YUNANİSTAN BOYDAN BOYA NİSAN 2024
YUNANİSTAN BOYDAN BOYA (05-14 NİSAN 2024)
Her şey Sibel’e “Bayramda ne yapıyorsunuz?” diye telefon
etmemle başladı. Programımız yok deyince “Ankara’ya gelin” dedim. Özlem bütün
bayram Ankara’da olmayalım deyince, Ankara’da iki gün kalıp Antep, Göbeklitepe, Mardin
dolaşalım, Amasya’da işi bitirelim diye güzel bir yol haritası çıkardık.
Dördüncü kişi olarak da Mine’ye teklif ettik. Mine bütçe çıkarın, yurt içi
geziler ucuz olmayabilir dedi. Otellere baktık. Nusaybin’de bir gece dört kişi
8.000 TL’den başlıyor. Diğer şehirlerde de fiyatlar aşağı yukarı aynı. Yeme
içme, benzin masrafı derken bizim gezi kişi başı 60.000 TL’ye çıkacak. Özlem “O
parayı vereceğimize Yunanistan’a
gidelim, fiyat olarak dörtte birine mal ederiz” dedi.
Karar verildi. Program yapıldı. Gezi İzmir’den başlayacağı
için ben, uçakla İzmir’e gidecek, bir gece Mine’de kaldıktan sonra ertesi gün
yola çıkacaktık. Ben uçağa binmeden bir gün önce Mine aradı, canı sıkkın sesi iyi gelmiyordu. Mine’ye “Ben her halükarda
sana geliyorum. Gelince konuşuruz” diyerek telefonu kapattım.
Ertesi günü İzmir’e indikten sonra Sibel ile buluşarak, Mine’ye gittik. Hava değişsin diye Mine’yi de alıp akşam yemeğine gittik. Mine bizimle birlikte seyahate gidecek durumda olmadığını söyledi. “Bayramda seni bu halde buralarda bırakıp hiçbir yere gitmiyoruz” dedik. “Seyahat sadece eğlence değil ki, yollarda arınırsın, derdini sağaltırsın, ” diye önce sakin sakin konuştuk. Sonra da seni döve döve arabaya bindiririz, hazırlan diye baskıyı artırdık.
Ertesi günü, kahvaltı için alış verişe çıktık.
Flamingoların olduğu su kenarından geçerken, “Durdur arabayı” dedim. Arabayı
kenara çekti. “İn arabadan, git akan suya derdini anlat” dedim. İkiletmeden
indi. Suyun kenarında hem dua etti, hem ağladı. Su ona iyi geldi. Kızım su
şifadır, boşuna dememişler “Su akar,
deli bakar” diye.
Arabaya bindiğinde kendisini daha iyi hissettiğini söyledi.
Bayram günü kimse gelip gitmez, sen bizle gel demelerimiz aklına yatmaya
başladı. Akşam bavulunu birlikte hazırladık, kafası dağınık olduğu için, neyi
alacak, neyi almayacak birlikte karar verdik.
05
Nisan 2024 Cuma
Sabah kahvaltıdan
sonra Özlem ile Sibel tam vaktinde geliyorlar. Sibel her zaman ki gibi “Köseoğlu
Turizm hizmetinizde” diyerek, su şişelerini dağıtıyor, kuru yemiş torbalarını elimize
veriyor. Köseoğlu Turizm’de hizmette sınır yok.
Yolda giderken, Mine’nin Almanya da yaşayan kızı arıyor.
Türkiye’de gireceği sınav için başvuruda bulunurken, internet nüfus bilgileri
uyuşmuyor diye uyarı veriyormuş. Annesine “Niye evde değilsin, en ihtiyacım
olduğu anda yoksun, bu konu benim için ne kadar önemli “ diye saydırıyor da
saydırıyor. Mine’nin zaten sinirleri alt üst, bir de üstüne bu kriz çıkınca
Mine ha ağladı ha ağlayacak. Üzülme diyoruz., Çanakkale’de Nüfus Müdürlüğü’ne
gider hallederiz diyoruz. Çanakkale Nüfus Müdürlüğü’nde bir sıra var, akşamı
burada edeceğiz görünüyor. O ara müracaatta ki bir hanım, şef ile görüşün diye
akıl veriyor. Şefin kapısı açık, dalıyoruz içeriye. Mine artık olayı tamamen
bana bırakıyor, şefe durumu anlatıyorum. Şef hanım, vatandaşlık numarasıyla
kızımızın sayfasına giriyor, “Uyuşmayan herhangi bir kayıt yok, başvurduğu
kurumun sayfasında sorun var anlaşılan” diyor. Teşekkür edip çıkıyoruz.
Kızımızı arıyoruz, hakikaten de kurumun sayfası
yenileniyormuş, boşuna bizi telaşa soktuğu ile kaldı.
Çanakkale Köprüsü’ne varmadan benzincide karşı tarafa doğru
dua ediyoruz. Tüm şehitlerimizi minnetle anıyoruz. Çanakkale 18 Mart
Köprüsü’nden geçerek Avrupa’ya ayak
basıyoruz. Akşamüstü İpsala gümrük kapısından Yunanistan’a geçiyoruz.
Programa göre ilk durağımız İskeçe (Xanthi). İskeçe’yi daha
önce Haluk ile gezmiş, Üniversite’nin karşısında ki Elliso Otel’de kalmış,
Amaltheia Tavern’de yemek yemiştik. Doğrudan Elisso Otel’e gidiyoruz. Gel gör
ki o güzelim otel pandemide kapanmış.
Karnımız çok aç, bu sefer Ameltheia Restoran’ı arıyoruz.
Neyse restoran da, restoranın lezzeti de yerinde duruyor. Restoranın bahçesinde
karnımızı doyurduktan sonra, Sibel ile otel arayışına giriyoruz. Orfeas Otel’i
gözümüze kestiriyoruz. Otelin otoparkı da var.
