcak çay cana değiyor doğrusu.

Tekrar lagünün içine giriyor ve kıyıya yanaşıyoruz. Ekipmanları teslim ediyor, ıslakları çıkarıp, kuru giysileri giyiyoruz.Belediye otobüsü ile otele geri dönüyoruz. Grubun geri kalanı otelde vakit geçirmiş.Deniz çok dalgalıymış ama havuzda keyif çatmak, günlerdir süren koşuşturmacanın üstüne  millete iyi gelmiş.Bu arada Ali, büyük bir özlemle eskiden çok iyi vakit geçirdiği Riviera Maya’ya gitmiş. Orada yağmur öyle şiddetli yağmış ki Ali üç saat restorandan burnunu çıkaramamış. Bu durumda günün şanslısı Ali oluyor.

Akşam Leyla, Karayip Denizi manzaralı odasında gruba akşamüstü içkisi ikram ediyor. Akşam yemeğini otelde yiyor erkenden yatmaya çıkıyoruz. Ben galiba yeniden hasta oluyorum. Bugünkü sulu eylem bana pek yaramadı.

08 Kasım 2011 Salı

Sabah kahvaltısını yapar yapmaz 8:00 da otelden hareket ediyoruz.İlk durağımız MS 1.200 senelerinde Karayip denizinin kıyısındaki sarp kayalar üzerinde kurulmuş geç Maya dönemine ait Tulum şehri.

Arabadan indikten sonra mini trenle ören yerine ulaşıyoruz. Tulum  yer altı tanrısına adanmış ve İspanyolların gelişine kadar varlığını sürdürmüş Karayip tarzı mimariye göre inşa edilmiş bir şehir.İspanyolların getirdiği hastalıklar nedeniyle şehir nüfusu kırılınca  işgalden yetmiş sene sonra şehir gözden düşmüş.. Günümüzde hem en iyi korunmuş hem de deniz kıyısında kurulmuş olması nedeniyle en önemli arkeolojik alanlardan biri olarak kabul ediliyor.

Girişten hemen sonra Büyük Saray’ın duvarındaki bir figür dikkatimizi çekiyor. Baş aşağı duran komik bir insan figürü.”Dalış Tanrısı” imiş.. Dalgıçların tanrısını görmek çok hoşumuza gidiyor. Yılan, ejderha figürlerinden sonra  dalgıç tanrıyla da tanışmış oluyoruz.  Bu bölgede bal çok önemliymiş, o nedenle arı ve petek figürlerine sıkça rastlıyoruz.Sarayın içinde çilehane diyebileceğimiz küçük odalar, ve mezar odaları varmış.

Sarayın karşı tarafında   “Freskolar Tapınağı” var.Burası aynı zamanda rasathaneymiş. Rasathanenin kapılarının konumu ekinoksa göre inşa edilmiş. Tulum için astronomi şehri deniyormuş.  “Azalan Tanrı” tapınağının önünden geçerek, “Kale” diye adlandırılan tapınağa  gidiyoruz. Tapınağa tören alanı tarafına bakan tarafta inşa edilmiş merdivenlerden çıkılıyor. Tapınağın tepesinde bir zamanlar deniz feneri varmış.

Deniz kenarında kayaların üzerinde tahtadan seyir platformu yapılmış, platforma bağlı merdivenden denize iniliyor. Kayaların bittiği yerle, deniz arasında dar bir kıyı şeridi var. Kimi turistler mayolarını giymiş, kumun ve denizin tadını çıkarıyorlar.Biz ise tepeden resim çekmekle yetiniyoruz.

Tulum küçük ve kompakt bir şehir, iki saatte turumuzu tamamlıyoruz. Geldiğimiz mini trene binerek arabanın olduğu yere geri dönüyoruz. Grubu beklerken meydandaki direğin tepesindeki kare şeklindeki kasnağın dört tarafından  sarkan ipe ayaklarından kendilerini asarak baş aşağı direğin etrafında dönen yerel giysili dört adet göstericiye takılıyoruz. Bir kişide  direğin tepesinde flüt çalıyor. Bunlara  “Papantla’nın Uçan Dansçıları” deniyormuş.Papantla  Meksika’nın doğu kıyısında dağlık bölgelerde  yaşayan Totanac  halkına özgü bir ritüelmiş. Ritüelin amacı da kuraklığa karşın yağmur yağmasını sağlamakmış.Bu ritüel  “Bungee Jumping”in daha tehlikeli bir türü. Birleşmiş milletler tarafından korunması gereken manevi kültürel miras ilan edilmiş.

