POLONYA GEZİ NOTLARI-2

 


POLONYA GEZİ NOTLARI -2  (24 - 29 NİSAN 2024)

26 Nisan 2024 Cuma

Sabah otelden çıkış yaparak arabayla  Varşova Tren İstasyonuna gidiyoruz. Yüksek Hızlı Trene biniyoruz. Tren 10:27 de tam vaktinde kalkıyor. Trende ki numara sistemine takılıyoruz. Son rakamı 8,2,1,3 ve karşı tarafta 7,5,6,4 olarak garip bir küme sistemi var. Arkadaşlar, Ahmet’in methettiği erikli çikolatalardan almışlar. Herkes cevizdir, kuruyemiştir, çıkınındakini çıkarıyor.

Tren yolculuğumuz boyunca  yiyip, içiyor, dışardaki manzarayı seyrediyor, sohbet ediyor, sarı renkli kanola tarlalarının fotoğraflarını çekiyoruz .

İki saat yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra  Krakow’a varıyoruz. İstasyonda bizi bekleyen arabaya bavul ve çantalarımızı veriyoruz. Otelimiz, istasyona yürüme mesafesinde ve Eski Şehir’e çok yakınmış.

Bagaj yükünden kurtulduktan sonra yürüyerek şehir turuna başlıyoruz. Juliusz Slowacki Tiyatrosu ile Andrzeja Wajdy parkı arasında  yürüyoruz. Julius Slowacki (1809-1849) Polonyalı şair ve oyun yazarı. Adam Mickiewicz ve Zygmunt Krasiński'nin yanı sıra Polonya'nın ulusal ozanlarından biri olarak tanımlanıyormuş. 1830 ayaklanmasında Mickiewicz İstanbul’a göç ederken Slowacki Paris’e yerleşmiş. O nedenle bu güzeller güzeli binaya onun adını vermişler. Andrzeja Wajdy (1926-2016)’ye gelince o da  Polonyalı ünlü sinema yönetmeni.


Kale surlarından geriye kalan, tuğlalardan yuvarlak formda inşa edilmiş Barbakanı görüyoruz. Giriş ve çıkışı farklı yönlerde olan barbakan şehrin giriş çıkışının kontrol edildiği en önemli kontrol noktalarından biriymiş. Barbakandan sonra,  gotik tarzda taştan inşa edilmiş kulenin altındaki Aziz Florian Kapısı’ndan, Eski Şehir’e giriş yapıyoruz. Kule, 1307 yıllarında, şehrin büyük bir kısmını yok eden 1241 Tatar saldırısından sonra Kraków çevresindeki koruyucu surların bir parça
olarak inşa edilmiş. Kulenin üzerinde Aziz Florian’ın rölyefi var.


               

Kraków'un Kraliyet Yolu, Aziz Florian Kapısı'ndan başlayıp, Floria caddesi boyunca devam ediyormuş. Rynek Glowny (Ana Pazar) Meydanından geçerek Wavel Kalesi’nde son buluyormuş.  Bir zamanlar krallar ve prensler, yabancı elçiler ve seçkin konuklar bu kapıdan girer,  geçit törenleri ve taç giyme törenleri bu kapıdan başlatılırmış.

II.Dünya savaşı esnasında, Almanların 1939 yılında Polonya’yı işgal etmesinden sonra, Alman ordusu karargahını Krakow’a kurmuş. O nedenle Krakow bombalanmadan, yakılıp yıkılmadan savaştan çıkmış.

Florian Caddesinde ilerliyoruz. Ortaçağdan kalma binalara, sağlı sollu mağazalara bakınıyoruz. Burası Krakow’un İstiklal caddesi gibi. Karakow 1978’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesindeymiş.

