MAKEDONYA GEZİ NOTLARI
MAKEDONYA GEZİ NOTLARI ( 16-19 MAYIS 2015)
Makedonya’ya “Ağa Gezisi” yapılacak diye duyuru yapıldı. Balkanlar’ın kibar kızı, ağalığı hanımlığından, hanımlığı ağalığından gelen Gülin Ağa hem Mekedonya’yı hem de Kosova’yı içine alan bir gezi düzenlemiş.
Duyuru yapılmadan önce Necati Cumalı’nın “Makedonya 1900” ile “Viran Dağlar” adlı kitaplarını almış okumaya başlamıştım. Gezinin Makedonya’ya yapılacağını duyunca; bu tesadüf olamaz, Makedonya bizi çağırıyor herhalde diye düşündüm. Okul arkadaşlarımın dedelerinin memleketi, gençliğimin geçtiği Urla’nın göçmen mahallelerinde hikayeleri anlatılan Balkanlar’ı bizim THBT’nin ruhu ile dolaşmak fena olmaz diye düşündüm ve de adımı yazdırdım.
16 Mayıs 2015 Cumartesi
Sabah gün doğmadan yollara düşüyoruz. Uçağımız İstanbul Atatürk Hava Limanı’ndan 7:40 da kalkacak. Ankara’dan gelecekler yatak yüzü görmeden geceyi yollarda geçirecek. Uçağın kapısında Ankara’dan gelenler, Mersin’den, İzmir’den gelenler sarılıp öpüşüyoruz. Rehberimiz Emin hoş geldiniz diyor. Bir gün önce telefon ederek; hem kendini tanıtmış hem telefon numarasını kaydettirmiş hem de buluşma şeklini bildirmişti. Tam vaktinde uçağa alınıyoruz ama gel gör ki 8:30 da havalanabiliyoruz.
Bir saatlik yolculuktan sonra, Makedonya saati ile 8:40 da Üsküp, Büyük İskender Hava Limanı’na varıyoruz. Saatlerimiz bir saat geri alıyoruz. Havaalanı’nı bizim Türk firması TAV işletiyormuş. Alanda devasa bir Büyük İskender heykeli var.
Otobüse biniyoruz. Benzerlerinden 1,5 metre daha uzun şoför ve hostes koltuğuyla birlikte 69 kişilik otobüs ile gezimiz başlıyor.
Rehberimiz Makedonya aksanı ile Türkçe konuşan eski bir gazeteci Enver Ahmet. Gezi boyunca bilgisine, sohbetine, samimiyetine hayran kalacağız.
Otobüs ile şehir turuna başlıyoruz. Rehber Makedonya hakkında genel bilgiler veriyor. Romalılar dönemini, Osmanlı dönemini anlatıyor. Buralar 1912 Balkan savaşında sonra Osmanlı’nın elinden çıkmış. I.Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya Krallığı’nın bir parçası olmuş. İkinci Dünya savaşı sonrası1944’de Tito’nun çok uluslu Yugoslavya’yı nasıl kurduğunu anlatıyor. Tito’nun ölümünden sonra 1991 yılında Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsız Makedonya Cumhuriyeti olmuşlar. Üsküp’de bu yeni cumhuriyetin başkenti olmuş.
Vardar nehri şehri ortadan ikiye ayırıyor. Vardar’ın sol yakasında Osmanlı dönemi yapılar hala ayakta ve Osmanlı mahallesi olarak anılıyor. Sağ yakasında ise modern Üsküp inşa edilmiş.
Üsküp, MÖ 4.000 den bu yana yerleşim bölgesi, MS 1.yüzyılın başlarında Romalıların eline geçmiş. Yerel dilde Skopje olan adı da Romalılar dönemindeki Scupi adından geliyormuş. Konuşulan dil, Makedonca ve Arnavutça. Nüfus ağırlıklı olarak Makedon (%67), Arnavut (%23), gerisi de göçlerden sonra ne kadar kaldıysa Türk (%3), Hırvat, Roman ve diğerleri diye gidiyor. Ülkeyi gezerken, Makedonya bayrağından daha çok Arnavut bayrağı göreceğiz. Arnavutlar için üst kimlik, Arnavut olmakmış. Anlaşılan dinmiş, ülkeymiş diğer faktörlermiş onları pek bağlamıyor.
Para birimi Makedonya Dinarı. 1.000 Dinar bizim paramızla 46 TL ‘ye denk geliyor.Döviz bürolarında 1 Euro karşılığında 61 MKD veriyorlar.
Otobüsümüz eski bir Osmanlı yapısı olan Balkan Üniversitesi önünde duruyor. Bizi bir steyşın araba bekliyor. Anlıyoruz ki rehberimiz Balkan böreği ve ayran hazırlatmış. Otobüsten inen böreğini ve ayranını alarak parka doğru ilerliyor. Börek biraz yağlı ama çok leziz. Ispanaklı, peynirli, kıymalı her çeşidi. Var. Karnımız doyurduktan sonra eski şehri gezmeye başlıyoruz.
Mustafa Paşa Camisi’ni geziyoruz. Caminin mihrabı Selçuklu mukarnas stili süslemeli. Mihraptaki döner kolonlar artık dönmüyor. Onca depremden sonra kolonların dönecek hali kalmamış. Minberin bir yanında sarkaçlı saat, diğer yanında camekan içinde sülüs, sülüsün üzerinde bir başka duvar saati var. Restorasyon TİKA tarafından yapılmış.
Han, hamam, cami üçlemesine göre hamamı soruyoruz. O zamanlar şimdilerde yıkılmış Şengül Hamamı varmış. Kurşunlu Han’ın ahırları önünden geçiyoruz. Bu yapı daha sonraları hapishane olarak kullanılmış, şimdilerde taş müzesi olarak faaliyet gösteriyormuş. Kurşunlu Han, kurşun tüccarı bir zat tarafından yaptırılmış ve bu nedenle adı Kurşunlu Han olmuş. Buralarda H harfi okunmadığı için, tabelada “Kurşumli An” yazıyor. Kurşunlu Han’ın içinden geçiyoruz.
Üsküp Çarşısı’na varıyoruz. Şimdilerde Türkiye’den gelen öğrenciler sayesinde çarşıda Türkçe duyulmaya başlanmış. Çarşıda yok yok. Makedon çarıkları, sırmalı Üsküp cepkenleri, Tito’nun resimleri, kuyumcular, kumaşçılar. Bizim İzmir’in Kemeraltı Çarşı’sını andırıyor diye konuşurken, Kapan Han çıkıyor karşımıza. Aaaa “Kızlarağası Han”ı gibi diyoruz. Gezi boyunca, Makedonya’nın her yeri bize çok bildik gelecek.