Otele yerleştikten sonra, şehri turlamaya çıkıyoruz. Saat
kulesinin olduğu Dimotratias meydanına bakan La Piazza kafede, tatlı yiyor, çay
kahve içiyoruz. Bu günlük bu kadar yeter diyerek otele dönüyoruz.
06
Nisan 2024 Cumartesi
Sabahleyin Lokma Kafe’de kahvaltı ediyoruz. Gündüz gözüyle
şehri gezmeye başlıyoruz. İskeçe Pazarı’nı geziyoruz. Yürüyerek Eski Şehirde
dolaşıyoruz. Her yer kafe ve her yer tıklım tıklım dolu. Daha önceki gelişimde
hayran kaldığım Kuyumcuoğlu Konağı’na gidiyoruz. Özlem, “Ben kafelerden birinde
yer bulup oturacağım” diyor, ben konağı daha önce gezdiğim için “Sokakları
dolaşacağım” diyorum. Kızlar konağa giriyorlar.
İskeçe’yi tanımak için biraz tarihe göz atmak gerekiyor. İskeçe,
Padişah I. Abdülmecit döneminde, 1839’da Tanzimat Fermanının imzalanması ve
1856’da Kırım Savaşı’nın sonlandırılmasından sonra, önem kazanmaya başlamış.
Anlaşma gereği tütün idaresi devlet tekelinden çıkıp özelleştirilmiş ve 1860
yılından 1930 yılına kadar, tütün ticareti yüz büyük ailenin eline geçmiş.
Bu ailelerin kimi, İstanbul’dan kimi Selanik’ten gelmiş.
Kimi Hristiyan, Yahudi, Ermeni kimisi de Müslüman ailelermiş. Bunlar, İskeçe’yi tütünün
başkenti yapan dönemin yatırımcılarıymış.
Tütün tüccarları, İskeçe’de antik şehir bölgesinde 100
tütün mağazası ve bugünkü modern şehrin olduğu bölgede de fabrikalar inşa
etmişler. Köylüler köylerinde tütünü ekmişler, fabrikalarda ise dışardan gelen
işçiler çalışmış. Fabrikaların kurulması ile işçi sınıfı ortaya çıkmış,
dernekler, Yunan, Ermeni, Yahudi gibi cemaatler oluşmuş.
İskeçe 1860’dan II.Dünya Savaşına kadar zengin bir hayat
sürmüş. 1900 yılında dört konsolosluk, üç banka, hastane, iki tiyatro ve sinema
bulunmaktaymış. Ayrıca, elektrik üreten fabrikalar, araba tamirhaneleri ve 53
otel bulunmaktaymış.
Kuyumcuoğlu Konağı’da bu yüz aileden birine ait, baba iki
oğlu için birbirinin benzeri iki adet konak yaptırmış. Bodrum katta
hizmetliler, giriş katında salon ve mutfak, bahçede hamam. Üst katlarda yatak
odaları. Evlerin tuvaletleri de içerde. Seramik klozetlerin içi dışı çiçek
resimleri ile boyanmış.
Giriş katındaki salonun ortasında vaktiyle bir kayar kapı
varmış. İki elti arasında gerginlik yaşandığında kayar kapı ile salon
bölünüyor, birbirlerini görmeden birkaç gün geçiriyorlarmış. Hamam ortakmış,
daha sonra ikinci bir hamam daha yapılarak hamam anlaşmazlığına da çözüm
bulunmuş.
Müzede o devre ait fotoğraflar,
metinler, objeler sergileniyor. Dokuma tezgahının başında iki İskeçeli kadın
oturmakta. Bunlardan biri Hristiyan, diğeri Müslümanmış. İkisinin üzerinde aynı
renk, aynı desen kıyafetler var.
Konakta piyano da mevcut. Bu tarz evlerin hepsinde çocuklara Fransızca ve piyano dersi aldırılıyormuş. Yatak odası tavanları boyalı. Para bol olunca Avrupa’dan ressam getirtip, çizdirmişler. Kuyumcuoğlu Konağı günümüzde Halk ve Tarih Müzesi olarak kullanılıyor. İçinde zaman zaman da etkinlikler yapılıyormuş. Daha önce geldiğimde çocuklar ile bir etkinlik yapılıyordu. Etkinliğin adı da “ Resimlerimiz ile Savaş Çıkartanlara Gol Atıyoruz” du.
İkinci Dünya Savaşı’nda ekonomi çökmüş. Halk arasında “Her
kim tütün (smoking) satarak para kazandıysa, savaştan sonra paraları duman
(smoke) oldu” denmekteymiş.
Bugün İskeçe’de yeni topluluklar, farklı gruplar gene mevcut. Hristiyanlar, Ortadokslar, Katolikler, Yehova Şahitleri, Sünnisi, Şiisi, Bektaşisi ile Müslümanlar bu küçücük şehri, kültürel anlamda zengin kılıyormuş. İkinci Dünya harbinde giden Yahudiler geriye dönmemiş. Sinagogları kalmış yadigar.
Ben gezip dolaşmayı bitirirken, kızlarda konaktan
çıkıyorlar, birlikte Metropolitan
Meydanı’nda ki kiliseye gidiyoruz. Kızlar mum dikme, dua etme ritüelini burada
da yapıyorlar. Meydanın etrafını gezerken Rum ve Türk mimarisi ile yapılmış
evler görüyoruz. Birinin balkonundan diğerinin cumbasına, “Al komşu bu da size”
diyerek. tabak uzatılırmış. Bu denli iç içe yaşamışız .
