POLONYA GEZİ NOTLARI-2
POLONYA
GEZİ NOTLARI -2 (24 - 29 NİSAN 2024)
26 Nisan 2024 Cuma
Sabah otelden çıkış yaparak arabayla Varşova Tren İstasyonuna gidiyoruz. Yüksek
Hızlı Trene biniyoruz. Tren 10:27 de tam vaktinde kalkıyor. Trende ki numara
sistemine takılıyoruz. Son rakamı 8,2,1,3 ve karşı tarafta 7,5,6,4 olarak garip
bir küme sistemi var. Arkadaşlar, Ahmet’in methettiği erikli çikolatalardan
almışlar. Herkes cevizdir, kuruyemiştir, çıkınındakini çıkarıyor.
Tren yolculuğumuz boyunca
yiyip, içiyor, dışardaki manzarayı seyrediyor, sohbet ediyor, sarı
renkli kanola tarlalarının fotoğraflarını çekiyoruz .
Bagaj yükünden kurtulduktan sonra yürüyerek şehir turuna
başlıyoruz. Juliusz Slowacki Tiyatrosu ile Andrzeja Wajdy parkı arasında yürüyoruz. Julius Slowacki (1809-1849)
Polonyalı şair ve oyun yazarı. Adam Mickiewicz ve Zygmunt Krasiński'nin yanı sıra
Polonya'nın ulusal
ozanlarından biri olarak tanımlanıyormuş. 1830 ayaklanmasında
Mickiewicz İstanbul’a göç ederken Slowacki Paris’e yerleşmiş. O nedenle bu
güzeller güzeli binaya onun adını vermişler. Andrzeja Wajdy (1926-2016)’ye gelince o
da Polonyalı ünlü sinema yönetmeni.
II.Dünya savaşı esnasında, Almanların 1939 yılında Polonya’yı
işgal etmesinden sonra, Alman ordusu karargahını Krakow’a kurmuş. O nedenle
Krakow bombalanmadan, yakılıp yıkılmadan savaştan çıkmış.
Florian Caddesinde ilerliyoruz. Ortaçağdan kalma binalara, sağlı
sollu mağazalara bakınıyoruz. Burası Krakow’un İstiklal caddesi gibi. Karakow
1978’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesindeymiş.
Ortaçağdan beri ayakta kalan, Avrupa’nın en eski meydanına
geliyoruz. Meydan 200x200 metre büyüklüğünde, yani 40.000 m2. Meydanın tam
ortasına o zamanların AVM’si inşa edilmiş. Kumaş pazarı (Lehçe Sukiennice )
olarak adlandırılan bina meydanı boydan boya ikiye bölüyor. Rönesans döneminde
binada ağırlıklı olarak kumaş satılıyormuş. Bina iki katlı. Günümüzde İlk
katında hediyelik eşya dükkanları, ikinci katında müze ve kafeterya var. Bir de
meydanda cam piramit dikkat çekiyor. Piramitten anlaşılıyor ki yer altında da
bir şeyler var. Ortaçağı anlatan yeraltı müzesi varmış. Burayı bir fırsat
yaratıp görmek lazım.
Meydanın ortasında ünlü ozanları Adam Mickiewicz’in
dev heykeli dikkat çekiyor. Etrafı panayır yeri gibi. Müzisyenler, Ukrayna için
propaganda yapanlar, hediyelik eşya satanlar, ne ararsan var.
Meydanda iki tane çan kulesi ile Aziz Meryem Kilisesi göze
çarpıyor. Kilise 1221-1222 yıllarında yapılmış. 1241 Moğol istilası esnasında
yerle bir edilmiş.
Kilise ile ilgili söylence çok. Moğolların her tarafı yakıp yıktığı yıllarda,
Moğol orduları Krakow’a doğru gelmeye başlamış. Kilisenin çan kulesindeki gözcü
gelenleri görünce var gücüyle borazanı üflemeye başlamış. Ahali borazancının
durup dururken borazanı öttürmesine bir anlam verememiş. Zira borazan üç
nedenle üflenirmiş. Ya sabah şehrin kapıları açılırken, ya akşam şehrin
kapıları kapatılırken ya da karalın gelişini haber vermek için. Borazan çalmaya
devam ederken, Moğol okçularından birinin attığı ok, borazancının boğazına
saplanmış ve borazanın sesi, borazancının soluğu ile birlikte kesilmiş. İstilacıların
kapıya dayandığını anladıklarında ise artık vakit çok geç olmuş.
O günden beri borazan 7/24 saat başı çalıyor ve oku yedikten
sonra ölen borazancının anısına yarım perdede sona eriyormuş. Borazan çalma
ritüeli sadece 1938-1945 yılları arası Almanların izin vermediği için yapılamamış.
Günümüzde borazanı çalma işi itfaiyeci grubuna verilmiş.
İtfaiyecilerin içinden seçilmiş bir grup üç vardiya halinde borazan çalma işini
yerine getiriyormuş. Saat 12:00 de çalınan borazan yerel TV’lerde canlı
yayınlanıyormuş. Rehberimiz borazan ile
ilgili bilgileri verirken saat başına denk geliyoruz ve borazanın sesini
duyuyoruz. Borazan kesik kesik çalarken birden uzun ve azalan bir üfleyiş ile
son buluyor. Bu borazan hikayesi ile “Uyarılara dikkat edin, yoksa
özgürlüğünüzü bile kaybedebilirsiniz” denmeye çalışılıyormuş.