Kapan Han’da Atatürk’ün resmi ve altında yazan “Asrın Dev Lideri Mustafa Kemal” yazısı bizi çok duygulandırıyor. Üsküp’te “Atatürk’ü Sevenler Derneği” varmış.
Kapan Han’dan çıkınca Üsküp Kalesi’nin surları önüne çıktığımızı görüyoruz. Sur dibindeki Davut Paşa Çifte hamamı sanat galerisi olarak hizmet veriyormuş. Davut Paşa Hamamı, İsa bey Hamamı ile birlikte Üsküpte’te ayakta kalan iki tarihi hamamdan birisiymiş.
Köprünün sağ tarafında Kiril (Makedonca Kirilista) alfabesine adını veren Ortodoks rahipler Kiril ve Metodius’un heykelleri var. Slav dillerinde kullanılan bu alfabeyi bu iki rahibin öğrencileri geliştirmişler. Kiril ve Metodius öyle saygın kişiler ki üzerlerine kuş pislemesin diye heykelden kulakları rahatsız eden metalik ses yayınlanıyor ve böylece kuşlar heykele yaklaşamıyor.
Köprünün sol tarafında ise bu iki ermişin öğrencileri St Naum ve St Clement’in heykelleri var. Bu iki ulu kişi, Ohri’de yeniden karşımıza çıkacaklar. Gene köprünün solunda Dor stili sütunlar üzerinde üçgen alınlı Yunan mimarisinin tipik özeliklerini taşıyan Arkeoloji müzesi var.
Üsküp Taş Köprüsü üzerinden geçiyoruz. Köprünün halk arasındaki adı Fatih Sultan Mehmet Köprüsüymüş.12 gözlü tarihi bir köprü 6.yüzyılda Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından yaptırılmış. Köprü’nün ortasında ki mihrap Selçuklu mukarnası formunda. Kitabede, köprünün Sultan II.Murat döneminde yeniden inşa edildiği yazıyor. Üsküp üç büyük deprem geçirmiş. Bunlar sırasıyla 512, 1555 ve 1963 yıllarında olmuş. Kitabeden anladığımız kadarı ile 1555 yılındaki deprem köprüye de büyük hasar vermiş ve köprü tamir görmüş. Köprü araç trafiğine kapalı. Vardar nehri üzerinde başka köprülerde yapılmış ama en ünlüsü bu Taş Köprü.
Köprünün diğer tarafında Makedonya Meydanı denilen büyük bir meydan ve de meydanın ortasında Büyük İskender’in devasa heykeli var. Meydan düzenlemesi halen devam ediyor, etrafı paravanla çevrili.
Makedonyalıların İskender’i kendilerine mal etmeye çalışmaları Yunanlıları çok rahatsız ediyormuş. Hatta Makedonları, Yunan tarihini çalmakla bile suçlamışlar. Bu nedenle heykele İskender Heykeli diyemiyor “Atlı savaşçı” heykeli diyorlar.
Makedonya Tarihini Çar Samuil ile başlatmaları da Bulgar’ları kızdırıyormuş. Ayrıca bu heykel furyasında Arnavut ve Türk kahramanlara yer verilmemesi de ayrı bir rahatsızlık konusuymuş. Makedonyalılar tarihi kendilerine göre yeniden yazıyorlar ve verdikleri rahatsızlığı da pek umursamıyorlar. Umursamaz görünseler de Avrupa Birliği’ne girmelerine de Yunanlıların taş koyduğu bir gerçek
Meydanın yanındaki nehir kıyısında, Jüstinyen heykeli yanında Taş Köprüyü arkamıza alarak resim çektiriyoruz. Makedonya tarihinin önemli kişilerinin, halk kahramanlarının, partizanların heykelleri etrafa serpiştirilmiş.
Nehir kıyısında biraz oyalandıktan sonra, Rahibe Teresa’nın Evi’ne varıyoruz. Rahibe Teresa’nın asıl adı Gonca Boyacı’ymış. Kendisi Üsküp doğumlu ve Arnavut kökenliymiş. Evin içinde Teresa’ya ait eşyalar ve resimler sergileniyor.1979 yılında kendisine verilen Nobel Barış Ödülü sertifikası da sergilenenler arasında. İlk defa bir Nobel ödülü sertifikasını bu kadar yakından görüyorum.
Evden karışık duygularla ayrılıyorum. Fakirlik, babasızlık, dini bütün bir anne, bir genç kızın önüne nasıl bir yol çizmiş anlamam kolay değil. Böylesi bir adanmışlığa sadece saygı duyuyorum.
Gezi arkadaşlarımızdan bir grup, evin karşısındaki T-Clup’da oturmuş kahve içiyorlar.. Onlara katılıp limonata istiyorum. Buralarda limonata el yapımı ama içine hiç şeker koymadan getiriyorlar.
Öğlen yemeğini Zafer Takı’nın yanında ki Destan Restoran’da yiyoruz. Balkan köftesi damak tadımıza uygun, çok güzel. Yemekten sonra otobüse binerek TCC Grand Plaza oteline gidiyoruz. Herkesin gözünden uyku akıyor. Akşam yemeğine kadar dinlenmek üzere herkes odasına çekiliyor. Odamız iki oda, süit denilen türden. İki tane TV var. Oda o kadar büyük ki içinde at koştur.
Öğleden sonra, gençlerden bir grup çarşıya inmiş, bazı arkadaşlarda cıvar köylere gitmiş. Civar köylere gidenlerden kimi, ninesinin kimi de, dedesinin evini bulma umuduyla köklerine yolculuk yapmış.
Akşam otelden çıkarken dağın tepesinde ışıklı bir haç dikkatimiz çekiyor. 76 metre yüksekliğindeki haç 40 km uzaktan bile görülüyormuş. Gece boyu ışıl ışıl parlıyor. Otelin yakınındaki Nasyonal restorana gidiyoruz. Restoran da girişin sağında kalabalık bir japon grup var. Bize de sol taraf ayrılmış. Folklor grubu gösteriye başlıyor. Bize arkaları dönük, Japonlara göre gösteri yapıyorlar. Gösterinin ortasında Japonlar kalkıp gidiyor. Grup gene bize arkası dönük boş masalara doğru oynuyor. Yahu Japonlar gitmiş, boş masalara oynayacaklarına bize doğru dönüp oynasalar ya. Şaka gibi.