Ortaçağdan beri ayakta kalan, Avrupa’nın en eski meydanına geliyoruz. Meydan 200x200 metre büyüklüğünde, yani 40.000 m2. Meydanın tam ortasına o zamanların AVM’si inşa edilmiş. Kumaş pazarı (Lehçe Sukiennice ) olarak adlandırılan bina meydanı boydan boya ikiye bölüyor. Rönesans döneminde binada ağırlıklı olarak kumaş satılıyormuş. Bina iki katlı. Günümüzde İlk katında hediyelik eşya dükkanları, ikinci katında müze ve kafeterya var. Bir de meydanda cam piramit dikkat çekiyor. Piramitten anlaşılıyor ki yer altında da bir şeyler var. Ortaçağı anlatan yeraltı müzesi varmış. Burayı bir fırsat yaratıp görmek lazım.

Meydanın ortasında ünlü ozanları Adam Mickiewicz’in dev heykeli dikkat çekiyor. Etrafı panayır yeri gibi. Müzisyenler, Ukrayna için propaganda yapanlar, hediyelik eşya satanlar, ne ararsan var.



Meydanda iki tane çan kulesi ile Aziz Meryem Kilisesi göze çarpıyor. Kilise 1221-1222 yıllarında yapılmış. 1241 Moğol istilası esnasında yerle bir edilmiş.

Kilise ile ilgili söylence çok.  Moğolların her tarafı yakıp yıktığı yıllarda, Moğol orduları Krakow’a doğru gelmeye başlamış. Kilisenin çan kulesindeki gözcü gelenleri görünce var gücüyle borazanı üflemeye başlamış. Ahali borazancının durup dururken borazanı öttürmesine bir anlam verememiş. Zira borazan üç nedenle üflenirmiş. Ya sabah şehrin kapıları açılırken, ya akşam şehrin kapıları kapatılırken ya da karalın gelişini haber vermek için. Borazan çalmaya devam ederken, Moğol okçularından birinin attığı ok, borazancının boğazına saplanmış ve borazanın sesi, borazancının soluğu ile birlikte kesilmiş. İstilacıların kapıya dayandığını anladıklarında ise artık vakit çok geç olmuş.

O günden beri borazan 7/24 saat başı çalıyor ve oku yedikten sonra ölen borazancının anısına yarım perdede sona eriyormuş. Borazan çalma ritüeli sadece 1938-1945 yılları arası Almanların izin vermediği  için yapılamamış.

Günümüzde borazanı çalma işi itfaiyeci grubuna verilmiş. İtfaiyecilerin içinden seçilmiş bir grup üç vardiya halinde borazan çalma işini yerine getiriyormuş. Saat 12:00 de çalınan borazan yerel TV’lerde canlı yayınlanıyormuş.  Rehberimiz borazan ile ilgili bilgileri verirken saat başına denk geliyoruz ve borazanın sesini duyuyoruz. Borazan kesik kesik çalarken birden uzun ve azalan bir üfleyiş ile son buluyor. Bu borazan hikayesi ile “Uyarılara dikkat edin, yoksa özgürlüğünüzü bile kaybedebilirsiniz” denmeye çalışılıyormuş.

Gelelim diğer söylenceye. 1290-1300 yılları arasında yıkılan kilisenin temelleri üzerinde tuğladan gotik tarzda yeni kilise inşa edilmiş. Krakowlular, Wieliczka Tuz Madeninden hatırı sayılır bir zenginlik elde edilmiş. Eh para gani olunca kiliseye bir yerine iki kule yapılmasına karar verilmiş. Kule yapımını da iki kardeş ustaya vermişler.

Kardeşler büyük bir özveri ve uzun bir zamandan sonra iki kuleyi de tamamlamışlar. İnşaatın sonunda küçük kardeşin kulesi beğenilmiş ve büyük ödülü de o kazanmış. Bunu gören büyük kardeş dayanamamış ve küçük kardeşini bıçaklayarak öldürmüş. Katil ağabey yargılanıp idam edilmiş, o  bıçak da kumaş pazarının duvarında sallanıyor. Kilisenin kuleleri restore ediliyor. İş iskelesi ile çevrelenmiş durumdalar

                    


Almanlar Polonya’yı işgal ettikten sonra, Hitler’in hukuk danışmanı Hans Frank bölge valisi olarak atanmış ve Krakow’da ki Wawel Sarayı’nı mesken tutmuş. Bu sırada kilisenin mihrabını söküp, Wavel sarayına taşımış.