Yüreğimiz ağzımıza gelerek gösteriyi seyrediyoruz. Rehber uzaktan gelmemizi işaret ediyor. Grup arabanın başında bizi bekliyormuş. Tekrar arabaya binerek  on beş dakika sonra Xel-Ha’ya (Şelha okunuyor)  varıyoruz.

Xel-Ha  birbirine bağlı lagünlerin, muhteşem kayaların ve mağaraların olduğu doğal akvaryum. Girişte yunusları, rengarenk papağanları ve tukanları görüyoruz. Sıra sıra kafe restoranlardan  birini gözümüze kestirip öğlen yemeği için sıraya giriyoruz. İçerisi o kadar kalabalık ki sıra geldiğinde açlıktan başımız dönüyor. Açık büfeden yemeklerimizi seçiyor, manzaraya karşı karnımızı doyuruyoruz. Yemekten sonra gene koşuşmaca başlıyor. Önce dolap kiralıyoruz. Sonra snorkel, palet ve maske ayarlıyoruz. Daha sonra kıyıya gidiyor bedenimize göre can yeleklerini seçiyoruz. Sonrada suya girip balıkları, kaplumbağaları snorkel yaparak seyrediyoruz. Su oldukça bulanık, su altında dalgıç olarak onca saat geçirmiş biri olarak görüntü bana pek enteresan gelmiyor. Bu kadar ıslandık, girene kadar eziyet çektik diyerek biraz dolanıyoruz.

Sudan çıktıktan sonra, malzemeleri teslim et, duş yap, soyun giyin derken vakit geçip gidiyor. Kıyı boyu sıralanmış şezlonlara uzanıp birer içki alıyoruz. Arka tarafta hamaklar var. Her birimiz birer hamak kaparak birazda hamak keyfi yapıyoruz. Güneş batarken arabaya binip Cancun’a geri dönüyoruz.

Akşam belediye otobüsü ile şehre iniyoruz. Plaza la Isla Alışveriş Merkezi’ne gidiyoruz. Biraz dolaştıktan sonra Tai Restoran’da yemek yiyoruz. Manzara güzel, atmosfer güzel, yemekler güzel ama ben iyi değilim.O kadar sevdiğim güzelim Tai yemeklerinden ne tat alabiliyorum ne de tuz. Hastalığım tekrarlayıp duruyor. Haluk bir ara ortadan kayboluyor. Bir de geliyor ki bir elinde fotoğraf makinesi, diğerinde I-Pad. Haluk’un oyuncakları epey ilgi çekiyor.Yemeği yer yemez kalkıyorum, bir an önce yatmak istiyorum. Haluk ile Belediye otobüsüne binerek  otele dönüyoruz.İlaçlarımı alıp vurup kafayı yatıyorum.Dinlenme yok, ha bire suya gir çık, ıslak kafayla dolaş, ilaç ne yapsın?Yarın gene yorucu bir gün olacak.Sabaha toparlansam bari.

09 Kasım 2011 Çarşamba

Sabah erkenden kalkıyoruz. Otelin verdiği kumanyaları arabada yiyerek havaalanına gidiyoruz. Aero Mexico ile 07:00’de havalanarak 09:0’da Mexico City’ye varıyoruz. Rehberimiz Ricardo ve şoförümüz Carlo bizi karşılıyor. Sanki memlerkete geri döndük.

Şehrin güneyinde yer alan zengin mahallesi Coyoacan bölgesine gidiyoruz. Bu mahalle İspanyollar geldiğinde, onlarla işbirliği yapmış ve Hernande Cortez’i bağrına basmış. Bu nedenle Koloniyel dönemde gelişmiş ve zenginleşmiş. Günümüzde de burası kafeleri, dar sokakları ve süslü evleri ile bohem bir yaşama kucak açmış

“Mavi Ev”e gidiyoruz. Ressam Frida Cahlo’nun doğup büyüdüğü, hayatının çoğunu geçirdiği ve içinde öldüğü eve. Frida Kahlo tarihin en ünlü kadınlarından biri. Doğal haline bıraktığı alınmamış kaşları ve insanın içine işleyen bakışlarıyla, bir erkek gibi küfreden ve sigara içen, yerel giysileri ille de o muhteşem kırmızı şalıyla gönlüme taht kurmuş,  biseksüel, LeoTrotsky ile şair  Pablo Neruda’nın  hatta Nelson Rockefeller’in hayranlığını kazanmış duvar ressamı Diego Rivera ile yaşadığı tutkulu aşkla dillere destan olmuş üniversite yıllarından beri hayran olduğum o muhteşem kadının evindeyim.