Derken bizim gösteri grubu geliyor. Kırmızı beyazlı kıyafetleri, ayaklarında deri balkan çarıkları ile kızlı erkekli oynak Balkan havaları başlıyor. Sevgi” Aa bu Ali Paşa oyunu diyor”, bizler zaten oynamaya hazır bekliyoruz. Kalkıp gruba katılıyor, Ali Paşa oynuyoruz. Balkan oyunlarında adımlar küçük küçük. Figürler çok zengin. Derken damat halayı çalmaya başlıyor. Damat halayı, kendi memleketinde bizler tarafından bir oynanıyor bir oynanıyor ki o kadar olur.
17 mayıs 2015 Pazar
Sabah kahvaltıdan sonra otelden ayrılarak Kalkandelen’e doğru yola çıkıyoruz. Bizim Kalkandelen dediğimize Makedonlar Tetova diyorlar. Osmanlı döneminde buraya Saruhan Türkmenleri göç ettirilmiş. Onlarda silah yapımında öyle ustalarmış ki, yaptıkları silahlar kalkanı deliyormuş. Derken buranın adı Kalkandelen olarak anılır olmuş.
Yol boyunca Balkan Dağları’nın karlı tepelerini seyrederek ilerliyoruz. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası bu dağlardan geliyor olsa gerek. Kalkandelen, türkülerden aşina olduğumuz Maya Dağ’ın (Şar Dağı) eteklerinde kurulmuş.
Kalkandelen’de ilk durağımız Alaca Cami. Cami dışarda bakıldığında rengarenk süslemesi ile dikkat çekiyor. İçine girince renklilik daha da artıyor. Çiçek desenleri, İstanbul betimlemeleri, nereye bakacağımız şaşırıyoruz.
Cami, 1438 yılında yapılmış, Caminin mimarı İshak Bey’miş Dönem camilerinin çoğu bir sultan, bey, paşa veya bir makam sahibi kişinin mali desteği ile yapılırken, Alaca Cami Kalkandelenli iki kız kardeşin çeyiz paralarını hibe etmesi ile yapılmış.
Recep Paşa’nın mimariye düşkün oğlu Abdürrahman Paşa tarafından 1833 yılında cami büyük oranımdan geçirilmiş. Boya ve süslemeler bu onarım esnasında yapılmış
Camiden sonra küçük bir grup yakındaki Pena Nehri kıyısındaki hamama gidiyoruz. Hamam restore edilmiş, içinde modern heykel sergisi var.
Tekrar otobüsümüze biniyor ve Bektaşi tekkesi, “Harabati Tekkesi”ne gidiyoruz. Tekkenin girişi kapısı üzerinde dört dilde-Makedonca,Arnavutça,Türkçe ve İngilizce olarak “Makedonya Bektaşiler Kurumu Oturum Yeri Arabati (H Harfi yok) Baba Tekkesi” yazıyor. İçeri giriyoruz. Çok büyük bir bahçe ve içinde çeşitli binalar var.
Tekkenin kurucusu olan Server Ali Paşa, Kalkandelen'e gelmeden önce Hacı Bektaş Dergah’ında “Dedebaba”ymış. Ayrıca, Kanuni Sultan Süleyman'ın ilk eşi olan Mahidevran Sultan'ın ağabeyi olması nedeniyle Osmanlı sarayı ile yakın ilişki içinde bulunmuş, Hacı Bektaş Dergâhına yerleşmeden önce devlet kademesinde mîr-i miran (beylerbeyi) rütbesine kadar yükselmiş .
Ali Baba gördüğü bir rüya üzerine devlet işlerini bırakıp Hacı Bektaş Veli dergâhında dinî hayata geçmek için padişahtan izin istemiş. Yeğeni Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinin de bu kararında payı olsa gerek. Bu kararına şaşıran Sultan Süleyman “Sen sersem mi oldun? Vezîrlik bırakılır da orada Dervîşlik mi yapılır” deyince “Kabûlümdür Sultânım, varsın bana Sersem Alî desinler. Fakir müsaadenizi ricâ ederim”, diye cevap vermiş ve padişah da izin vermiş. Böylece Server Ali Paşa, halk arasında Sersem Ali Paşa olarak anılır olmuş.
Mahidevran Sultan'ın Hürrem Sultan'ın entrikaları ile saraydan sürülmesinden sonra ağabeyi Sersem Ali Baba'nın Hacı Bektaş Veli dergâhından uzaklaştırıldığı ve Kalkandelen'e geldiği düşünülür. Ali Baba, Kalkandelen'e gidişinden bir süre sonra Anadolu'da çıkan Celali isyanları nedeniyle Kanuni tarafından geri çağrılmış. Kalender Çelebi İsyanı'ndan sonra Anadolu'daki faaliyetlerine son verilen ve postnişinsiz kalan Hacıbektaş Veli Dergâhı'nda ikinci kez dedebaba ünvanı ile posta oturmuş ve orada hayatını kaybetmiş. Dergâhının bahçesinde Sersem Ali Baba'nın makamı bulunuyor.
Kalkandelen'deki tekke adını, Sersem Ali Baba'nın ölümünden sonra yerine geçen dedelerden birisi olan Harabati Baba'dan alıyor. 16. yüzyılda Malatya'dan Kalkandelen'e gelen Harabati Baba tekkeyi dergâh haline sokmuş. Yüzyıllar boyu dergâhın geniş bahçesinde tarım ve hayvancılık yapılmış.
Dergâh, Kosova Valisi Recep Paşa döneminde gelişip önem kazanmış. Recep Paşa, dergâha 50 hektarlık arazi vakfedip yeniden yaptıran kişiymiş. Mezarı, dergâhın bahçesinde.
1945 yılında kapatılan dergâh, 1948 yılında eşkıyalar tarafından yakılmış. Ayrıca, Yugoslavya döneminde, dergahtaki yapılar turistik tesislere dönüştürülmüş, otel, lokanta, disko olarak işletilmişler.
Yugoslavya'nın dağılması ile 1992'de dergâhın Kış Evi ve Meydan Evi gibi bazı bölümleri yeniden açılarak dergâh canlandırılmış. 2001'deki Ohri Çerçeve Antlaşması'ndan sonra otel, restoran olarak kullanılan bölümler kapatılmış.
Duvarlarda Arnavutlar ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmanın hatırası kurşun deliklerini görüyoruz. Rehberimiz bahçenin ortasında göze çarpan, dergahın “Sohbet Yeri” olarak kullanılan kameriyeli bir yapıyı gösteriyor. Burayı İsmail Cem kendi parası ile onartmış..