Gelelim diğer söylenceye. 1290-1300 yılları arasında yıkılan
kilisenin temelleri üzerinde tuğladan gotik tarzda yeni kilise inşa edilmiş. Krakowlular,
Wieliczka Tuz Madeninden hatırı sayılır bir zenginlik elde edilmiş. Eh para
gani olunca kiliseye bir yerine iki kule yapılmasına karar verilmiş. Kule
yapımını da iki kardeş ustaya vermişler.
Kardeşler büyük bir özveri ve uzun bir zamandan sonra iki kuleyi de tamamlamışlar. İnşaatın sonunda küçük kardeşin kulesi beğenilmiş ve büyük ödülü de o kazanmış. Bunu gören büyük kardeş dayanamamış ve küçük kardeşini bıçaklayarak öldürmüş. Katil ağabey yargılanıp idam edilmiş, o bıçak da kumaş pazarının duvarında sallanıyor. Kilisenin kuleleri restore ediliyor. İş iskelesi ile çevrelenmiş durumdalar
Almanlar Polonya’yı işgal ettikten sonra, Hitler’in hukuk
danışmanı Hans Frank bölge valisi olarak atanmış ve Krakow’da ki Wawel
Sarayı’nı mesken tutmuş. Bu sırada kilisenin mihrabını söküp, Wavel sarayına
taşımış.
Kumaş Pazarı’nın ortasında ki geçitten geçerek meydanın diğer tarafına çıkıyoruz. Çıkar
çıkmaz da ortaçağ binalarının birinin bodrumunda bulunan restoranda öğle yemeği
yemek üzere mola veriyoruz.
Yemekten sonra, meydanı geziyoruz. Meydanda büyük bir saat
kulesi var. Kule, 14. yüzyılın sonlarında taş ve tuğladan inşa edilen eski
Belediye Binasının yanı başında Gotik tarzda
inşa edilmiş. Eski Kraków Belediye Binası 1820’de yıkılmış, geriye
de kule yadigar kalmış. Kulenin girişinde iki tane taştan oyulmuş aslan başı heykeli
var. Bu heykeller 19. yüzyılın başında oyulmuş ve kuleyi korumaktaymış. Kulenin
iki cephesinde cumbalı pencereler var, bir de diğer cephede küçük hoş bir balkon göze çarpıyor. Cumbalı
pencereler, 1960’larda tadilat yapılırken kondurulmuş. Bu gerabet yerel
TV’lerde boy gösteren mimar Wiktor Zin’in fikriymiş. Restorasyon kazaları sadece biz de olmuyormuş
demek ki.
Meydanda atlı arabalar geziyor. Geleneksel kıyafetini giymiş
Polonyalılar ve arabada turistik gezi yapan turistler çok hoş bir görüntü
oluşturuyor.
Grodzka Caddesi üzerinde ilerliyoruz. Yol üzerinde ki Aziz
Peter ve Paul Kilisesi’nin önünden geçiyoruz. Kilise günümüz Polonya'sında ki
ilk Barok yapıymış. Kilisenin önünde on iki havarinin heykeli var. Bu nedenle
kiliseye On İki Havariler Kilisesi de denmekteymiş. Kilisede akşamları klasik
müzik konseri var. Gezi programı tamamlandıktan sonra Ankara ve İzmir grubu
olarak bir gün daha fazla kalacağız. Pazar akşamı buraya konsere gelsek hiç fena olmayacak.
Yola devam ediyoruz. Kale surlarına geliyoruz. Kale surları
Krakow’da bombalanan tek yapıymış. Savaştan sonra duvarların tamiratı bağışlar ile yapılmış. Duvarın üzerinde
boydan boya mermer plaketler üzerine bağışçıların isimleri yazılmış. Surların
yanından kaleye tırmanıyoruz.
600 yıllık Karakow şehrinin
kalbinde, Wawel Kraliyet Kalesindeyiz. Wavel
Tepesi üzerine kurulmuş olan ve hemen önünden Vistül Nehri akan Wavel
Kalesi, Kraków’un çok uzun yıllar hem başkent hem de dini merkez olması
sebebiyle büyük önem taşımış. Kalenin ana giriş kapısının duvarları şehrin armaları
ile süslü.
Kalenin içinde Wavel
Katedrali, Kraliyet Şatosu, Katedral Müzesi, konferans salonu olarak kullanılan
binalar, eski kilise kalıntıları ve II. Jean Paul Heykeli yer alıyor.
Wawel Kalesi’nin, katedral
olarak inşa edilmeye başlaması 11. Yüzyıla kadar gitmekteyse de 11. yüzyılda
inşa edilen bu katedral yıkılmış. Daha sonra yapılan 2. katedral 1.305 yılında
çıkan yangınla tahrip olmuş. Şu an mevcut Wawel Katedrali’nin inşası ise
14.yüzyılda Piskopos Nanker tarafından yaptırılmış.
İlk Polonya Kralı bu katedralde taç giymiş. Bu gelenek
başkentin Varşova’ya taşınmasından sonra bile devam etmiş. İçinde Polonya için
kıymetli olan azizlere adanmış pek çok şapel bulunuyormuş. Vasa Şapeli, Kutsal
Haç Şapeli, Sigismud Şapeli bunlardan bazılarıymış. Katedral de dört tane kubbe
var. Biri altın kaplama, sarı sarı parlıyor. Diğerleri kurşun kaplı. Ayrıca bu pek çok kral ve kraliçenin mezarı da
bu katedralde bulunuyormuş, I. Władysław, III. Casimir, II. Sigismud ve III.