Gölge Evi’nin önünden geçiyoruz.. Pek ilginç gelmiyor. Kafede oturan Özlem’in yanına oturuyoruz. Bir şeyler içip bu sefer farklı bir yoldan arabamıza gidiyoruz .Azize Sofya Kilisesi’nin önünden geçiyoruz. Yol üzerindeki parkın sonunda İkinci Dünya Savaşı’nda ölen İskeçelilerin isimlerinin yazılı olduğu anıtı görüyoruz.
İskeçe’ye 25 km uzaklıkta ki Porto Lagos’a gidiyoruz. Porto Lagos, Vistonida Gölü ile Ege Deniz’inden ayıran kıstak üzerinde bir balıkçı köyü. Buraya adını İtalyan gemiciler vermiş. (Lagün Limanı). 1850 yıllarında Kavala’dan bile önemli bir limanmış. Yunan ve Rus gemi acenteleri, sigorta şirketleri, Fransız ve Avusturya-Macaristan Konsoloslukları bulunmaktaymış. Günümüzde ki nüfus ise 550 kişi kadarmış.
Porzo Kalli restorana oturuyoruz. Kalamar, karides, midye dolma ve daha neler neler yiyip Uzo dahil 60 Euro ödüyoruz. Önce inanamıyor 600 falan olmasın diyoruz. Yok 60 Euro. Denizin kenarında şahane bir meze-rakı ve kişi başı beş yüz TL hesap ödüyoruz.
Yemekten sonra biraz yürüyüş yapıp Selanik’e doğru yola
çıkıyoruz. Akşama doğru Selanik’e varıyoruz. Sibel, Neo Poli semtinde Stone
Housse-2 diye bir yerden ev buluyor. Navigasyon bizi şehir merkezine götürüyor.
Kapı numarasından büyükçe bir apartmanı buluyoruz. Yok, biz yanlış
gelmişiz. Neo Polie başka yerdeymiş.
“Eyvah” diyorum, benin bildiğim yer ise çok uzakta. Navigasyonu tekrar
ayarladığımızda on dakika gösteriyor. Neyse sonunda buluyoruz. Sokak arasında
giriş katı. İçeriye giriyoruz ki mimar eli değdiği her halinden belli çok güzel
bir apartman dairesi ile karşılaşıyoruz. Üç oda, bir salon, iki banyo. Çarşaflar yeni,
havlular yumuşacık.
Kimse de yemek yiyecek hal yok. Çay koyup, küt oynuyoruz. Sonra
da güzelce uyku çekiyoruz.
07
Nisan 2024 Pazar
Sabah, Sibel ile Özlem dinlenmeyi tercih ediyorlar. Mine
ile birlikte valizleri hazır edip, Sibellere bırakıyoruz. Şehirde buluşacağız.
Mine ile taksiye binerek Aya Dimitri Kilisesi’ne gidiyoruz. Aya Dimitri Kilisesi,
Selanik’te şehrin koruyucusu Selanikli Aziz Dimitri’ye adanmış Bizans devrinden
kalma kilise. Her gelişte uğruyoruz. İçeri giriyoruz ki Pazar ayini var. Ayinin
sonuna kadar kalıyoruz. Ayazmada yüzümüzü yıkıyoruz. Mine elinde mumlar,
dünyanın bütün aziz ermiş, neyi var neyi yoksa hepsine adaklar adıyor.
Kiliseden sonra Atatürk’ün doğduğu eve gidiyoruz. Bu
dördüncü gelişim, Mine’de daha önce gelmiş. O kadar kalabalık ki bahçede biraz
oyalanıp, nasıl olsa daha önce görmüştük deyip evden çıkıyoruz.
Sahile doğru yürürken, Rotunda’nın karşısındaki, Aziz Grigorios
kilisesine giriyoruz. Küçük bir kilise, Mine buraya da mum yakmadan edemiyor.
Rotunda’nın önünden geçerken; içinde çok güzel fresklerin olduğu kiliseyi
Mine’nin görmesini istiyorum. Ben bahçede geleni geçeni seyrederken Mine gezip
geliyor.
Zafer Takı’nın yanında fotoğraf çektiriyoruz. Sahilde Beyaz
Kule görünüyor. Mine’ye sen kuleye gir ben Garçon Restoran’da bizimkiler ile
buluşacağım diyorum. Kordon Boyu yoluma devam ediyorum. Gittiğimde bizimkiler
gelmiş, çok geçmeden Mine’de geliyor. Kule önü çok kalabalıkmış ve kuyrukta
beklemek istememiş. Restoranda bir şeyler atıştırdıktan sonra yola çıkıyoruz.
Larissa şehrine uğruyoruz. Şehrin ana caddesini boydan boya
geçip, parklarda oyalanıyoruz. Pazar günü olduğu için etrafta kimseler yok.
Sadece kafelerde gençler toplaşmışlar. Bu kadar Larissa yeter diyerek Volos’a
doğru hareket ediyoruz.
Akşamüstü Volos’a vardığımızda Sibel, denize yakın Hotel
Roussa’dan yer ayırtıyor. Odalar çok küçük ama nasıl olsa bir gece kalacağız
diye önemsemiyoruz.
Eşyaları odaya bırakıp, deniz kıyısından limana doğru yürüyoruz. Sahil boyunca çok hoş heykeller konmuş. Yatları seyrede seyrede kızların internetten bulduğu restorana gidiyoruz. Lepi restoran çok hoş ve sıcak bir mekan. Kalabalığa rağmen şansımıza boş bir masa olduğunu görüyoruz. Yemekleri sipariş ediyoruz. Buranın Uzosu Çipuro ve yan masadaki kalabalığın eğlencesi eşliğinde güzel bir gece daha geçiriyoruz.
Yemekten sonra Volos sokaklarını geziyor, tatlıcıda geceyi
noktalıyoruz.
08
Nisan 2024 Pazartesi
Sabahleyin Sibel’in telefonunda problem çıkıyor. Bunun
üzerine akşam nasıl olsa keşfettik diyerek tekrar Volos çarşıya gidiyoruz.