Şifa niyetine dergahın soğuk suyundan içiyoruz. Makedonya’da çeşmeden akan sular dağlardan gelen tabii kaynak suları. O nedenle çeşmelerden akan sular gönül rahatlığı ile içiliyor.
Dergah’ın toplantı odasında toplanıyoruz. Derviş Abdülmüttalip, bol resimli, yerel el işleri ile süslü bir salonda bize Bektaşi’liği anlatıyor.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk tekke ve zaviyeleri kapatınca Bektaşiler’de Balkanlar’ı yurt tutmuşlar. Dünya Bektaşilerinin merkezi Arnavutluk Tiran’daymış. Derviş çok konuşan ağzı iyi laf yapan birisi. “Atatürk bu aydın, bu yobaz diye tekkeleri ayırt edemezdi. O furyada ne yapalım biz de yurt dışına çıkmak zorunda kalmışız. Biz kardeşlik, eşitlik, sevgi topluluğuyuz. Nefsine sahip olan herkese gönül kapımız açıktır” diyor. Sevgi, dostluk, ilim, bilim diye konuşmasını hepimizin hoşuna giden genel geçer sözcüklerle sonlandırıyor.
İsmail Paşa’mız dergahın anı defterine hepimizin adına yazıyor. Gülin Hanımağa’mız derviş ile kitap değiş tokuşu yapıyor. Belgeliğimiz zenginleşiyor. Karşılıklı iyi dilekler ve resim çektirme faslından sonra kimimiz mezarlıkta yatan dedelere mum yakıyor, kimimiz fatiha okuyoruz. Herkes çeşitli duygularla otobüse biniyor.
Bir sonraki durağımız Manastır. Manastır Kalkandelen arası 2,5 saat sürecek bir yolculuk. Yolda mola veriyoruz. Pişi ve ayran alıyorum. Pişisi o kadar güzel ki, dilden dile güzel olduğu yaylıyor ve pişiler kapışılıyor.
Yol boyunca kah fıkra anlatılıyor, kah yaşanmış komik olaylar dile getiriliyor. Gölay’ın oğlu Çağrı ile ilgili anlattığı hikayeler hepimizi gülümsetiyor. Hepimizde benzer hikayeler var muhakkak ama Gölay çok hoş anlatıyor.
Rehberimiz ülke hakkında genel bilgiler vermeye devam ediyor. Makedonya’da 2009 yılında askerlik kaldırılmış, yerine profesyonel ordu kurulmuş. İşsizlik oranı çok yüksekmiş. Genç nüfus üniversiteden sonra çalışmak için Avrupa ülkelerine gidiyormuş. Beyin göçü had safhadaymış.
Tito zamanında karınları doyuyormuş, lüks olmasa da mütevazi arabalar ile ayakları yerden kesiliyormuş. İyi kötü başlarını sokacak evleri varmış. Eğitim, sağlık bedavaymış. Şimdilerde geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı bellerini büküyormuş. Karı koca çalışırsa ancak geçinebiliyorlarmış. Ailenin desteğini almadan ev sahibi olmak zor görünüyormuş. Rehberimiz sık sık eskiye olan özlemini dile getiriyor. Rehberimizin üç çocuğu varmış. Bir kızı İstanbul’da, diğer kızı Saraybosna’da evliymiş. En küçük oğlan ise henüz talebeymiş.
Manastır’a varıyoruz. Bizim Manastır dediğimize Makedonya’da Bitola diyorlar. Otobüsümüz Manastır Askeri İdadi’sinin yakınında duruyor. Günümüzde müze olarak hizmet gören tarihi binaya doğru yürüyoruz.
Manastır Askeri İdadisi, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1896-1898 yılları arasında okuduğu Askeri Lise. Giriş katında Makedon büyüklerinin resim ve heykelleri var. Üst kata sağlı sollu iki merdiven ile çıkılıyor. Merdivenler kırmızı halı kaplı. Binanın üst katı iki bölüm. Birinci bölüm Atatürk’e ayrılmış. Üzerinde “Mustafa Kemal Anı Odası” yazan odaya giriyoruz. Odanın tamiri ve tefrişatı Mayıs 2003’de TİKA tarafından yapılmış. Açılışı da o zamanki cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel ve Makedonya cumhurbaşkanı Kiro Gligorov yapmış.
Odaya girdiğimizde bizi Atatürk’ün lisedeki hali ve giysileri ile balmumu heykeli karşılıyor. Duvarlarda Atatürk’e ait vecizeler, resimler yer alıyor. Camlı bölmelerde giysiler,Mustafa Kemal’in İstiklal Madalyası ve beratı sergileniyor. Lisedeki aşkı tarafından yıllar sonra Atatürk’e yazılmış mektup bile var. Eleni Karinte’nin yazmış olduğu mektubu günümüz Türkçesiyle Oya arkadaşımız okuyor.
Sinevizyon gösterisini seyrediyoruz. Anı defterine Tamer Gök ağabeyimiz önceden hazırladığı metni yazıyor.
“Bizler ODTÜ-THBT (Türk Halk Bilimleri Topluluğu) üyeleri ve mezunları olarak, Makedonya Gezimizin bu aşamasında ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün tahsilinin bir kısmını gerçekleştirdiği okulu ziyaret etmenin memnuniyet ve onurunu yaşıyoruz. Ulusumuz kurtarma ve ülkemizi inşa etme sürecinde ne zor şartlar altında mücadele ettiğini biliyoruz.
Bu bilgi ve anlayışla; senin fikirlerini, ideallerini devam ettirme ve vatanımızı ileriye götürmede üzerimize düşen görevi yapmak üzere azimli ve karalı olduğumuzu bir kez daha ifade ediyoruz, yüce Atamız.
Orta Doğu teknik Üniversitesi mezunları bu mücadelede yılmaz savaşçılardır. Sevgi ve Saygılarımızla
ODTÜ-THBT adına Tamer GÖK
Paşam sen çok yaşa. Hem Kemal Paşamın fikirleri ile hem de Tamer Paşam ağa beyliği çok yaşasın.
Hepimiz sıraya giriyor, metnin altını imzalıyoruz. Odanın çıkışında Atatürk’ün bire bir boyutlarında yapılmış bronz heykeli ile hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.
Binanın diğer bölümünde etnografya müzesi var. Makedon yaşamı hakkında fikir veren, kıyafetler, takılar, eşyalar sergileniyor. Duvarlarda partizanların resimleri dikkat çekiyor..