John Sobieski mezarları bunlardan birkaçıymış.
Bir zamanlar aynı zamanda hapishane
olarak kullanılıp, ateşli topların düşmana ateş kustuğu bu kale, eskiden beri
yöneticilerin yerleşim yeri olarak seçtiği, Polonya tarihinin şekillendiği
yerin merkeziymiş.
Krakow şehrinin amblemi ejderha. Bu da Ejderha efsanesine dayandırılıyor. Karakow’u 6.yüz yılda Kraklar kurmuş. Krakow’da Krakların şehri anlamına geliyormuş. Kraklar buraya geldikleri zaman, Wawel Tepesi’nin altında ki bir mağarada Smok Wawelski adlı bir ejderha varmış.. Kraków şehrini kuran efsanevi Polonyalı prens Krakus bu ejderhayı öldürmüş ve sarayını öldürülen ejderhanın ininin üzerine inşa etmiş.
Bir diğer söylenceye göre de ejderha köyleri basıyor, sürüleri avlıyor, kızları kaçırıp yiyormuş, Kral ejderhayı öldürene büyük ödül vaat etmiş. Bir başka rivayete göre kızıyla evlendirmeyi vaat etmiş. Yedi başlı ejderhanın yanına yaklaşmak ne mümkün. Nice şövalyeler ejderha karşısında yitip gitmiş. Derken bir gün bir ayakkabı ustasının aklına dahice bir fikir gelmiş. Sahte koçlar yapıp içlerini zehirle doldurmuş. Yaptığı bu koçları ejderhanın mağarasının önüne bırakmış. Koçları gören ejderha onları bir güzel yemiş. Ardından zehrin de etkisiyle boğazında, midesinde bir yanma hissi belirmiş. Bu yanma hissinin verdiği çaresizlikle Vistül Nehri’nin sularını içmeye başlamış. İçindeki susuzluğu geçmeyen ejderha zehrin etkisiyle patlayarak bugünkü Vistül Nehri’ne şeklini vermiş. Ejderhadan kurtulan şehir halkı ve civar köyler rahat bir nefes almış ve ayakkabıcıyı ödüllendirmişler. Hatta Kral ayakkabıcıyı kızıyla evlendirmiş. Sonrada şehirlerine amblem olarak ejderhayı uygun görmüşler.
Wawel Tepesi’nin altındaki mağaranın girişine,1972
yılında ejderhanın heykelini dikmişler. Hatta bu heykel zaman
zaman ağzından ateş püskürtüyor.
Lehistan İmparatorluğu’nun kalbi, Kraliyet Sarayı’nın avlusuna giriyoruz. Avlunun etrafında üç katlı kemerli bina ile karşılaşıyoruz.
Kemerli avlu, Rönesans sanatının güzel bir örneği olarak
kabul edilirken, Rönesans’ta ikinci katın diğer katlardan yüksek olmasına
karşın, burada üçüncü kat yüksek yapılmış. Bu tasarım ile İtalyanlardan ilham
alıyoruz ancak uygulamada Polonya sanatsal ve kültürel geleneğini de
yaşatıyoruz demek istemişler.
Yeni avangart sarayın en büyük özelliği, hem
İtalyan hem de Polonyalı zanaatkarların hünerlerini sergiledikleri avluyu
çevreleyen katmanlı kemerlerden açılan tavanı süslü, geniş, aydınlık odalarmış.
Sigismund (ve daha sonra oğlu), sarayın odalarını dekore etmek için, toplu
olarak Jagiellon halıları olarak bilinen Hollanda
ve Flandre'de dokunmuş 350'den fazla duvar halısı satın
almışlar. Duvar süslerinin bir kısmı günümüze kadar gelmiş.
Hanedanın adını taşıyan Jagiellonian Üniversitesi,
Polonya’nın en ünlü üniversitelerinden biriymiş. Üniversite de Türkoloji bölümü
bile varmış. Zaten Türk-Polonya
ilişkileri tarih boyunca hep iyi olmuş. Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan
ülke de Polonya olmuş. Sevdim ben bu Polonyalıları.
Artık yavaş yavaş otelin yolunu tutuyoruz. Otele yerleşip
akşam yemeğine gideceğiz. Barbakanın
olduğu yerde yeşil alanın üzerinde resim çerçevesinin köşesine oturmuş şekilde
betimlenmiş Jan Matejko’nun heykelini görüyoruz. Jan Matejko, (1938-1893) Polonya’nın ulusal
ressamı olarak bilinmekteymiş.
Otelimizde Jan Matejko Meydanı üzerinde. Otele giderken
yolda bir başka heykel grubu gözümüze
çarpıyor. Grunwald Anıtı, Grunwald
Savaşı'nın 500. yıldönümünü anmak için 1910 yılında inşa
edilmiş. Anıtın ana gövdesi üzerinde Polonya Kralı Władysław II Jagiełło'nun (1352–1434) at üzerinde
heykelini görüyoruz .
Heykelin dört
yüzünde çeşitli heykeller var. Bunlardan biri, Jagiełło'nun kuzeni, Litvanya Büyük Dükü Vytautas
mış. Jagiełlo'nun her iki yanında zaferi kutlamak için kollarını kaldıran
askerler var. Heykelin basamaklarında ölü yatarken tasvir edilen kişi ise Cermen
Şövalyelerinin Büyük Üstadı Ulrich von Jungingen'miş. Anıt,1939 yılında
Naziler tarafından yıkılmış ve 1976 yılında yeniden inşa edilmiş .