Yerel hat alıp iletişim sorununu hallediyoruz. Dükkanlar 14:00 de kapanıyor.
Daha sonra akşamüstü tekrar açılıyormuş. Siesta zamanından taviz vermiyorlar.
Kapanmakta olan bir dükkandan ayakkabı beğeniyoruz. Bir dakika bile
toleransları yok, kapandık diyor, kestirip atıyorlar.
Volos’tan ayrılıyor, Magrinitsa’ya gidiyoruz. Burası bizim
Şirince’ye benzeyen tarihi bir dağ köyü. Yol çok kötü, sel nedeniyle yolların
yarısı gitmiş. İstinat duvarları kağıt gibi yırtılıp uçurumdan aşağıya
yuvarlanmış. Neyse sonunda Magrinitsa’ya varıp girişteki otoparka arabayı
bırakıyoruz. Özlem gelmek istemiyor Kabus gibi yolculuktan sonra arabada kalıp,
telefonda oyun oynayarak kendine gelecek.
Aslında Portaria
üzerinden gelseymişiz yol düzgünmüş, biz ne zaman onarılacağı belli olmayan,
şimdilerde kullanılmayan o berbat yoldan nasıl gelmişiz?
Magrinitsa çok şirin bir köy. Hediyelik eşya dükkanları, köy meydanı, meydanda kilisesi ve şahane manzarası ile görülmeye değer. Magrinitsa’nın en önemli özelliği evlerin çatılarında kiremit yerine taş plakalar kullanılmış.
Meydanda ki asırlık çınarda fotoğraf çektiriyoruz. St Jhon Kilisesi’ni geziyoruz. Sonra da iyice uca doğru gidip bir taş evin terasında Volos’a ve denize karşı çay ve kahve içiyoruz.
Arabaya vardığımızda Özlem’e dönüşte aynı yoldan
gitmeyeceğiz deyince, “İnşallah öbür yolu aramayız” diyor. Portaria üzerinden
normal yol şartlarında aşağıya iniyoruz. Oh dünya varmış.
Artık Atina’ya gidiyoruz. Yolda Flocafe’de mola veriyoruz.
Sibel’e “Kızım Atina’da üç gün kalacağız, doğru düzgün bir yer bul” diyoruz.
“Tamam, bu sefer çok güzel yer buldum” diyor. Ev Pire
Limanı’na yakın bir yerdeymiş. Mesafe
olarak araba ile on beş dakika bile değilmiş. Atina’ya vardığımızda Olimpiakos Stadı’nın
etrafında dön dolaş adresi bulamıyoruz. Ev sahipleri de evi akşam vereceklerini
söyleyince bari Pire Yat Limanı’na hava kararmadan gidip, gündüz gözüyle limanı
görelim hem de akşam yemeğini yiyelim diyoruz.
Pire Yat Limanı’nda arabayı park ediyoruz. Araba için
otopark parası istiyorlar. Kafe’de yiyip içersek park parası almıyorlarmış. Biz
de bir tuhafız, sekiz Euro otopark parası vermemek için Kafe’ye oturup bir
şeyler içiyoruz ve on beş EURO ödüyoruz.
Sonra da kalkıp limanı dolaşıyoruz.
Pire Yat Limanı, asıl büyük limanın güneyinde küçük bir koyda bulunuyor. Bizim Eski Foça’ya benziyor. Çok temiz, çok düzgün bir yerleşim. Gezerken acıkıyoruz ve Çarotaverna’yı gözümüze kestiriyoruz. Yemekler şahane, ΒΑΡΒΑΓΙΆΝΝΗ(Varvayani) Uzo daha da şahane. Karnımız ve gönlümüzü doyurduktan sonra, arabayı alıp kalacağımız adresi bulmaya gidiyoruz
Bu sefer Stadyumunun önündeki caddeyi devam ederek ilerliyoruz, kalacağımız evi kolayca buluyoruz. Kalacağımız yer sokak içinde üç katlı bir evin orta katı. Evin sahibi, Atina Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde dekanlık yapmış, emekli bir öğretim üyesiymiş, şimdilerde çok yaşlı olduğu için tekerlekli sandalye kullanıyor ve merdiven inip çıkamadığı için giriş katında yaşıyormuş. Orta katı da kiraya vererek, bakıcı ve bakım masraflarını karşılıyorlarmış. Klasik tarzda döşenmiş, duvarda tablolar, antika eşyalarla dolu bir salon, kütüphanesinde sanat kitapları olan bir ev. Salon kadarda mutfağı var. Doğrusu bu kadarını beklemiyorduk. Odalarımıza yerleşip hemen yatıyoruz.
09
Nisan 2024 Salı
Sabahleyin Mine ile markete gidiyoruz. Üç gün kalacağımız
için, ona göre kahvaltılık ve sebze meyve alış verişi yapıyoruz. Kahvaltıda menemen bile yapıyoruz. Uzun uzun kahvaltı ve sohbetten sonra,
çevremizi tanıyalım yürüyüşü yapıyoruz. Bizimkiler kahve tiryakisi olduğu için
Beato Kafe’de çay ve kahve molası veriyoruz.
Özlem evde kalmak istiyor. Bizde arabayı alarak Atina
merkeze doğru gidiyor, Akropol yakınında bulduğumuz otoparka aracı park
ediyoruz. Kızlar daha önce Akropol’ü gezmişler. Beni Akropol’ün kapısında bırakarak
Plaka’yı gezmeye gidiyorlar. Ben, Akropol’ü ve Akropol Müzesi’ni gezdikten
sonra onlarla buluşacağım.