Frida çocukluğunda çocuk felci geçirmiş, bu nedenle sağ ayağı aksamış.Bu yetmezmiş gibi 18 yaşında otobüsteyken geçirdiği kaza esnasında  otobüsteki demir karnından girip sırtından çıkmış tüm kemikleri un ufak olmuş, bir yıl yataktan kalkamamış. Bu dönemde resim yapmaya başlamış. Hayatı boyunca bu kazanın sebep olduğu acıları dinmemiş. Kimi zaman korseyle, kimi zamanda tekerlekli sandalye ile yaşamak zorunda kalmış. 22 yaşında ressam Diego Rivera ile evlenmiş.  Birlikte Komünist partisine üye olmuşlar, gene birlikte Amerika’ya gitmişler.

Diego, Rockefeller’in merkez  binasının duvarına Lenin’in  resmini yapmış. Rockefeller’de Diego’ya resmin parasını ödeyip, üzerini sıvatmış. Öğrenciyken bunu öğrendiğim de “Vay be Rockefeller’de Rockefeller’miş ha” demiştim.

Frida ve Diego dört yıl kadar Coyoacan’da ki evlerinde Leo Trotsky ve eşi Natalya’yı  ağırlamışlar, rehberin dediğine göre politik nedenlerle, benim bildiğim  Natalya Frida’yı kocasından kıskandığı için Trotsky’ler başka eve geçmişler.

Bu arada Diego çapkın, rahat durmuyor, Frida’nın da ondan aşağı kalır yanı yok ama, Diego hiç olmayacak bir iş yapıyor. Frida’nın kız kardeşi ile basılıyor. Bu Frida için yıkım oluyor. Canının ne kadar yandığını anlatmak için “Beni iki şey yere serdi” demiş. “Biri otobüs kazası, diğeri de Diego”. Otobüs kazası onu fiziksel olarak sakatlamış, Diego ise duygusal. Başka kadın mı kalmadı be Diego gittin baldıza dolandın. Bu olay üzerine Frida Diego’dan  derhal boşanmış. Boşanmış boşanmasına ama bir sonraki yıl gene evlenmişler. Evlenmişler ama birliktelikleri bir daha hayretmemiş, Son yıllarda da ayrı yaşamışlar.

Frida ölümünden bir yıl evvel sergi açmak istemiş. Neredeyse yatağa bağlı yaşayan biri için kendi sergisi de olsa sergiye gitmesi imkansız. Ama Frida bu; tam da kendine yakışan şekilde sergiye katılmış. Önde bir ambulans, arkada bir kamyonet ve kamyonetin arkasında karyolası ile Frida. Sergi salonuna da dört kişi dört tarafından tutarak yatağı sergi salonuna taşımış.

Frida öldüğünde gömülmek istememiş.47 yaşında öldüğünde  tabutunu Rivera’nın başı çektiği tüm sevenleri taşımış. Onu bir krematoryum da yakmışlar ve küllerini de kavanoza koymuşlar. Ölümünden sonra Diego evi müze olarak bağışlamış. İşte bugün ben  “Frida Kahlo Müzesi”’ni geziyorum. Hayatını okuduğum, filmini seyrettiğim, sergisini gezdiğim (İstanbul Pera Müzesi’nde sergilendi)  o muhteşem kadının evindeyim.

Giriş katında odalar da bölüm bölüm resimler sergilenmiş. Bir bölümünde Frida’nın bir bölümünde Diego’nun resimleri ile aile fotoğrafları, Frida’nın günlüğünden alınma cümleler var. Bir tanesinde “ Benim bacaklara ihtiyacım yok, çünkü benim kanatlarım var” diye yazmış. Çocuk sahibi olamayışının acısını öyle bir yansıtmış ki tabloyu ağlatmış.

Zemin katta bir oda ve evin mutfağı var. Oda  Leo Trotsky ve eşinin kaldığı odaymış.Üzerinde tığ işi yatak örtüsü, kanaviçeli kırlentler, yatağın başucunda Frida’nın o meşhur kırmızı şallı fotoğrafı.