Bu arada otelimizin adı da Matejko.Ünlü bir ressamın adını taşıyan otelde kalacağız. Eşyalarımızı odamıza çıkarıp yerleşiyoruz. Vakit
kaybetmeden yemek yiyeceğimiz büyük meydana bakan Wesele restorana gidiyoruz.
Yorulmuşuz. Dört kişi bir şarap şişesini paylaşıyoruz. “Danaya girer gibi
şaraba girdik” diye espri yapıyoruz.. Diğer arkadaşlarda bu şaraba girme
fikrine bayılıyorlar.
Yemekten sonra şarkı türkü faslı başlıyor. Selmin Günöz, arya
söylüyor. The Cats müzikalinin ünlü şarkısı Memory’yi de söyledikten sonra, bu kadar arya yeter deyip, popüler şarkılardan
söylemeye başlıyoruz. Şarkıların canına okuyoruz biliyorum ama çok eğleniyoruz.
Gecenin sonunda, cam kenarındaki çifte yanaşıp, “Verdiğimiz rahatsızlıktan
dolayı özür dileriz” diyorum. İki genç insan, belki onlar için özel bir gece,
biz de geceyi bozduk diye vicdan yapıyorum. İki yıllık evlilermiş, bizim
neşemiz tam aksine onları da neşelendirmiş.
27 Nisan 2024 Cumartesi
Sabah kalvaltıdan sonra 9:45 de otelden biraz yürüyerek, arabaya
biniyoruz. Krakow’un 15 km güney doğusunda bulunan Wieliczka Tuz Madeni’ne
gidiyoruz. Wieliczka Tuz Madeni'nin en önemli özelliği
dünyanın bilinen en eski tuz madenlerinden biri olmasıymış. O devirde tuz
sadece İngiltere, Avusturya ve Polonya’da çıkarılmaktaymış.13.yüzyıldan
günümüze kadar buradan tuz çıkartılmaya devam etmiş. Altın değerindeki tuz
Krakow’un zenginliğinin nedeni. Tuz Madeni, 1978 yılında da UNESCO Dünya mirası
listesine girmiş.
Yirmi kişilik gruplar halinde içeri alıyorlar. Üniformalı bir
rehber eşliğinde geziyoruz. Galeriler tomruklar ile tahkim edilmiş. Galeri
tavanlarında köpük görünümünde beyaz renkli tuz çiçeklenmeleri var. Duvarlar ve
tavanlar kurşuni renkli kayalardan oluşuyor.
İçerde çeşitli heykeller ve canlandırmalar var. Tuzdan yapılan cüce heykelleri hepimizi gülümsetiyor. Bu heykeller Wieliczka Cüceleri olarak adlandırılıyor ve mutlu madencileri tasvir ediyormuş. Copernic’in 500.doğum günü şerefine yapılan tuz heykelini görüyoruz.
Krakowlu Prens V.Boleslaw’ın diz çökerek Macar Prensesi
Kinga’ya evlilik teklifi yapması ve etrafındakiler o kadar güzel yontulmuş ki. Prenses Kinga kocasının ölümünden sonra kendini tamamen dine
adamış ve bir Frensisken rahibesi olarak Cleres Manastırı’na kapanmış. Bu
dönemde çok sayıda manastır ve kilise inşa ettirmiş. Fakirlerin ve hastaların
yardımına koşmuş. Tarih sayfaları onun, Türkler tarafından esir alınan
askerleri, fidye ödeyerek kurtardığını yazıyormuş. 1999’da
Polonyalı Papa II. Jean Paul, Kinga’yı azize ilan etmiş.
Neolitik çağda, yani günümüzden altı bin yıl önce tuzun elde edilişini, atların galeriye
sokularak malzemenin taşınmasını gösteren canlandırmalar var. Galeri de atlar
ürkmesin diye gözleri bağlanıyormuş. Çıkrıklar var. Teknoloji ilerleyince
dekovil hatları kurulmuş, onları da görüyoruz. Raylar tuzdan bozulduğu için
altı ayda bir değiştiriliyormuş. Sanatkar madencilerin yaptığı heykeller var.
III.Casimir (1310-1370) nam-ı diğer adıyla Büyük Casimir’in büstünü görüyoruz.
1860 yılında yapılmış Kutsal Haç Şapel’ini geçtikten sonra Azize
Kinga şapeline geliyoruz. Madeni 1866 yılında su basmış ve büyük bir felaket
atlatılmış. Ondan sonra bu şapel
yapılmaya başlanmış. Burası oldukça büyük ve yüksek tavanlı bir oyuntu. Yapımı yaklaşık olarak 30 yıl sürmüş. 1895
yılında tamamlanan kilisenin yapımı için bölgeden 20.000 tondan fazla kaya tuzu
çıkarılmış. İnanması güç, yerin yüz metre altında bir katedraldeyiz. Duvarların içinde İsa’nın ahırda doğumundan,
göğe yükselişine kadar çeşitli tasvirler var. Son Akşam Yemeği benim en
beğendiğim rölyef. Tanrının bile büstü var. Şapelde, düğün töreni ve önemli
kutlamalar yapılabiliyormuş.
Ahşap merdivenlerden, bir yeraltı gölüne iniyoruz. Gölün kıyısında yapılan platformda müzik eşliğinde tüm madencilere selam duruyoruz. Çıkışa doğru, bir camekanın içinde rengarenk tuz kristalleri görüyoruz. Mavi renkli tuz kristali bile var.
Gezimiz neredeyse üç saat sürüyor. Hem yoruluyor, hem de acıkıyoruz.