Kumaş Pazarı’nın ortasında ki geçitten  geçerek meydanın diğer tarafına çıkıyoruz. Çıkar çıkmaz da ortaçağ binalarının birinin bodrumunda bulunan restoranda öğle yemeği yemek üzere mola veriyoruz.

Yemekten sonra, meydanı geziyoruz. Meydanda büyük bir saat kulesi var. Kule, 14. yüzyılın sonlarında taş ve tuğladan inşa edilen eski Belediye Binasının yanı başında Gotik tarzda inşa edilmiş. Eski Kraków Belediye Binası 1820’de yıkılmış, geriye de kule yadigar kalmış. Kulenin girişinde iki tane taştan oyulmuş aslan başı heykeli var. Bu heykeller 19. yüzyılın başında oyulmuş ve kuleyi korumaktaymış. Kulenin iki cephesinde cumbalı pencereler var, bir de diğer cephede  küçük hoş bir balkon göze çarpıyor. Cumbalı pencereler, 1960’larda tadilat yapılırken kondurulmuş. Bu gerabet  yerel TV’lerde boy gösteren mimar Wiktor Zin’in fikriymiş.  Restorasyon kazaları sadece biz de olmuyormuş demek ki.


Kulenin yanında yan yatırılmış, bronzdan yapılmış dev boyutta  insan başı heykeli var. Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj'ın (1944 - 2014) eseri olan Eros Bendato (Bağlı Eros) adlı heykel, 2005 yılında sanatçı tarafında Krakow’a hediye edilmiş.


Meydanda atlı arabalar geziyor. Geleneksel kıyafetini giymiş Polonyalılar ve arabada turistik gezi yapan turistler çok hoş bir görüntü oluşturuyor.

Grodzka Caddesi üzerinde ilerliyoruz. Yol üzerinde ki Aziz Peter ve Paul Kilisesi’nin önünden geçiyoruz. Kilise günümüz Polonya'sında ki ilk Barok yapıymış. Kilisenin önünde on iki havarinin heykeli var. Bu nedenle kiliseye On İki Havariler Kilisesi de denmekteymiş. Kilisede akşamları klasik müzik konseri var. Gezi programı tamamlandıktan sonra Ankara ve İzmir grubu olarak bir gün daha fazla kalacağız. Pazar akşamı buraya konsere  gelsek hiç fena olmayacak.


Yola devam ediyoruz. Kale surlarına geliyoruz. Kale surları Krakow’da bombalanan tek yapıymış. Savaştan sonra duvarların tamiratı  bağışlar ile yapılmış. Duvarın üzerinde boydan boya mermer plaketler üzerine bağışçıların isimleri yazılmış. Surların yanından kaleye tırmanıyoruz.


600 yıllık Karakow şehrinin kalbinde, Wawel Kraliyet Kalesindeyiz. Wavel Tepesi üzerine kurulmuş olan ve hemen önünden Vistül Nehri akan Wavel Kalesi, Kraków’un çok uzun yıllar hem başkent hem de dini merkez olması sebebiyle büyük önem taşımış. Kalenin ana giriş kapısının duvarları şehrin armaları ile süslü.

Kalenin içinde Wavel Katedrali, Kraliyet Şatosu, Katedral Müzesi, konferans salonu olarak kullanılan binalar, eski kilise kalıntıları ve II. Jean Paul Heykeli yer alıyor.

Wawel Kalesi’nin, katedral olarak inşa edilmeye başlaması 11. Yüzyıla kadar gitmekteyse de 11. yüzyılda inşa edilen bu katedral yıkılmış. Daha sonra yapılan 2. katedral 1.305 yılında çıkan yangınla tahrip olmuş. Şu an mevcut Wawel Katedrali’nin inşası ise 14.yüzyılda Piskopos Nanker tarafından yaptırılmış.