Odeon’un yan tarafından girişe yöneliyorum. Geri döndürüyorlar. Bilet gişesi aşağıdaymış. Upuzun kuyrukta sabırla bekliyorum. Yarım saatte sıra geliyor ve bileti alıp kapıdan geçiyorum. Tepeye tırmanmak için hep uzun ve yorucu yoldan gidildiği söylenirdi, bana yol çok kısa geliyor.
Yol üzerindeki bir tabelada, Akropol’de ki engelliler için yapılan asansör, yürüyüş yolu ve aydınlatmanın Onassis Vakfı tarafından yapıldığı yazıyor. Hey gidi Onassis, bir zamanların en zengin adamıydı, suikaste kurban giden Amerikan cumhurbaşkanı Jhon Kennediy’nin dul karısı ile evlendiğinde basını epey meşgul etmişti. Oğlu uçak kazasında vefat etmiş, biricik kızı da genç yaşında kalp krizinden ölmüştü. Tüm miras toruna kalmış ama vasiyet gereği serveti vakıf yönetiyormuş. İşte o vakıf bu vakıfmış.
Kayrak taşlarından yapılmış yaya yolundan tırmanarak
kendimi Propilon’un (Anıtsal giriş)
önünde buluyorum. Bu anıtsal giriş, Pers Savaşları'nın
sonunda zarar gören Akropolü yeniden
inşa etmek isteyen Atina lideri Perikles tarafından
yaptırılmış. Anıtsal girişin hemen sol tarafında ki Hymmetian mermerinden (Yunanistan'ın
Atina yakınlarındaki Hymettus Dağı'ndan çıkarılan paralel gri çizgili mavimsi
beyaz mermer) kaide görüyorum. Kaidenin yüksekliği 8.90 metreymiş. Kaidenin
üzerinde, Romalı general ve siyaset adamı Agrippa Marcus Vipsanius’un at
üzerinde heykeli varmış. Kendisi aynı zamanda Naulchus ve Actium deniz savaşlarını kazanmış bir
komutanmış. Octavianus, Augustus olunca Agrippa'yı kızı Julia ile evlendirmiş
ve ona prokonsül (Antik Roma'da konsül olarak
bir yıl görev yaptıktan sonra belirli Roma Eyaletlerinde Vali olarak görev
yapan kişi) olarak tayin etmiş. Heykel Agrippa’nın öldüğü MÖ 12 yılında yerine
konmuş.
Sağ taraftaki kaide üzerinde ise M.Ö ikinci yüzyılda
yapılmış, Bergama Kralı Eumenes II ya da Attalus II’ye ait olduğu sanılan savaş
arabası süren asker heykeli varmış. Bugün kaideler yerinde duruyor ama
heykeller ne yazık ki ortada yok.
Anıtsal
girişin sağ tarafında Athena Nike Tapınağı var. Tapınağın kısa tarafında önde
ve arkada dört adet iyon stili sütunlar ve revaklı yapı görülüyor. Friz ( Mimarlıkta
taban kirişi ile çatı arasında kalan, kabartmalarla bezeli ya da düz şerit.
Antik Roma ve Yunan mimarîlerinde sıklıkla kullanılmışlardır) üzerinde Platea
Savaşı’ndan( MÖ 479 yılında Antik
Yunanistan’da yapılan son büyük Yunan-Pers savaşı) sahneler
resmedilmiş.
Partenon
MÖ beşinci yüzyılda yapılmış, Tanrıça
Athena’ya adanmış bir tapınak. Partenos, kelime olarak bakire demekmiş.
Tapınağın en büyük özelliği eninin boyuna oranı altın orana yakınmış. Altın
oranın uygulandığı ilk binaymış. Kısa tarafında 8 uzun tarafında 17 sütun var,
hepsinin sütun başlıkları dor stili. Athena Tapınağı Persler tarafından
yıkılmış, yerine Partenon yapılmış. Osmanlı zamanında cami olmuş, bugün yerinde
yok, minare bile yapılmış. Venedikliler zamanında o da bugün yerinde yok çan
kulesi yapılmış. Tapınakta ki heykeller ise British Museum’da. İngilizler ne
zaman çaldıklarını vermişler ki, geri vermiyorlarmış.
Partenon’un karşı tarafında, Tanrıça Athena’nın heykeli varmış. Günümüzde sadece heykelin kaidesi kalmış. Kaidenin arkasında Erechtheion ( Athena’ya adanmış) tapınak göze çarpıyor. Kimi kaynaklara göre burası Poseidon’a adanmış. Tapınağın önünde beş adet karyatid (Sütun olarak kullanılan, mimari bir destek görevi gören yontulmuş kadın heykel figürü) heykel var. Bu heykellerin orjinali Akropolis Müzesi’ndeymiş, burada gördüklerimiz taklitleriymiş. Heykellerin olduğu kısma Bakireler Sunağı denmekteymiş.
Akropol’de
bir de seyir terası var. Tüm Atina’yı kuş bakışı görebiliyorsun. Partenon’un akropolün
duvar tarafından aşağıya baktığında sol tarafta büyük bir amfi tiyatro
(Dyonisos Tiyatrosu) , sağ tarafında da Akropol’e girerken gördüğüm odeon
görünüyor.
Kazı evinin önünde restorasyon aşamalarını gösteren panolar dizilmiş. Tapınağın tapınak olduğu günlerde sütunların ve frizin renkli olduğu düşünülüyormuş. Panolarda renklendirilmiş halini görüyorsun.
Partenon
ile Nike Tapınağı arasında Artemis Kutsal alanı ve Kalkotek (tapınak bölgesinde
metalden yapılmış adak hediyelerini depolamak için kullanılan bina)
bulunmaktaymış. Şimdilerde sadece moloz yığını
görüyorsun.
Anıtsal
girişin olduğu yerden geriye dönüyorum. Vakit kaybetmeden hızlı hızlı Akropolis
Müzesi’ne yürüyorum. Girişte dev bir sundurma dikkat çekiyor.