Madenin yakınındaki Kuchina Wielicka’ya
(Wielicka Mutfağı) gidiyoruz. Yemekten sonra tekrar Krakow’a dönüyoruz.
Sandalyelerin olduğu bir meydanda arabadan iniyoruz. Burası
Krakow Getto’sunun olduğu yermiş. Bölge valisi Hans Frank efendi
Nisan 1940’da 50.000 Yahudinin Kraków şehrinden uzaklaştırılmasını buyurmuş. İnsanların
yanlarına sadece 25 kg kadar eşya almalarına izin verilerek, evlerinden
barklarından edilmişler. Önce Getto’ya gelmişler, etrafları duvarlar ile
örülmüş, çok geçmeden de sonra da ölüm
kamplarına gönderilmişler.
Getto’nun ortasında kocaman bir meydan, meydanda ölüme giden insanları anımsatan sandalyeler var. Meydanın adı “Getto Kahramanları"
Bu meydanda günümüzde, Piotr Lewicki ve Kazimierz Latak tarafından tasarlanan ve 8 Aralık 2005’te sergilenmeye başlayan Boş Sandalyeler adlı çalışma göze çarpıyor. Bu anıt gettodan kurtulan bir kişinin anlattığı bir hikayeden esinlenerek yapılmış. Okullarını terk etmeye zorlanan Yahudi çocuklar sandalyelerini sokak boyunca taşımışlar. Canım ya, sandalyelerine oturup tekrar okullu olacaklarını düşünmüşler.
Anıt 70
adet dağınık yerleştirilmiş bronz sandalyeden oluşuyor. Sandalyelerin 33 tanesi 1.40 metre yüksekliğinde, 37 tanesi
ise 1.20 metre yüksekliğindeymiş. Her
bir sandalye Krakow Yahudi cemaatinde katledilen 1.000 kişiyi temsil
etmekteymiş. Yani sandalyeler 70.000
kişi katlini sembolize ediyor.
Meydandan
sonra programda olmamasına rağmen rehberimiz bizi, Schindler’in Fabrikası’na
götürüyor. Ünlü yönetmen Steven Spielberg’in 1994 yılında en iyi film dalında
Oscar ödülünü kazandığı Schindler’in Listesi filminde ki meşhur fabrika.
Rehberimiz, fabrikanın içinde o günlerden kalan bir şey kalmadı deyince kapıdaki uzun kuyruğa girmeden, fabrikanın dışardan fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz. Schindler, II.Dünya Savaşı sırasında, emaye ve metal eşya fabrikasında Yahudi işçileri çalıştırmış ve bu sayede 1.100 Yahudi'nin hayatını kurtarmış. Kapısında ki tabelada “Her kim ki bir hayat kurtarır, bütün dünyayı kurtarmış olur” mealinde bir yazı var.
Arabaya
binmeden önce film çevrilirken, film ekibinin yemek yediği arsayı da görüyoruz.
1993 senesinde buralardan geçsem Liam Neeson’u masada yemek yerken
görebilirmişim.
Fabrikadan sonra Kazimier’de ki Yahudi Mahallesi’ne gidiyoruz. Kazimier, gettoya sürülmeden önce ağırlıklı olarak Yahudilerin yaşadığı bir semtmiş. Şimdilerde turistik bir mekan olmuş. Sinagog var, Polonyalı Yahudiler Anıtı var. Anıtın önüne bırakılan küçük taşlardan bir yığın var. Yahudi inancına göre mezarın üzerine bırakılan taş, oranın ziyaret edildiğini ve gidenin unutulmadığını göstermekteymiş.
Sokaklarda eskiden kalma İbranice yazılar görülüyor. Ayşenur ile dolaşırken Yahudi adetlerinden söz ediyoruz. Biz konuşur, fotoğraf çekerken, bir anda grubumuz yok oluyor. Ayşenur ile geldiğimiz yoldan geriye gidiyoruz. Sağa bakıyoruz, sola bakıyoruz. Kimse yok. Çantamı da arabada bırakmıştım. Kaldık mı Karakow’un Yahudi mahallesinde bir başımıza. Ayşenur, telefonu dolaşıma açıyor. Ne yapalım Turkcell kazansın. Yola çıkıp taksi arayalım diyoruz. O sırada Polonya Yahudiler anıtının orada rehber ile bizim Ahmet’i görüyoruz. Geldiğimiz yoldan değil tam aksi yönde arabaya gitmişler. Neyse arabaya binip otele gidiyoruz.Otelde elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra Ayşegül ile meydana gidiyoruz. Azize Meryem Kilise’sine giriyorum. İçeride ayin var. Kaçak göçek bir tane fotoğraf çekip çıkıyorum. Grup ile dün akşam yemek yediğimiz Wesele Restoran’ın önünde buluşuyor, Wavel Kalesi’nin burçlarının karşısındaki Pod Wavelen Restoran’ına gidiyoruz.
Restoran’da bizi
akordeon çalan bir erkek ve keman çalan bir kadın karşılıyor. Çok neşeli bir
ortam, diğer masalarda ki turist grupları ile birbirimize tezahürat yapıyoruz.