İlk Polonya Kralı bu katedralde taç giymiş. Bu gelenek başkentin Varşova’ya taşınmasından sonra bile devam etmiş. İçinde Polonya için kıymetli olan azizlere adanmış pek çok şapel bulunuyormuş. Vasa Şapeli, Kutsal Haç Şapeli, Sigismud Şapeli bunlardan bazılarıymış. Katedral de dört tane kubbe var. Biri altın kaplama, sarı sarı parlıyor. Diğerleri kurşun kaplı.  Ayrıca bu pek çok kral ve kraliçenin mezarı da bu katedralde bulunuyormuş, I. Władysław, III. Casimir, II. Sigismud ve III. John Sobieski mezarları bunlardan birkaçıymış.

Bir zamanlar aynı zamanda hapishane olarak kullanılıp, ateşli topların düşmana ateş kustuğu bu kale, eskiden beri yöneticilerin yerleşim yeri olarak seçtiği, Polonya tarihinin şekillendiği yerin merkeziymiş.

Krakow şehrinin amblemi ejderha. Bu da  Ejderha efsanesine dayandırılıyor.  Karakow’u  6.yüz yılda Kraklar kurmuş. Krakow’da Krakların şehri anlamına geliyormuş. Kraklar buraya geldikleri zaman, Wawel Tepesi’nin altında ki bir mağarada  Smok Wawelski adlı bir ejderha varmış..  Kraków şehrini kuran efsanevi Polonyalı prens Krakus  bu ejderhayı öldürmüş ve sarayını öldürülen ejderhanın ininin üzerine inşa etmiş. 

Bir diğer söylenceye göre de ejderha köyleri basıyor, sürüleri avlıyor, kızları kaçırıp yiyormuş,  Kral ejderhayı öldürene büyük ödül vaat etmiş. Bir başka rivayete göre kızıyla evlendirmeyi vaat etmiş. Yedi başlı ejderhanın yanına yaklaşmak ne mümkün. Nice şövalyeler ejderha karşısında yitip gitmiş. Derken bir gün bir ayakkabı ustasının  aklına dahice bir fikir gelmiş. Sahte koçlar yapıp içlerini zehirle doldurmuş. Yaptığı bu koçları ejderhanın mağarasının önüne bırakmış. Koçları gören ejderha onları bir güzel yemiş. Ardından zehrin de etkisiyle boğazında, midesinde bir yanma hissi belirmiş. Bu yanma hissinin verdiği çaresizlikle Vistül Nehri’nin sularını içmeye başlamış. İçindeki susuzluğu geçmeyen ejderha zehrin etkisiyle patlayarak bugünkü Vistül Nehri’ne şeklini vermiş. Ejderhadan kurtulan şehir halkı ve civar köyler rahat bir nefes almış ve ayakkabıcıyı ödüllendirmişler. Hatta Kral ayakkabıcıyı kızıyla evlendirmiş. Sonrada şehirlerine amblem olarak ejderhayı uygun görmüşler.

Wawel Tepesi’nin altındaki mağaranın girişine,1972 yılında  ejderhanın heykelini dikmişler. Hatta bu heykel zaman zaman ağzından ateş püskürtüyor.

Lehistan İmparatorluğu’nun kalbi, Kraliyet Sarayı’nın avlusuna giriyoruz. Avlunun etrafında üç katlı kemerli bina ile karşılaşıyoruz.



Jagiellonian hanedanının sondan bir önceki üyesi  Sigismund I'in (1467-1548) saltanatı esnasında, 1507'den 1536'ya kadar kraliyet konutu olarak inşa edilmiş. Kaleyi muhteşem bir Rönesans sarayına dönüştürmek için İtalyan mimarlar, heykeltıraşlar ve Alman dekoratörler de dahil olmak üzere en iyi yerli ve yabancı sanatçıları getirilmiş.

Kemerli avlu, Rönesans sanatının güzel bir örneği olarak kabul edilirken, Rönesans’ta ikinci katın diğer katlardan yüksek olmasına karşın, burada üçüncü kat yüksek yapılmış. Bu tasarım ile İtalyanlardan ilham alıyoruz ancak uygulamada Polonya sanatsal ve kültürel geleneğini de yaşatıyoruz demek istemişler. 