MS 4. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar olan kalıntılar, binanın altında
korunmuş ve birinci kattan cam platform ile görünür hale getirilmiş. Bu
bölüm için yan taraftan ayrı giriş var. Evlerin mimarisini anlayabiliyorsun.
Banyo, tuvalet, mutfak ve yaşam alanları ile pişmiş kilden yapılmış suyolları
fark edilebiliyor.
Girişten yukarıya doğru ilerlerken sağlı sollu camekanlarda keramik
vazo, kap kacak, filozof Proclos’un Evi, perilere ve Pan’a adanmış rölyefler, Afrodit’in mücevher kutusu aklımda kalanlar.
Üst katta, aslan, at heykelleri ve Akropol’de kopyasını gördüğüm
Karyatidlerin aslını görüyorum. Kadınların giysileri, saçlarının örgüleri en
ince detayına kadar heykele nakşedilmiş.
Büyük İskender’in büstü en ilgi çeken objelerden, Partenon’dan getirilen
frizlerde görmeye değer. Binanın üst kısmına dışardan baktığınızda kayıp aşağı
düşecekmiş gibi görünüyor.Tavanı da camla kaplı. Partenon frizleri de bu
kısımda. Doğal ışıktan alabildiğine yararlanılmış. En üst katta Akropolis’in
legodan yapılmış maketi var.
Müze kronolojik sıraya göre düzenlendiği için gezmesi çok keyifli. İki saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsun. Kızları arıyorum. Müzenin yakınındalarmış. Girişte buluşuyoruz.
Hep birlikte Plaka’ya gidiyoruz. Sokaklarda gezerken karşımıza mermerden
yapılmış dairesel bir anıt çıkıyor. Lisikrat Anıtıymış. Lisikrat her kimse, bu
zata Akropolün eteğindeki Dionysos
tiyatrosunda ödül verilmiş ve bu ödülü kutlamak için bu anıt yapılmış.
Kızlar, Plaka’da dükkanlara girip çıkmaya başlıyorlar. Biz kadın kısmı
çul çaput görmeye görelim, anında paralize oluyoruz. Alış veriş faslını
bitirdikten sonra ana caddeye çıkıyoruz. Karşı tarafta Hadrian Kapısı, aynı
zamanda Hadrian Kemeri de denilen yapıyı
görüyoruz. Olimpos Zeus Tapınağı’nın kalıntılarının olduğu alanın girişindeki
kapı, MS 132 yılında Roma İmparatoru Hadrianus'un
kente katkılarından dolayı şükran ifadesi olarak inşa edilmiş.
Otoparktan arabayı alıp eve gidiyoruz. Biraz dinlendikten sonra Özlem’i
de alıp gene Pire Yat Limanı’na gidiyoruz.
Her gün bal yiyen baldan usanır derler, biz de her gün deniz ürünü
yemekten usandık bugün de pizza yiyelim diyoruz. Bir zamanların ünlü İtalyan
artisti Gina Lollobrigida’nın adını anımsatan, Lollobrigida Restorana
oturuyoruz. Pizzaları yedikten sonra arabayla şehir merkezine giderek Atina’nın
geceleri ne durumda görelim diyoruz.
Arabayı Ermou Caddesi üzerindeki ilk gördüğümüz otoparka bırakıp cadde
boyunca yürüyoruz. Ermou caddesi bizim İstiklal Caddesi gibi, lüks mağazaların
olduğu bir cadde. Mağazalar kapalı ama cadde çok canlı. Monastiraki Meydanı’na
kadar yürüyoruz. Meydan da çalanlar oynayanlar, gürültü patırtı gırla
gidiyor.Meydan panayır yeri gibi. Biraz etrafı seyrettikten sonra Mitropoleos
caddesi üzerinden geriye dönüyor, Sintagma Meydanı’na geliyoruz. Sintagma
Meydanı çok büyük bir meydan. Ortasında
fıskiyeli havuz var. Banklardan birine oturarak ahaliyi seyrediyoruz.
Meydanın karşısında ki Parlamento Binası’nın fotoğrafını çekiyoruz. Binanın dış
cephesi çok sade, sadece ortasında dor stili sütunlar üzerinde bir balkon ve
çatı frizi göze çarpıyor. Binanın önünde ponponlu pabuçları ve etekli
üniformaları ile yunan askerleri nöbet tutuyor. Saat başı da nöbet
değiştiriyorlar.
Yorulmuşuz, otoparka giderek arabamızı alıyor ve evimize dönüyoruz. O kadar yorgunuz ki konuşacak halimiz yok, hemen yatıyoruz.
10 Nisan 2024 Çarşamba
Sabah kahvaltıdan sonra Pire’den Sakız’a feribot ile geçmek için bilet
almaya Pire Limanı’na gidiyoruz. Özlem ile ben arabada beklerken Mine ile Sibel
biletleri almaya gidiyorlar. Gittiler gelmiyorlar. Özlem ile ben arabayı park
ettiğimiz yerde çok emniyetli konumda değiliz, kızları da merak ediyoruz. Ben
kızları aramaya gidiyorum.
Yolda karşılaşıyoruz. Gitmişken Sakız-Çeşme biletlerini de almışlar. İki
günde Sakız’da kalacakmışız. Benim için hava hoş. Yol üzerinde kadın giyim
mağazasına denk geliyoruz. İhraç fazlası ürün satan bir mağaza ama fiyatlar çok
uygun. Hiç aklımda yokken 7 Euroya keten gömlek alıyorum. Mine’de bir iki parça
beğeniyor. Gel gör ki Sibel’i durduramıyoruz. Onu giyiyor, güzel oldu, bunu
giyiyor, bu da yakıştı. Haydi Sibel, Özlem ağaç oldu, Haydi Sibel arabada yer
yok. Biri Sibel’i durdursun. Ucuz buldum diye bu kadar alma diyerek çeke çeke Sibel’i
mağazadan çıkarıyoruz.