Müzikle beraber yemeklerde bitiyor. Masalar birer birer boşalıyor. Ayşegül,
rehber ve ben sohbete dalıyoruz. Herkes giderken biraz daha kalıp biz de
kalkarız diyoruz. Ayşegül psikolog, ben
yıllarca her çeşit insanla uğraşmışım, rehber desen yetmiş iki millet ile hem
hal olmuş. Laf lafı açıyor, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
Restoran
kapanacak, biz oturuyoruz. Neyse kalkmak aklımıza geliyor, gitmeden tuvalete
gidelim diyoruz. Tuvaletten çıkıyoruz ki her taraf sabunlu su. Restoran
yıkanıyor, masanın birinde hasılatı sayıyorlar. Sabunlu suların üzerinden
atlaya zıplaya dışarı çıkıyoruz. Meydan da Lale ile Çiğdem’e rastlıyoruz.
“Neredeydiniz bu vakte kadar diyorlar? “ Restorandaydık, restoranın suyunu
çıkardık” diyorum.
28 Nisan 2024 Pazar
Turun son günü, geçtiğimiz yüzyılın trajik olayları diye saysan ilk ona girecek bir yere gidiyoruz bugün. Gruptan bazı arkadaşlar, içimiz kaldırmaz deyip Krakow’da kalıyorlar. Biz nelere dayanmış bir kuşağız, ne görülecekse görelim gelmişken diye arabaya biniyoruz. Krakow’dan bir saat kadar batıya giderek 60 KM uzaklıkta ki Auschwitz Toplama Kampı’nın olduğu yere gidiyoruz.
Arabadan inerken rehberimiz adımıza alınmış biletleri dağıtıyor. Giriş saatimiz 11:30’da. Gişelere gidiyoruz. Bilet ve pasaport kontrolünden sonra, hepimize kulaklıklar dağıtılıyor. Rehbere takılan mikrofonlu kulaklık ile ses kontrolü yapılıyor. İçeriye girdiğimizde sessiz olunacak ve sadece rehberin alçak sesle söyledikleriyle yetinecekmişiz. Auschwitz ve Birkenau resmi olarak bir buçuk milyon, gerçekte ise altı milyona yakın insanın yok edildiği yerler. Daha içeri girmeden ürpermeye başlıyoruz.
Ana giriş kapısına doğru giderken, filmlerden aşina olduğumuz tuğladan yapılmış binaları görmeye başlıyoruz. “Gelecek nesillerin bu zulmü unutmamaları için bu alan muhafaza edilmektedir” yazan bir tabela görüyoruz. Buranın müze haline gelmesinde katkısı olan ülkeler ve kuruluşlar yazılmış. Bunların içinde Türkiye’nin de adı var.
Auschwitz aslında Oświęcim köyüne yakın Polonya ordusuna ait bir garnizonmuş. Almanlar, 1939 yılında Polonya’yı işgal ettikten sonra Nazi Almanyası'nın en güçlü devlet adamlarından, SS’lerin komutanı, Holokost'un baş mimarlarından Heinrich Himmler’in emriyle garnizona el koymuşlar.
SS'ler burada kurdukları toplama kampına daha sonra Auschwits
-1 adını vermişler. İlk başlarda Polonyalı erkekler buraya getirilmiş. Daha
sonra, Yahudiler ve diğerleri getirilmeye başlanmış. Zaman içinde kadınlar,
çocuklar ve Sovyet savaş esirleri buraya nakledilmiş.
Komutanın ofisi ve bazı SS ofisleri de buradaymış. Kamp
kompleksinin genişletilmesi buradan yönetilmiş. Yani kötülüğün ana merkezi
burasıymış.
Kampın girişinde ARBEIT MACH FREI (Çalışmak Özgür Kılar)
yazısı dikkat çekiyor. Birçok Nazi toplama kampının girişinde
yer alan "Arbeit macht frei" sloganı "sonsuz çalışmanın ruhsal
özgürlüğü sağladığı" savını desteklemekteymiş. Yalnız ARBEIT yazısında ki
B harfinin, şişman kısmı üstte, daha zayıf olan kısmı altta olacak şekilde
yazılmış. Bunu yazan usta, herhalde burada bir şeyler ters gidiyor demek
istemiş. Adını yanlış anlamadıysam, bu tasarım Maria Jens adlı bir mahkumun
eseriymiş.
İnsanlar ilk başta buraya gelirken, buraya geçici olarak geldiklerini düşünmüşler. Trenden indiklerinde onları orkestra karşılamış. Sonra da Almanya hapishanelerinden salıverilen, Kapolar denilen, psikopat, katil, it kopuk takımı gelenlere nezaret ediyor, ellerindeki sopalarla onları hizaya sokuyormuş. SS’lerde organizasyondan sorumluymuş. Gelenler SS subayının yönlendirmesi ile iki tarafa ayrılıyorlarmış. İşe yarayacaklar bir tarafa, yaşlı, hasta, sakat yani işe yaramaz addedilenler diğer tarafa.
İşe yaramayanlar önceleri kurşuna dizilmişler. Gömmekle baş
edemeyince, gaz odalarında öldürüp, fırınlarda yakma safhası gelmiş. Kesif bir
koku ve beyaz bir duman ne halt ettiklerini belli ediyormuş. Nazi kasabı
Mengele’de burada kendince bilimsel deneyler yapmış.
İlk önceleri gelenlerin ciddi ciddi kaydı tutulmuş, önden,
yandan, çaprazdan resimleri çekilmiş, ne iş yaptıkları, doğum ölüm tarihleri
yazılmış. Burası başlarda çalışma kampıymış. Buraya getirilenler, mavi beyaz
tek tip elbise giydirilerek, karın tokluğuna civardaki fabrika ve tarlalarda
çalışmaya götürülmüş.
Kamplarda ki kadınların saçları neden sıfıra vurulmuş? İlk
aklımıza gelen bitlenmesinler diye saçların kesilmiş olduğu. Hayır, kadın saçı
tekstilde kullanılabilecek bir ürünmüş.