Kapının önünde hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Bu tarih kokan binadan zar zor ayrılıyoruz. Büyük önder Atatürk’ü bir kez daha sevgi ve rahmetle anıyoruz.
Şirok sokağı boyunca binaların resmini çekerek ilerliyoruz. Sokağın sonuna doğru Eleni’nin evi olduğu söylenen evin karşısında yemek yiyoruz. Yemeğin sonunda trileçe yemeden olmaz diyerek paylaşmak üzere Haluk ile trileçe sipariş ediyoruz. Tatlı o kadar güzel ve de paylaşanlar artınca bir tane daha söylüyoruz.
Manastır’ın ortasında
Var bir havuz, canım havuz
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız.
Manastır’ın ortasında
Var bir çeşme, canım çeşme
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz çalar oynarız
Manastır kapalı çarşısının dışından resmini çekip asıl çarşıya gidiyoruz. Rehberimiz “Elveda Rumeli” dizisinin bu çarşıda çekildiğini söylüyor. Dükkan dükkan dizideki mekanları gösteriyor. Ben diziyi seyretmemiştim ama çarşı çok hoş. Doğal haliyle bile film platosu gibi.
Otobüslere binerek Resne’ye doğru yol alıyoruz. Resne, Resneli Niyazi Bey ile adını duyurmuş bir kasaba. Elma üretimi ile ünlüymüş. Makedonca’da Peceh diye anılıyor.
Resneli Niyazi Bey’in evine gidiyoruz. Evin karşısında Fransız şatolarından esinlenerek yaptırdığı Resneli Niyazi Bey Sarayı’nı dıştan fotoğraflıyoruz. Niyazi Bey evin dışını yaptırmış, içini yaptırmaya ömrü yetmemiş. Bugün bina Seramik Müzesi olarak kullanılıyormuş.
Aslen Arnavut olan Niyazi Bey 1873 yılında Resne kasabasında doğmuş. Bu nedenle Resneli Niyazi Bey olarak anılıyormuş. İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden biriymiş. O da Atatürk gibi manastır Askeri İdadisi’nde okumuş. 1897 deki Türk-Yunan savaşındaki başarılarından ve II. Meşrutiyet'in ilanına yol açan ayaklanmanın lideri olmasından dolayı ün yapmış. Yıllarca dağlarda komitacılık yaptıktan sonra meşrutiyetin ilanı ile alnında “Vatan Fedaisi” yazan bandanası ile İstanbul’a gitmiş.
Resneli Niyazi Bey’den söz etmişken geyiğinden de bahsetmek gerekir. ‘Resneli Niyazi ve birliği 1908 Temmuz’unda Manastır'a doğru ilerlerken Birliğe sivil ve jandarmalarla birlikte bir de iki yaşında bir dişi geyik iltihak eder. Dere tepede, pusuda, silahlı çatışmada, Niyazi Bey'den hiç ayrılmaz geyik. Birliğin en önünde yürür. Bir süre sonra savaşçılar bu geyiğin kutsal bir yol gösterici olduğuna inanır ve Tanrısal bir müjdenin işareti kabul eder.
Balkanların ünlü gerillacısı Kolağası Resneli Niyazi Bey'e Kahraman-ı Hürriyet adı verilmiştir. Ama geyikle birlikte dağlarda dolaşması, hele Manastır’a girdikten sonra yanı başındaki geyikle birlikte tebrikleri kabul etmesi, ona bir isim daha verilmesine neden olur: Geyikli Niyazi Bey.
Kolağası Niyazi Bey, Enver Paşa'yla birlikte İttihat ve Terakki içinde hızla öne çıkmaya başladıkça, Niyazi Bey'in geyiği de ününe ün katar. Öyle ki İstanbul'a getirtilip Letafet Apartmanı’nın bodrumunda 1 Krş karşılığında sergilenir.. Hatta İstanbul ahalisi gibi Sultan Abdülhamid'in kardeşi veliaht Mehmet Reşat da üç oğluyla birlikte geyiği seyretmeye gider. Geyik olayı, dönemin gazetelerinde de tefrika edilir. Bir de Refik Halit Karay, Ahmet Rasim ve Fazıl Ahmet Aykaç gibi yazarlar var ki kitaplarında Niyazi Bey'in geyiğiyle ilgili marş bestelendiğini, bu marşın Meclis-i Mebusan'da tartışma konusu olduğunu yazarlar. Geyik ününe ün kattıkça, İstanbul’da sergilendikçe halk arasında ‘muhabbeti’ de artmış. İttihat ve Terakki'nin bu ünlü geyiğinin, dilimize bir de deyim kazandırmış: Geyik muhabbeti!'' Geyiğin akıbeti meçhul. Kesilerek etinin Beyoğlu lokantalarına satıldığı söylenir.
Niyazi Bey, 31 Mart sırasında İstanbul’a gide Hareket Ordusu içerisinde en önde gidenler arasındaymış. II. Abdülhamit’in Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmasından sonra döndüğü Selanik’te “Hürriyet kahramanı” olarak karşılanmış Türk-Yunan savasında gösterdiği başarı ve esir aldığı Rum askerlerinden dolayı kendisine “padişah yaverliği” unvanı verilmek istenmiş ancak kendisi, kazaskerin 13 yaşındaki oğluna da aynı unvan verilmesi üzerine bunu reddetmiş.
Resneli Niyazi Bey, Balkanlar düşman eline düşünce İstanbul’a dönmek istemiş. 1913 yılında İtalya üzerinden İstanbul’a hareket edeceği Arnavutluk’un Avlonya Limanı’nda kendi koruması tarafından öldürülmüş. Bu olay neticesinde, “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi” deyimi ortaya çıkmış ve Türk milletinin hafızasına kazınmış. Resneli Niyazi Bey’in suikastı hiçbir zaman tam olarak aydınlığa kavuşmamış, halk tarafından çok sevilen Niyazi Bey’in İttihat ve Terakki tarafından öldürtüldüğü söylentiler arasında.
Akşam saatlerinde Ohri’ye varıyoruz. Göl manzaralı Belvedere Hotel’e yerleşiyoruz. O kadar yorgunum ki, İstanbul’dayken musallat olan baş dönmesi başlayacak diye korkuyorum. Göle karşı balkonda oturuyorum. Ne yemek yiyecek ne de yemekten sonra oynayacak haldeyim.
Biraz yatayım diyorum. Yatış o yatış. Bir kalkıyorum ki Ohri gölü üzerinde güneş doğmuş.