Arabaya binerek Paleo Faliro semtine gidiyoruz. Kıyı boyu restoran ve kafeler ve önlerinde plaj var. Arabayı park ederek kıyıdaki kafe ve restoranlardan Edem kafe restoranı gözümüze kestiriyoruz. Susamışız, soğuk içecekler ile serinliyoruz.
Çok sayıda yaya caddesi, Akropolis manzarası, arkeolojik alanlar, kiliseler, sinagoglar, kafeler, açık teraslar ve kültürel buluşma noktalarıyla ünlü Thissio semtine gidiyoruz.
Sokaklarda geziyoruz. Uzaktan Akropolisin surlarını görüyoruz. Tepedeki
gördüklerim hiçbir şey, asıl devasa surları görmek lazım. Açık hava sineması
önünde fotoğraf çektirirken anılarımız canlanıyor. Çiğdem çitleyerek
seyrettiğimiz filmlerle geçen çocukluğumuzun yaz akşamlarını hatırlıyoruz.
Arkeolojik alanı, kiliseyi dışardan görüyor, hediyelik eşya satan
stantlarda oyalanıyoruz. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışız. Acıkmaya da
başlıyoruz. Bu akşam internette çok övülen bir restoranı deneyeceğiz.
Yemekten sonra eve vardığımızda uykumuz yok. Haydi küt oynayalım
diyoruz. Biraz oyun oynayıp yatıyoruz.
11 Nisan 2024 Perşembe
Sabah kahvaltıdan sonra eşyaları topluyoruz, ev sahiplerine veda ediyoruz. Mine Sakız’da kalmaktan vazgeçiyor, bir an önce eve gitmek istiyor.
Biletleri değiştirmek için tekrar limana gidiyoruz. Limanda Sakız-Çeşme
biletlerinin Sakız’da değiştirilebileceği söyleniyor. Sibel, gelmişken Tax Free’yi
halledelim diyor. Son çıkış Sakız’dan olacağı için o da olmuyor.
Neyse sonunda şehir merkezine gitmeye karar veriyoruz. Ermou caddesini gündüz gözüyle gezelim diyoruz. Özlem otopark yerine caddede bulduğu yere otomobili bırakıyor. Duomo Meydanına gidiyoruz. Kızlar Hondos Alış Veriş Merkezi’ne dalıyor ben de Sakız’da denize girersek yanımda mayo yok diye peşlerine takılıyorum. Ben mayoyu alıp çıkıyorum. Meydandaki Metropol Katedrali’ni geziyorum. Katedral, neoklasik tarzda 1842-1862 yılları arasında inşa edilmiş ortadoks katedrali. Aynı zamanda Atina Başpiskoposluğu'nun merkezi olarak hizmet vermekteymiş. Katedralin içinde romanesk ögelerde var. Çok hoş ve görülmeye değer.
Özlem Piazzo Duomo Kafe’de oturmuş bizi bekliyor. Kızlar geldikten sonra bir şeyler içip arabaya gidiyoruz. Akşam koyduğumuz kapalı otopark yerine yol üstüne park etmemizin karşılığı olarak belediyenin ceza kağıdını buluyoruz. Cezayı ödeme derdine düşüyoruz. Cezayı Pire Belediyesi kesmiş, belediyeyi arayıp bulacak vakit yok, gemimiz kalkacak.
Limanda, Sibellerin daha önceki gelişlerinden bildikleri, Blue Star’ın kalktığı
yere gidiyoruz. Bizden başka ne gelen araba var, ne de yanaşan gemi. Meğer gemi bu sefer
başka yerden kalkıyormuş. Gidiyoruz ki gemi yarıya kadar dolmuş. Erken gelip
gece uyuyacak şekilde yer kapmayı planlamıştık. Gene de gece için rahat
edeceğimiz şekilde yer kapmayı beceriyoruz. Gemi 8:00 da hareket ediyor.
Tam oh her şey yolunda derken kalabalık bir grup geliyor. Battal boy
torbalardan yorganlar, yastıklar çıkıyor, nasıl gürültücüler, sanki gemiye oba
kurmaya gelmişler. Kıyın kıyın bizim çantaları ittirmeye başlıyorlar. Eeee biz
de az değiliz bağrış çağrış adamları püskürtüyoruz. Yatağı yorganı toplayıp
arkaya geçiyorlar. Ne demişler, çingen çingene rastlamayınca kasnak boynuna
geçmezmiş.
Hep beraber yemeğe gideceğiz. Özlem ben eşyaların başında durayım,
bunların ne yapacağı belli olmaz diyor. Restorana gidince ben de bir tuhaflık
baş gösteriyor, içim bulanıyor. Anlıyorum ki gemi beni tutuyor. Küçük tekneler
tamam da koca feribot neden tutar ki? Neyse Sibel garson çocuk ile gidip ilaç
bulup geliyor. Böylesi durumlar için kendi
ilacım yanımda ama, çok lazımmış gibi arabada bırakmışım. İlacı içtikten
kısa süre sonra kendime geliyorum. Yemekten sonra küt oynuyoruz. Sonra da yatıp
uyuyoruz.
12 Nisan 2024 Cuma
Feribot sabah saat 5:00 da Sakız adasına yanaşıyor. Biletleri
değiştirirken İstanbullu bir çift de bugün için bilet arıyorlarmış, bizim bilet
onlara yarıyor. Karşılığında da Mine’yi İzmir’e götürmelerini rica ediyoruz.
Kızcağız otobüslerde sürünmesin. Onlarda kabul edince içimiz rahat Mine’yi
uğurluyoruz.