Saçlarımız, kaba yünlü kumaşlar için
harika bir hammaddeymiş. Sovyetler kampa
gelip esirleri kurtardıklarında buldukları yedi ton kadın saçına önce anlam
verememişler. Nerden akıllarına gelsin saçtan kumaş yapıldığı.
Blokları gezmeye başlıyoruz. 4 Numaralı Blok’da kocaman bir
harita var. Harita da Auschwitz’in tüm Doğu Avrupa’nın merkezinde olduğu
görülüyor. Duvardaki yazıları okumaya çalışıyorum. Alman Adalet Bakanı Otto
Thierack, “Alman milletini, Polonyalılardan, Ruslardan, Yahudilerden,
Çingenelerden temizlemeliyiz” diye buyurmuş. Genel Vali Hans Frank efendi
“Yahudiler toptan yok edilmesi gereken bir ırktır” demiş.
Bir başka tabelada “1940-1945 yıllar arasında sadece
Auschwitz’de en az 1.300.000 kişi öldürülmüştür diye yazmışlar. Sonrada
ölenleri gruplamışlar. 1.100.000 Yahudi, 140.000 ila 150.000 arası
Polonyalı,23.000 Çingene, 15.000 Sovyet Savaş Esiri, 25.000 diğer etnik
gruplar.
Bu insanlar sadece Polonya ve Almanya’dan değil Avrupa’nın
diğer ülkelerinden de buraya taşınmışlar.
Siyah bir kaide üzerinde üçgen cam fanus var. 1940-1945
arasında ölenlerden bir kısmının külleriymiş. Duvarlardaki fotoğraflara
bakıyorum. Kampa getirildikleri esnada çekilen fotoğraflarda hepsi düzgün kıyafetli, şehirli, hali vakti
yerinde olan adamlar. En çok da çocuklar
insanın içini acıtıyor.
Kampta erkekler ile, kadın ve çocuklar ayrı bloklarda
kalıyormuş. Çalışmaya götürülenler arasında en şanslı grup tutukluların
kıyafetlerini, ayakkabılarını, bavullarını, gözlük, oyuncak, yüzlerce kilo
takma altın diş, mücevher, para, hisse senedi, banka defterlerini tasnif eden
kadın grubuymuş. O zamanlar en yaşanası ve gitmeye can atılası ülke
Kanada’ymış. O nedenle bu tasnif grubunu çalıştığı bölüme Kanada deniyormuş.
1-10 numaralı bloklar kadınlar içinmiş. 17.000 den fazla kadın gaz odalarında,
açlıktan ve hastalıktan ölüp gitmiş. Daha sonra sağ kalanlar Birkenau kampına
götürülmüş.
Camekanın arkasında boş teneke kutuları var. Gaz odalarında kullanılan Siklon B diye adlandırılan hidrojen siyanür bileşiğinin boş teneke kutularıymış.
Bir başka camekanda Yahudilerin dua ederken sarındıkları şallar var.Daha sonra iş çığırından çıkıyor. Taraklar, diş fırçaları, elbise yığınları, emaye tencere tavalar. İnsan yanına 25 kg getirirken tencere-tavayı, rendeyi niye getirir. Gelirken bir mutfakları olacağını yemek pişireceklerini düşündüler her halde.
Sadece eşyalar tasnif edilmemiş ki, insanlarda
tasnif edilmiş. Duvarda renk skalası var.
Kırmızı Ters Üçgen- Siyasi Mahkumlar
Yeşil Ters Üçgen- Adi Mahkumlar
Siyah Ters Üçgen (sağ tarafında z harfi var) –
Çingeneler
Siyah Ters Üçgen-Asosyaller ( Yuh artık
asosyaller bile kategorize edilmiş)
Pembe Ters Üçgen- Eşcinseller
Sarı renkli SU harfleri- Sovyet Savaş Esirleri
Sarı Üçgen- Yahudiler
Daha devam ediyor ama benim içim kaldırmıyor.
11. Blok burada kurşuna dizileceklerin, ölmeden
önce kaldıkları bloklarmış. İroniye bak. Bir tarafta ari ırk doğmayı bekliyor!
Diğerinde de değersizler ölümü bekliyor. Bu blok da Gestapo’nun göstermelik
olarak mahkeme yaptığı oda da var. Adaletinizi sevsinler sizin.
Bilimsel çalışmaları göz yaşartıcı. Binlerce insanın üzerinde yaptıkları deneyler ile ilaç sanayini de abat etmişler. Bugün bile kullandığımız bir çok antibiyotik o dönemde bulunmuş. İnsanları kobay olarak kullanmışlar.
15 Nisan 1946 tarihinde Nürnberg Uluslararası Askeri
Mahkemesinde sorgulanmış. Burada suçları ile ilgili ayrıntılı ifade vermiş.
Nürnberg mahkemesinde Üç buçuk milyon insanı öldürmekle suçlandığında Höss şu cevabı vermiş
"Hayır. Yalnızca iki buçuk milyon, geriye kalanı hastalık ve açlıktan öldü"
Bu ve bunun gibileri bir kez asmak yeter mi
acaba? Keşke mümkün olsa her gün diriltip, gene assak. Adamın asıldığını bilmek
içimizi soğutmuyor. İnsan ziyanının yasını tutuyoruz.