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Sabah kahvaltısından sonra otobüsümüz bizi Ohri gölü iskelesine götürüyor. Yola çıkarken rehberimiz otobüste sabah sporu yaptırıyor. Ellerimiz kaldırıyor, elma topluyor, öne eğilip elmaları selelere boşaltıyoruz. Yüzme hareketleri yapıyoruz. Sonra da kafiyeli sabah duamızı yapıyoruz.
Rehberimiz , yol üstünde ki İttihat ve Terakki’nin kurucularından Eyüp Sabri Bey’in evini gösteriyor. Eyüp Sabri Bey Resneli Niyazi Bey gibi 31 Mart’ı bastırmak için Selanik'ten İstanbul'a gelen Hareket Ordusu'nda yer almış. Birinci TBMM’ye Eskişehir milletvekili olarak seçilmiş. Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucularından birisi olmuş
Yeşil ordu cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almış. 1926’da Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı’yla ilgili olarak bir kısım eski İttihatçılarla birlikte İstiklal Mahkemesi’nde yargılandıysa da suçsuz bulunmuş.
Akgöl soyadını alan Eyüp Sabri Bey, 1935-1950 arasında V., VI., VII. dönemde Çorum ve VII. dönem ve VIII. dönem Erzurum TBMM milletvekili olarak Meclis’te yer almış.
Ohri Gölü’nde, bir saatlik bir tekne turu yapıyoruz. Ohri Gölü 1979 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş. Su pırıl pırıl ve çok soğuk. Gölün kıyısındaki Ohri naif bir tablo gibi.
Rehber, bir tepenin üzerinde ki villayı işaret ediyor. Tito’nun yazlık villasıymış. Herkes “Yakışır” diyor. Kimse de “ vay be “ demiyor. Tito’yu biz de sever olduk.
Tekne turundan sonra, Aziz Kiril heykeli önünde resim çektiriyoruz. XIV. Yüzyılda Ohri, Hırıstiyanların din ve kültür merkezi olmuş. Slav ve Ortodoks Hıristiyanlarının kullandığı Kiril alfabesi Ohri okulunda okutulmuş. Ohri şehrinin koruyucu azizi de Aziz Kiril’miş.
Sur içindeki eski şehre doğru yürüyoruz. Yol üzerinde bol miktarda inci mağazası var. Meğer Ohri incisi çok meşhurmuş. İnciler, sedef üzerine gümüş balığı pulları kaplanarak elde ediliyormuş. Buraya özgü bir ürün. Yol üzerinde bir de kağıt atölyesi var. Orada da kağıt hamurunun nasıl yapıldığını ve kat kat döşenerek nasıl kağıt olduğunu ilkel kağıt yapımını görebiliyorsunuz.
Yokuş yukarı çıkarken Osmanlı mimarisinin korunduğunun görüyoruz. Ohri şehri, Ohri gölünden bir yıl sonra, 1980 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş. Sanki Safranbolu sokaklarında geziyoruz. Binalar aslına uygun restore edilmiş.
Bir köşede duruyoruz. Köşedeki taş sadaka taşıymış. Sadaka vermek isteyen bu taşın üzerine para bırakıyor, ihtiyacı olan da oradan parayı alıyormuş. Ne güzel. Alan veren birbirini görmüyor.
Aya Sofya Kilisesi’ne varıyoruz. I. Bulgar Devleti çarı, Çar Samuil ( (997-1014) döneminde Ohri gölü etrafına 365 adet kilise inşa edilmiş. Bunların içinde Aya Sofya en ünlüsüymüş. Eski bir tapınak üzerine inşa edilmiş.
Osmanlı’da ki bir geleneği daha öğreniyoruz. Eğer bir şehir savaş ile alınırsa kiliseler camiye dönüştürülüyormuş. Yok şehir teslim olursa kiliselere dokunulmuyormuş. Ohri fethedilen şehir olduğu için Aya Sofya Osmanlı döneminde cami olarak kullanılmış. Kilisenin yanında da bir minare inşa edilmiş. Fresklerin üzeri alçıyla sıvanmış. Osmanlı’dan sonra tekrar kiliseye dönüştürülmüş, freskler ortaya çıkarılmış, ortodoks kiliselerinde çan kulesi olmadığından minareyi de yıkmışlar.
Gezi gurubumuz yokuş yukarı anfi tiyatroya doğru tırmanışa geçiyorlar. Ben kiliseyi gezmek istiyorum. Bilet alıp tam içeri girecekken, gişedeki hanım fotoğraf çekimine izin verilmediğini söylüyor. Bileti iade edip geri dönüyorum. Grup gitmiş. Biz de Haluk ile sokakları gezmeye başlıyoruz. Binalarda enteresan detaylar yakalıyoruz. Biraz inci dükkanında oyalanıyoruz. Sonra da göl kıyısında ki kafelerden birinde oturuyoruz. Limonata söylüyor, sonuna geldiğim romanım “Viran Dağlar” ı okumaya başlıyorum. Roman bitiyor. Sonu mutlu bitmeyen bir roman. Balkanlar’da yaşanan felaketlere bir ağıt. Çok etkileniyorum.
Kafeden çıkıp çarşı içine doğru yürüyoruz. Çarşının başında bir tekke gözümüze çarpıyor. Halveti-Hayati dergahıymış.
Çarşı boyunca ilerliyoruz. Çarşı çok renkli. Mağazalar, kafeler, restoranlar..Asırlık çınarın olduğu meydana varıyoruz. Meydanın solunda Pazar kurulmuş. Pazara dalıyoruz. Ohri pazarını geziyoruz. Fotoğraf çeke çeke pazarın içinden çıkıyoruz. Karnımız acıkmış, esnaf lokantalarında gözümüz kalıyor ama cesaret edemiyoruz. İtalyan restoranlarında yemek de içimizden gelmiyor. Dönüp dolaşıp, gezinin başında gözümüze kestirdiğimiz göl kıyısındaki Riben Restoran’a oturuyoruz. Balık çorbası şahane. Göl balığı çok güzel. Bir de üzerine dondurma, oh değmeyin keyfime.
Tepeye tırmanan guruptaki arkadaşların çektikleri resimlere bakıyorum. Amfi tiyatronun restorasyon çalışmaları devam ediyormuş. St Clement kilisesinin manzarası da görmeye değermiş. Tepede çekilmiş göl manzaralı resimler çok güzel. Ohri’nin her bir yeri ayrı güzel.