Bizim biletleri de Pazar akşamına değiştiriyoruz. Çarşıda alış veriş
yapıyoruz. Kahvaltılık nevale ve börek çörek alıyoruz. Sibel burada da Hondos
AVM’yi ziyaret etmeden yapamıyor.
Sibeller sık sık Sakız’a geliyorlar, Combi’de ki bir apart oteli evleri
bellemişler. Oteli telefon ile arıyoruz, şansımıza boş daire varmış. Otel
sahibi ile akraba gibi olmuşlar giderken pasta götürüyorlar. Combi’de Golden Fish Apart Otel’e varıyoruz.
Otel denize sıfır, bir oda bir salon çok düzgün bir daire. Karı koca bu dört
daireli oteli işletiyorlarmış, arkada da kendi evleri var. Nasıl samimi,
sevecen insanlar. Pastaya çok teşekkür ediyorlar. Çok geçmeden karşılık olarak bir
tabak meyve ile geliyorlar.
Akşamüstü yürüyüş yapıyoruz, çevreyi kolaçan ediyoruz. Otele dönüp çay
koyuyor börek çörek ile karnımız doyuruyoruz. Sonra da küt oynayıp yatıyoruz.
13 Nisan 2024 Cumartesi
Gece deliksiz uyumuşum. Hava günlük güneşlik. Otelin yakınında ki
Cosmote kafede kahvaltı ediyoruz. Deniz kenarında kimseler yok, sessiz sakin
ortam, huzuru içimize çekiyoruz. Kahvaltıdan sonra biraz yürüyüş yapıyoruz.
Deniz çarşaf gibi, yeni mayoyu da ıslatmak lazım. Denize giriyorum.
Deniz çivi gibi ama girince alışıyorsun. Biraz yüzüp çıkıyorum. Sibel “Ablacım
geçen yıl sezonu Dedeağaç’ta kapatmıştın, bak bu senede sezonu Sakız’da açtın”
diyor. Yunan sularında sezon kapayıp açmak da varmış kısmette.
Öğleden sonra Özlem dinlenmek istiyor. Günlerce direksiyon sallamaktan,
üç hatunun kaprisini çekmekten yoruldu adam. Bizim kümesin tek horozuna iyi
bakmak lazım. Onu otelde bırakıp, Sibel ile Mastika Müzesi’ne gidiyoruz.
Hios Sakız Müzesi, Sakız adasının güneyinde Mastihohorio adıyla tanınan
Ortaçağ’dan kalma, damla sakız köyleri bölgesinde Piraeus Bank Group Kültür
Vakfı tarafından gerçekleştirilen ve işletilen bir müze. Aynı vakfın Volos’ta
da Tuğla Müzesi var. Vakit darlığından
gezememiştik.
Müzede damla sakızı üretimini ve adanın kültürel tarihini bir arada
görüyorsun. Müzenin mimarisi ve düzenlemesi muhteşem. Dışarda da açık hava
müzesinde sakız ağaçlarını görebiliyorsun. Sakız üretimi aslında bir aile
işletmesi. Fotoğraflarda ailelerin sakız ile içi içe geçmiş yaşamlarını izliyorsun.
Tarla işleri, köy işleriyle, Sakız somut olmayan bir kültürel miras.
Cenevizliler dönemini, Osmanlı dönemini görüyorsun. Kooperatiflerin kuruluşunu,
Birliğin mastika fabrikasını ve sakızın kullanım alanlarını bir bir
anlatmışlar.
Müzenin satış mağazasından mastika likörü alıyorum. Her zaman alış verişte atak olan Sibel, likörden alsam mı almasam mı diye nazlanıyor, sonrada almadan çıkıyor. Otele döndüğümüzde bizi ev sahibi karşılıyor, elinde müzenin torbası içinde de Sibel’in almaktan vaz geçtiği sakız likörü. Sibel’e hediye almış. Bu kızın kalbi temiz valla. Bir kez daha tescillenip onaylanıyor. Almadı, aklı kaldı ama otelde eline tutuşturuldu.
Akşam Karavela (Karabela) restorana gidiyoruz. Deniz ürünleri ile eksiksiz
bir sofra ve uzo eşliğinde şahane bir veda yemeği yiyoruz.
14 Nisan 2024 Pazar
Sabah gene kahvaltıya Cosmote kafeye gidiyoruz. Kahvaltı sonrası Chios’a
dönüyoruz. Çarşıda dolanıyoruz. Pazar günü tüm esnaf dükkanlarını açmış.
Türkler sayesinde ekonomilerini döndürüyorlar. Sibeller peynir falan alıyorlar.
Limana yakın Viento Kafe’de konuşlanıyoruz.
Feribot tam saatinde kalkıyor. Nihayet Çeşme’ye varıyoruz. Doğruca
Sibellere gidiyor, Özlem’i bıraktıktan sonra Sibel ile Mine’ye gidiyoruz. Mine’de
kalan eşyalarımı topluyorum. Sibel’in telefonu ile çektiğim fotoğrafları
bilgisayarıma aktarıyorum. Mine’den sonra Sibel, tüm körfezi dolanarak beni
evime bırakıyor. Sonra da kendi evine gidiyor.
Köseoğlu Turizm, tavşan kardeşliğimiz, horozumuz Özlem’in kaptanlığı ve
Sibel’in herkese yeten iyimserliği ve idareciliği ile bir kez daha anılarımızda
yer alıyor. Umarım Mine’nin acısına da bir nebze olsun merhem olmuşuzdur.
Feryal Bekdik
Haziran 2024 İZMİR
Emeklerine sağlık ablam.. iyi ki varsın… yine yeni yeniden yenilerine inşallah 💐🧿❤️🙏
YanıtlaSilFERYALCIM, SENINLE GÜZEL BIR YOLCULUK YAPTIM BEN DE.
YanıtlaSil