Evin mutfağı sarı lacivert ağırlıklı. Nasıl renkli, nasıl çocuksu, nasıl sıcak bir mutfak. Merdivenle yukarı çıkıyorum. Büyükçe bir çalışma salonu. Boydan boya camlı aydınlık bir salon.Kütüphane de kitapları, tekerlekli sandalyesi, paleti, boyaları, şovalyesi olduğu gibi duruyor.

Dışarıya açılan kapı ve bahçeye inen merdivenin başına yatak konmuş. Kapı açılınca yattığı yerden tüm bahçeyi görsün, o uzun yatma dönemlerinde biraz olsun oyalansın diye. Yatağın tavanında ayna, duvarında Lenin’in resmi var.

Bitişiğindeki oda da ise yatak odası.Kırmızı şalı ve korsesi bıraktığı gibi duruyor. Ah Frida, ah dostum. Yaşasaydın, yaşıtım olsaydın ya da ben dünyaya daha erken gelseydim ne güzel arkadaş olurduk. Politikadan konuşur, sanatçıların dedikodusunu yapar, Diego’nun çapkınlıklarını çekiştirir birlikte küfür eder dertleşirdik. Ben senin sigarana laf ederdim, sen “Sıkıyorsa şu korsenin içine gir de bir saat kal bak bakalım o zaman sen ne içerdin?” diye çemkirirdin. Dokunsalar ağlayacağım. Sanki dostum beni bırakıp gitmiş, öksüz kalmış gibiyim. Evşen “Herkes seni bekliyor” diye sesleniyor. Beklesinler. Ben onca yolu sırf bu anı yaşamak için gelmişim.

Müzenin hediyelik eşya satan bölümü benim için tam bir hayal kırıklığı oluyor. Satıcı kızların lakayt tavırları içimi sızlatıyor. Bunlar nasıl bir yerde çalıştıklarının farkında mı acaba?

Kahlo Müzesi’nden sonra bir başka müze evi ziyaret ediyoruz. Leon Trotsky’nin ölümüne dek ikamet ettiği eve giriyoruz. Leon Trotsky Sovyet Devrimi’nin unutulmaz isimlerinden birisi. Devrimin teorisyenlerinden olup, “Proleterya  Diktatörlüğü’nü işçi sınıfının hakimiyetini sağlayan bir araç olduğunu söyleyen, sosyalist toplumdan, sınıfsız topluma geçmek için diktatörlükten arınmak gerektiğini vurgulayan kişi. Her diktatörlük gibi, proleterya diktatörlüğünün de yıkılmaya mahkum olduğunu söyleyen Trotsky’yi tarih haklı kıldı.

Lenin’in ölümünden sonra Stalin iktidarı döneminde  yönetimin sertleşmesi, parti içi demokrasinin yerle bir olması,Stalin’in parti yönetimine kendi yandaşlarını yerleştirmesi hele ki Adolf Hitler ile Stalin’in saldırmazlık paktı imzalaması Trotsky ile Stalin’in ipleri koparmasına yeter de artar. Trotsky önce partiden atılır, sonrada sürgüne gönderilir. Trotsky’nin sürgün yıllarının ilk durağı İstanbul Büyükada’dır 1929 yılından 1933 yılına kadar burada kalır. Daha sonra kısa bir süre Fransa ve Norveç’de kaldıktan sonra 1935 yılında Meksika’ya gider. Önce karısı Natalia Segova ile birlikte  Coyoacan’da ki Kahlo’lara ait Mavi Ev’de kalırlar daha sonra da gene aynı bölgede  Viena ile Morelos sokağının kesiştiği köşedeki eve taşınırlar.

Ev kale gibi. İki köşesinde gözetleme kuleleri inşa edilmiş. Ana giriş kapısı ve pencereler tuğlalar ile örülmüş. 24 mayıs 1940 yılında Stalin taraftarı ressam Siquerios’un örgütlediği 200 kişilik bir grup eve saldırmış, bütün duvarlar delik deşik olmuş. Saldırısı sırasında Trotsky’nin korumalarından Robert Sheldom Harte hayatını kaybetmiş. Onun anısına öldüğü yerde bir plaket var.

Saldırıdan sonra evdeki güvenlik önlemleri iyice artırılmış. İç kapılar bile 100 cm den tuğla ile örülerek 70 cm’ye düşürülmüş. Ev değil sanki hapishane, arada bir pikniğe gidiyorlarmış ama o da koruma ordusu ile. Trotsky vaktinin çoğunu okuyarak ve de yazarak geçiriyormuş, gerçi ziyaretçisi de eksik olmuyormuş.Bu arada en büyük eğlencesi ise bahçedeki tavşanları beslemekmiş.