Yemekten sonra meydanda toplanıyor, otobüse biniyor, Galicica Milli Parkı’na gidiyoruz. Galicica Milli parkı Ohri gölünü besleyen Srno Drim nehrinin ilk çıkış yerinde. Parkın içinde bir tarafımız göl, bir tarafımız nehir, nefis bir hava, grup şahane güle oynaya yürüyoruz. Yolun bitiminde Aziz Naum manastırına giden yokuşa sardırıyoruz.
Aziz Naum, Aziz Kiril’in öğrencilerinden ve MS 9. Yüzyılda bu manastırı kurmuş ve dinin yayılmasında önemli rol oynamış bir aziz. Manastır’da bir de kilise var ve Aziz Naum’un mezarı da bu kilise içinde.
Balkan’lar da dini figürler, hikayeler öylesine iç içe geçmiş ki, Selçuklu Devleti yıkılırken buraya göç eden Türkmenlerin lideri Sarı Saltık’da Balkanlarda İslamın yayılmasında önemli rol oynamıştır. Aziz Naum ile Sarı Saltık’ın hikayeleri birbirine karışmakta hiçbiri de gerçeği yansıtmamaktadır. Aziz Naum, Müslüman halk tarafından Sarı Saltık türbesi olarak ziyaret edilmekteymiş.
Manastırın bahçesinde tavus kuşları salına salına geziyor. Hatta bazıları da ağaçların üzerine tünemiş. Tavus kuşları öyle güzel poz veriyorlar ki dakikalarca resim çekiyoruz.
Manastır gezisinden sonra, teknelere binerek nehrin doğduğu yere doğru gidiyoruz. Tekneler onar kişilik ve her bir tekneyi bir kürekçi idare ediyor. Kol kuvveti ile nehrin doğduğu yere kadar götürüp getiriyorlar.
Bizim kürekçi pek bir geveze çıkıyor. Durmadan konuşuyor. Oysa manzara harika, su pırıl pırıl, sussa da anın tadını çıkarsak.
Akşam göl kenarında bir restorana gidiyoruz. Restoran sanki antika eşya müzesi. Eski ütü, daktilo, bilumum müzik aleti sergileniyor. Atatürk’ün resmi bile var.
Yemekler harika. Balkan’larda köfteye doyduk. Etleri çok güzel. Müzik faslı başlıyor. Çalgıcılar masaları dolaşıyorlar. Bildik şarkıları bizlerle söylüyorlar. “Maya dağdan kalkan sazlar”, “Drama köprüsü” “Senede Bir Gün”. Şarkı faslından oyun faslına geçiliyor veee “Damat Halayı” ile gece bitiyor.
Otele dönünce odadan Ohri Gölü’nü seyre oturuyorum. Güzelim Ohri.
19 Mayıs 2015 Salı
Bugün sınırı geçerek Kosova özerk Cumhuriyeti’ne geçeceğiz. Sabah otobüse binerken rehberimiz “Aman bir şey unutmadınız değil mi” diye o balkan aksanıyla bizi uyarıyor. Otelde dişini unutana bile rastladığını söylüyor. Her sabah olduğu gibi sabah sporu ve sabah duamızı yapıyoruz.
Yolumuz uzun, otobüste vakit geçirecek çok şey var. Önce Veysel Paşa, 19 Mayıs ‘ın anlam ve önemine dair bir konuşma yapıyor. Atatürk’ü ve cumhuriyetimizi kuranları saygı ve rahmetle anıyoruz.
Gölay ,bilen var bilmeyen var THBT tarihini anlatalım diyor. Tamer Paşa’mız THBT’nin nasıl kurulduğunu, folklor klübü olduğu günlerden Türk Halk Bilimi Topluluğu olmaya uzanan yolu anlatıyor. Anlatı kayda alınıyor. Durmuş’un, Veysel Paşa’nın eklemeleri işe anekdotlar birbirini takip ediyor. Anlıyoruz ki Tamer ve İsmail Safa ağabeyler Robert Kolejden bizim klübe yeni bir ruh ve disiplin taşımışlar. İlk gidilen yurt dışı geziler, gösteriler, yapılanlar dönem dönem , anlatılıyor. Bu arada Sefa Paşa’mızın bol bol kulakları çınlatılıyor. Yapılan her şey, her tartışma her kavga topluluğun selameti için yapılmış. Bunun için kalpler bile kırılmış. Sonunda elli yılı aşkın bir süre bu topluluk ayakta kalmayı başarmış. Bu aşk, bu şevk başka hangi toplulukta var. Dergah gibiyiz valla. Mola yerine nasıl geldiğimizi anlamıyoruz.
Hepimiz “Ooo pişi yediğimiz yere geldik” diye seviniyoruz. Pişileri alınca hevesimiz kursağımızda kalıyoruz. Pişinin tadı bizim koşa koşa geldiğimiz o tat değil, börekçi mi değişmiş ne?
Mola uzamaya başlıyor. Anlıyoruz ki gruptan bir arkadaşımız cüzdanını otelde unutmuş. Otelden bir kişi taksiyle cüzdanı otobüse ulaştırmak için yola çıkmış. Ne yapalım? Kimi cep telefonuna kaydettiği türküyü buluyor, o müzikle türkü söylüyoruz, kimimiz oyun havası buluyor oynuyoruz. Biz her koşulda hoş vakit geçirmeyi beceriyoruz.
Rehber endişelenmeye başlıyor. Yol uzun, sınır geçeceğiz. Uçak saatine yetişme de sıkıntı olur mu diye hesap yapıp duruyor. Neyse cüzdan geliyor, biz de otobüse binip yola devam ediyoruz.
Yol fıkra anlatma, yaklaşan seçimler ,”Oy ve Ötesi Grubu” çalışmalarının tanıtımının yapılması ile sürüp gidiyor. Neyse sınıra geliyoruz. Pasaportlar toplanıyor, otobüste sessizce bekliyoruz. Sakın, ola ki sınır polisi kaşımızdan gözümüzden gıcık kapıp bizi bekletmesin diye ağzımızı açmıyoruz. Biraz bekledikten sonra pasaportlar dağıtılıyor ve Makedonya Cumhuriyeti’nden çıkıyoruz
Diğer sınır kapısında tekrar pasaportlar toplanıyor ve biraz bekledikten sonra tekrar dağıtılıyor. Kosova Cumhuriyetine giriş yapmış oluyoruz. Bu biraz beklemeler sonunda bir buçuk saat kaybettik. Bir problem olmadı, bir şey aksamadı. Ona rağmen, bir buçuk saat geçti. Kahrolsun sınırlar.