Tekrar arabamıza binerek bu sefer Birkenau olarak da bilinen Auschwitz-II’ye gidiyoruz. Oświęcim'in 3 km batısında Brzezinka (Birkenau) köyünde kurulmuş bir başka toplama kampı. Tren istasyonu ve raylar olduğu gibi duruyor. Raylar istasyondan kampa kadar uzanıyor. İstasyonun önünden giden raylarda Auschwitz’e kadar gidiyormuş. Sovyet ordusu ilk önce Auschwitz’e girdiği için burada daha çok savaş delili elde edilmiş. Birkenau daha uzakta olduğu için, Sovyet Ordusu gelene kadar barakalar, evraklar, insanlar yok edilmeye çalışılmış. Bunda da başarılı olmuşlar. Geriye çok az delil kalmış.
Ortak kullanılan tuvaletler ve ranzaların
olduğu koğuşlardan örnekler var. Ranzalar iki sütun arasına iki ranza sığacak
ve tüm koğuş görünecek şekilde dizayn edilmiş. 83 ranza sayıyoruz. Her bir
yatakta 3 kişi yatıyormuş. Yani 300m2 alan içinde 3 katlı ranzalardan 56 adet
var. Bu durumda bir koğuşta 500 kişi kadar kalıyorlar. İki adet soba var, sobalar
göstermelikmiş, hiçbir zaman yanmamış. İnsanlar nefesleri ile ısınmışlar.
Tuvaletler ise eski Roma tuvaletleri gibi.
Boydan boya sırt sırta oturacak şekilde delikleri olan üç tane beton yükselti
var. Aynı anda 500 kişi tuvaletini yapıyormuş.
Auschwitz-I yetmeyince, burası inşa edilmiş. Bir milyona yakın insanda burada tezgahtan geçmiş. Krupp ve Siemens fabrikalarında çalışmaya gönderilmiş. Burası daha büyük ve organize. Altı gaz odası ve dört insan yakma fırını varmış. Yıkıntıların olduğu yere hiç birimiz gitmek istemiyoruz. Seksen yıl önce olanların geride kalanların bir kısmını bile görmek canımıza okumuş, daha fazlasını görmeye, duymaya dayanacak yüreğimiz yok.
Gezi notlarımı yazıya dökerken,”İlk başlarda
gelenlerin kaydı tutulmuş, sonra da iş çığırından çıkmış, kim geldi kim gitti
doğru dürüst kayıt tutan olmamış” lafı kafamda dönüp duruyor. Kayıtlı bir buçuk
milyon insanın haricinde bir o kadar daha isimsiz kayıplar var. Bu kayıp olanlar kimdi, neydi diye düşünürken TV’de bir filme
denk geliyorum. İsmi “Song of Names”.
Filmde anlatıldığına göre toplama
kamplarında insanlar onar kişilik gruplar halinde beşer bin beşer bin ölenlerin
adını şarkı formunda ezberlemiş, savaş sonrasında da sağ kalanlar
ezberledikleri isimleri kayıtlara geçirmişler.
Otelin yakınında arabadan iniyoruz. Gezimizin rehberli kısmı burada bitiyor. Grunwald Anıtı önünde hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Kerem’e teşekkür ederek kendisini Varşova’ya uğurluyoruz. Grubumuzdan beş kişi de bugün Türkiye’ye dönüyor.
29 Nisan 2024 Pazartesi
Sabah kahvaltıya indiğimde, anlıyorum ki bizim dün akşam ki Zloti, Euro ve TL al veri duyulmuş. Millete de şamata lazım. Çiğdem’e “Hesaplaştınız mı?” diye soruyorum. Çiğdem’in elinde bozuk olarak EURO varmış. Lale’ye “ Seni uğraştırmayayım, al sana 4 Euro” demiş.
Müzeye gezmek için yerin altına iniyoruz. Rynek (Pazar) Yeraltı müzesi, Pazar Meydanının altında yaklaşık 4.000 m2 lik alanı kaplıyor. Krakow’un ortaçağ dönemini anlatan, geçmişe dokunan bir müze. 700 yıl önceki atmosferi yaratmak için, hologramlar kullanılmış.
Cam yürüyüş yolları yapılmış, yürüyüş yollarını takip ederek müzeyi geziyorsun. Odalar var, her birinde ayrı bir video oynatılıyor ve uzmanlar tarafından ortaçağ anlatılıyor.
Kenarları tonozlar ile tahkim edilmiş, Ortaçağ’a ait yolları görüyoruz. 11.yüzyılda Krakow’da çıkan büyük yangın canlandırılmış. Su kemerlerini görebiliyorsun. Tarihe dokunuyorsun.
Otelden ayrılma saatimiz yaklaşıyor, Ayla ile müzeden sonra bir koşu tutturarak, otele varıyoruz. Arabamız gelmiş, bavullarımızı alarak arabaya biniyoruz. Krakow havalimanında biraz vakit geçiriyoruz. Meltem’i Almanya’ya uğurluyoruz. Sonra biz Ankara-İzmir yolcuları uçağa biniyoruz. Krakow-Ankara direk uçuş sayesinde önce Ankara’ya varıyoruz. İzmir yolcuları, havaalanında kalıyorlar.Nazan-Ahmet, Ayşegül ve Meltem’i daha önceden tanıyordum,
Polonya gezisi sayesinde yeni dostlarla tanıştım. Her yeni insan, yeni bir
kaynak. Ne kadar çok kaynaktan beslenirsen o kadar zenginleşiyorsun.
Feryal BEKDİK
19.05.2024
İZMİR
Müthiş bir anlatım Feryal ablacım.Kalemine sağlık
YanıtlaSil