Ev böyle dışarıya karşı korunurken; Trotsky’nin özel sekreterinin erkek arkadaşı peyda olmuş. Trotsky adamdan hoşlanmamış. Sekretere de söyle gelip durmasın demiş. Gel gör ki korkunun ecele faydası yok. Hava yağmurlu değilken bahçe kapısından yağmurlukla erkek arkadaş Ramon Mercader içeri girmiş.  Natalia Segova’nın “Hava yağışlı değildi.Yağmurluklu olması tuhafıma gittiydi.Sanki yağmurluğun altında da bir şey saklıyordu ve telaşlıydı” diye, anlattığına bakılırsa Natalia’nın da basireti bağlanmış. Ramon Mercader Trotsky’nin çalışma odasına dalmış. Odada epey bir boğuşma olmuş ama Mercader arkadan dolanarak buz kıracağını Trotsky’nin kafasına indirmiş. Trotsky saldırıdan sonra ağır yaralı olarak kanlar içinde hastaneye kaldırılmış ve bir gün sonra 21 Ağustos 1940’da hayatını kaybetmiş.

 Eşi, bu olaydan 20 sene sonra vefat etmiş ve ölünceye kadar Meksika’da yaşamış. Trotsky’nin Rusya’da kalan çocukları sürgünlerde, çalışma kamplarında ya hastalanarak ya da intihar ederek ölüp gitmişler. Stalin deyim yerindeyse köklerini kazımış. Sadece torunlarından biri Meksika’da yanlarındaymış. O da halen Meksika’da başka bir isim altında  yaşamaktaymış ve de 85 yaşlarındaymış. Trotsky’nin katiline gelince; 20 yıl hapis yatıktan sonra serbest kalmış. Kendisine “Sovyetler Birliği Üstün Hizmet Madalyası” verilmiş. Ne hikmetse o da bir daha Rusya’ya dönmemiş.

Evi gezerken duvardaki resimler ve altlarında ki hikayeler hepimizi hüzünlendiriyor . Devrim evlatlarını yermiş. Evin mutfağını, banyosunu, yemek yedikleri masayı gezdikten sonra cinayetin işlendiği odaya gelince heyecanlanıyoruz. Tarihin en önemli olaylarından birinin olduğu mekandayız. Daha sonra kütüphaneyi geziyoruz. 1931 yılında Büyükada’da ki evde çıkan yangından kurtarılan ansiklopediyi bile yarı yanık sayfalarıyla camekan içinde sergiliyorlar. Bu arada buraya gelen Türk ziyaretçiler tarafından bırakılmış Trotsky ile ilgili beş adet Türkçe kitapla karşılaşıyoruz. Trotsky’nin Büyükada günlerine ait gerek resim altlarında gerekse belgelerde Prinkipo yazılması garibimize gidiyor.Rehbere adanın adının “Büyükada” olduğunu, neden Rumca isimle anıldığını anlayamadığımızı soruyoruz. O da Müze hazırlanırken bilgisine başvurdukları kişilerin “Prinkipo” dediğini söylüyor. Hişşttt Meksika Büyükelçiliği  uyuma.

Evin bahçesinde orak çekiç işlenmiş anıtın üzerine Leon Trotsky yazıyor. Anıtın alt tarafında Leon Totsky ile eşi Natalia Sedova’nın isimleri  ile doğum ve ölüm günlerini yazan bir plaket var. Anıtın yanında da kızıl bayrak.

Trotsky’nin yaşadığı müze evden sonra bu sefer Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan bir Meksiko geleneğini yaşatan,  yüzen bahçeleriyle ünlü Xochimilco’ya  (Şoçimilko okunuyor) gidiyoruz. 

Daha önce de bahsettiğim üzere Meksiko City,  bir zamanlar gölmüş ve Aztekler,  başkentleri Tenochtitlan (bugünkü Meksiko City) kentini,  gölün üstündeki bir adanın çevresine yapay adacıklarla inşa etmişler,  ve bu adacıkları tarım arazilerine dönüştürerek  yiyecek ihtiyaçlarının  büyük kısmını bu yolla sağlamışlar. Azteklerin kullandığı Nahuatl dilinde Xochimilco “Çiçek Diyarı” anlamına geliyormuş. Adacıklar da çiçek seralarından başka bir şey yok zaten.