Kosova’da ilk durağımız Prizen olacak. Bu arada rehber, Prizen’e girersek uçağa yetişmek sıkıntılı olacak diye; Prizen’i pas geçeceğimiz söylüyor. Ne yapalım, Priştine’yi gezer, öyle gideriz. Yapacak bir şey yok.
Cengiz, gezi boyunca rahatsızdı. Turların çoğuna katılamadı, ilaç alıp otel odasından çıkamadı. Uzun yol onu iyice sarstı. Otobüsten inerek taksiyle havaalanına gitmek istiyor. Rehber Emin de onu yalnız bırakmayarak o da taksiye binerek Cengiz’e eşlik ediyor.
Yol boyu eğlencesi başlıyor. Rehberin güç bela bulup otobüse getirdiği, saz demeye bin, cura demeye yüz şahit isteyen mini minnacık bir aleti, Selçuk akort etmeye çalışıyor. Sonunda başarıyor. Bravo Selçuk ağabey. Selçuk ağabeyin eline odunu ver, bir de üç tel ver, sana saz yapsın.
Saz çalıp söylemeye başlıyoruz. Saz elden ele geziyor. Bir bakıyoruz sazı Erdinç eline almış, bir bakıyoruz saz İsmail Paşa’nın elinde.
Priştine’ye doğru yol alıyoruz. Bu arada İsmail Paşa’mız yıllardır sakladığı sırrını ifşa etme gereği duyuyor. Bu sırrın ona çok ağır geldiğini artık taşıyamayacağını söylüyor.
Efendim, bilenler bilir THBT geleneğinde ağalık çok önemlidir. Her yıl bir önceki ağaların toplandığı konsey kararı ile yeni ağa seçilir. Bir yıllık süre boyunca ağalık yapan, bir yılın sonunda ağalığı devreder ve paşa olur. Bizler içinse vaziyet “Gelene ağam gidene paşam” vaziyetidir.
Seçilen ağaya da üç adet emanet tevdi edilir. Bunlardan biri cepkendir, diğeri tespihtir, asıl önemlisi de- İsmail Paşa’mızın ağa seçildiği dönemde ilk olarak başlatılan- gümüş köstekli saattir. Köstekli saatin mübayaası ise Sefa Paşa’mız tarafından bizzat yapılmıştır.
Ağa, kendine emanet edilen bu kutsal üçlüyü bir sene boyunca gözü gibi korur, kem gözlerden sakınır, haşa kimseye elletmez. İsmail Paşa’mız ağalığı döneminde kendine emanet edilen bu üçlemeyi almış, bir bohçaya koymuş, katlamış kaldırmıştır.
Derken ağalığın sonuna doğru bohça aklına düşer, bohçayı açar ki cepken var, tespih var, saati koydunsa bul. Aklına gelen her yere bakar. Gümüş köstekli saat yer yarılmış içine girmiştir.
Devir günü yaklaştıkça almış mı bir telaş paşamızı, ne etsin ne yapsın? Ucunda ölüm yok ama Sefa ağabeyden fırça yemek var, emaneti koruyamamak var, dile düşecek olmada cabası. Bakmış ki işin içinden çıkamıyor, aklında kaldığı kadar, fotoğraftan görebildiği kadarıyla kaybettiği saate benzer bir saati satın almış. Devir günü Sefa Ağabey biraz ters mi ne bakmış ama bişey dememiş. Ya anlamamış, ya da İsmail Paşa’yı yüzlememiş.
Yıllar sonra İsmail Paşa evini taşır olmuş. Yirmi yıl yaşadığı yerden toparlanıp çıkarken, bir de ne bulsun, kayıp köstek her nereye sokuşturulduysa oradan çıkıp İsmail Paşa’mızın eline geçmemiş mi?. Sonuçta şu anda iki adet köstekli saat var. Oh, İsmail Paşa’mız söyledi kurtuldu. Gerisini konsey düşünsün gayrı.
Priştine’ye gelmeden, şehrin yakınındaki Albi Mall adlı alışveriş merkezine giriyoruz. Hepimiz acıkmışız. Yemek katına çıkıyoruz. Kaymaklı köfte dikkatimizi çekiyor. Sema, rehber Enver, Haluk ve ben birer kaymaklı köfte söylüyoruz. Köftenin altındaki kaymak pek kaymak gibi değil, biraz peynir, biraz lor tadında ama enfes. Üzerine de Balkanlara veda için Trileçe gerekir deyip birer de trileçe götürüyoruz.
Moladan sonra tekrar otobüse binip, otobüsle şehir turuna çıkıyoruz. Priştine’yi gördünüz mü diyene gördük deriz. Ama inip suyunu içtiniz havasını soludunuz mu diyene de yok onu yapamadık deriz.
Şehir yenilenmiş, camiler restore ediliyor. Değişik mimari denemeleri var. Yollar düzenli. Kavşaklarda genelde çiçekli göbekler olur, burada çiçekli göbek yerlerini otopark yapmışlar. Kavşağın ortasında otopark var.
Klinton caddesinden geçiyoruz. Klinton heykeli bile var. Kosova’da Birleşmiş Milletler Barış gücü 2009’dan bu yana görev yapıyor ve bütçesi de Amerikan Hükümeti tarafından karşılanıyormuş. Bill Clinton’nın Cumhuriyet olmalarında gösterdiği çabanın anısına Kosova’lılar da böyle bir jestte bulunmuşlar. Caddede bulunan bir mağazaya da Hillary adını vermişler.
Biraz erken de olsa Havaalanına geliyoruz. Cengiz bizden önce Priştine’ye varmış, Emin ile bir kafede oturup kahve içmişler. Priştine’yi Cengiz’den sorun, ne de olsa Priştine kaldırımını çiğnemişliği var onun.
Havaalanın da vakit çabuk geçer bilirsiniz. Kosova Havaalanını da bir Türk firması olan Limak işletiyormuş. Gel gör ki hizmet çok kötü. Ne yürüyen merdivenler çalışıyor, ne tuvaletleri tuvalet. Kosova bizim otuz sene önceki halimiz ise, havaalanı da bir o kadar eski kafayla yönetiliyor.
Kosova’dan 20:40 uçağı ile havalanıyor tam vaktinde İstanbul’a varıyoruz. Ayrılık vakti geldi. Grup şahaneydi, rehber şahaneydi, otobüsümüz bile şahaneydi. Gülin Ağa ve marabaları sayesinde kubbede bir hoş seda kaldı. Ağam sen çok yaşa.
Feryal Bekdik
Haziran-2015
Yorumlar
Yorum Gönder