Bu adacıklar arasındaki kanallarda geleneksel bir tekne olan “Trajinera” ile dolaşıyoruz.Kanalların uzunluğu toplam 170 km yi buluyormuş. Dokuz adet rıhtıma bağlı iki yüzden fazla  tekne varmış. Her bir tekneye kadın ismi verilmiş. 

Öğle yemeğini teknede yiyoruz. Kağıt kebabı yapmışlar. Tekne kanal boyunca ilerlerken kuşların, etrafın resmini çekiyoruz. Gerçi manzara pek iç açıcı değil, sefalet diz boyu. Bahri “ Böylesi bir sefalet için üste para verdiğime inanamıyorum” diyor. Tekne dar kanaldan çıkıp daha geniş bir kola giriyor. Bizim gibi tura çıkmış onlarca tekne ile karşılaşıyoruz. Bu arada bazı teknelerde tekstil ürünleri, hediyelik eşya satılıyor. Satıcı tekneleri bizim tekneye yapışıyor, pazarlık başlıyor. Bu hiç bir şeymiş, biraz sonra Mariachi  teknelerinden biri bizim tekneye yapışıyor. Solist ve trompetçi bizim tekneye atlıyor ve Mariachi konseri başlıyor. Bütün bildik parçaları söylüyorlar. Bahşiş almadan da bizi bırakmıyorlar. Bu kadar renkli bir gezi olacağını tahmin etmemiştik. Bahri bile sonunda keyif alıyor

 Turun bitimini takiben geleneksel panço, bluz öte beri satan pazara uğruyoruz. Turun da son günü olması nedeniyle fiyatları da ucuz bulunca onu da alıyoruz, bunu da alıyoruz. Dönüşümüzde evimizde çalışan kadınların bile birer adet Meksika Bluzu oluyor.

 Alış verişten sonra NH Centro Historico Oteline giriş yapıyoruz. Evimize gelmiş gibi seviniyoruz. Odalara yerleştikten sonra Restaurant La Fonda del Recuerdo’ya gidiyoruz. Burası bizim Kervansaray tarzı turistik bir yer. Canlı müzik ve de Meksika dansları eşliğinde yemek yiyoruz. Gösterileri öyle çeşitlendirmişler ki sahnede horoz dövüşü bile yapılıyor.

Meksika’ya Veda yemeğimizden sonra otele dönüyoruz.Bavul hazırla, alınanları oraya buraya tıkıştır yorgun düşüyorum.

10 Kasım 2011 Perşembe

Sabah kahvaltıda bugün 10 Kasım diyoruz. Atamızın ölüm yıl dönümü. Aramızdan ayrılalı 73 yıl olmuş. Hepimiz ayağa kalkıyor ve saygı duruşunda bulunuyoruz. Özelikle kadınlara verdiği haklar  için kedisine şükran duyuyoruz. Onun gösterdiği yoldan giderek okuyan ve kendi parasını kazanan kadınlar adına kendisine bir kez daha rahmet diliyoruz. Grubumuzun çoğunluğu kadın ve bir başına buralara geldiysek, onun sayesinde geldik.

Kahvaltıdan sonra hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Bahri akşam uçağı ile dönecek olduğu için biz havaalanına giderken o arkamızdan el sallıyor. Havaalanın da vaktimiz bol olunca bir alışveriş furyası da orda devam ediyor. Hatıra tişörtler, içki, kahve ıvır zıvır ile gene ellerimiz doluyor.

Meksika saati ile 12:30 da uçağımız havalanıyor. Artık pilot kestirme yoldan mı gidiyor, yoksa gaza fazla mı basıyor bilemiyoruz. Mexico City- Madrit arası 10 saat sürüyor.

11 Kasım Cuma günü Yerel saat sabahın körü, saat 04:30 da Madrit Havaalanı’na iniyoruz. Beş saat   uykusuz, yorgun argın  havaalanında resmen sürünüyoruz.Saat 11:00 gibi uçağa alınıyoruz. Akşamüstü Türkiye saati ile 16:00 da istanbul’a varıyoruz.

Bir yandan bavulları beklerken diğer yandan birbirimizle vedalaşıyoruz. Gezi bitti ama ben de bittim. Hasta hasta  ilaç takviyesi ve moral ile geziyi tamamlıyorum. Hiç bir şeyden de kusur kalmadım ama çektiğimi de bir ben bilirim. Ne diyeyim buna da şükür.

Feryal Bekdik

2011 Aralık

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AH LENİN AH

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024