Yeni avangart sarayın en büyük özelliği, hem İtalyan hem de Polonyalı zanaatkarların hünerlerini sergiledikleri avluyu çevreleyen katmanlı kemerlerden açılan tavanı süslü, geniş, aydınlık odalarmış. Sigismund (ve daha sonra oğlu), sarayın odalarını dekore etmek için, toplu olarak Jagiellon halıları olarak bilinen Hollanda ve Flandre'de dokunmuş 350'den fazla duvar halısı satın almışlar. Duvar süslerinin bir kısmı günümüze kadar gelmiş.

Hanedanın adını taşıyan Jagiellonian Üniversitesi, Polonya’nın en ünlü üniversitelerinden biriymiş. Üniversite de Türkoloji bölümü bile varmış. Zaten  Türk-Polonya ilişkileri tarih boyunca hep iyi olmuş. Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke de Polonya olmuş. Sevdim ben bu Polonyalıları.

Artık yavaş yavaş otelin yolunu tutuyoruz. Otele yerleşip akşam yemeğine gideceğiz.  Barbakanın olduğu yerde yeşil alanın üzerinde resim çerçevesinin köşesine oturmuş şekilde betimlenmiş Jan Matejko’nun heykelini görüyoruz.  Jan Matejko, (1938-1893) Polonya’nın ulusal ressamı olarak bilinmekteymiş.

Otelimizde  Jan Matejko Meydanı üzerinde. Otele giderken yolda  bir başka heykel grubu gözümüze çarpıyor. Grunwald Anıtı,  Grunwald Savaşı'nın 500. yıldönümünü anmak için 1910 yılında inşa edilmiş. Anıtın ana gövdesi üzerinde Polonya Kralı Władysław II Jagiełło'nun (1352–1434) at üzerinde heykelini görüyoruz .

Heykelin dört yüzünde çeşitli heykeller var. Bunlardan biri, Jagiełło'nun kuzeni,  Litvanya Büyük Dükü Vytautas mış. Jagiełlo'nun her iki yanında zaferi kutlamak için kollarını kaldıran askerler var. Heykelin basamaklarında ölü yatarken tasvir edilen kişi ise Cermen Şövalyelerinin Büyük Üstadı Ulrich von Jungingen'miş. Anıt,1939 yılında Naziler tarafından yıkılmış ve 1976 yılında yeniden inşa edilmiş .


 Bu arada otelimizin adı da Matejko.Ünlü bir ressamın adını taşıyan otelde kalacağız. Eşyalarımızı odamıza çıkarıp yerleşiyoruz. Vakit kaybetmeden yemek yiyeceğimiz büyük meydana bakan Wesele restorana gidiyoruz. Yorulmuşuz. Dört kişi bir şarap şişesini paylaşıyoruz. “Danaya girer gibi şaraba girdik” diye espri yapıyoruz.. Diğer arkadaşlarda bu şaraba girme fikrine bayılıyorlar.

Yemekten sonra şarkı türkü faslı başlıyor. Selmin Günöz, arya söylüyor. The Cats müzikalinin ünlü şarkısı Memory’yi de söyledikten sonra,  bu kadar arya yeter deyip, popüler şarkılardan söylemeye başlıyoruz. Şarkıların canına okuyoruz biliyorum ama çok eğleniyoruz. Gecenin sonunda, cam kenarındaki çifte yanaşıp, “Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” diyorum. İki genç insan, belki onlar için özel bir gece, biz de geceyi bozduk diye vicdan yapıyorum. İki yıllık evlilermiş, bizim neşemiz tam aksine onları da neşelendirmiş.

 

 27 Nisan 2024 Cumartesi

Sabah kalvaltıdan sonra 9:45 de otelden biraz yürüyerek, arabaya biniyoruz. Krakow’un 15 km güney doğusunda bulunan Wieliczka Tuz Madeni’ne gidiyoruz. Wieliczka Tuz Madeni'nin en önemli özelliği dünyanın bilinen en eski tuz madenlerinden biri olmasıymış. O devirde tuz sadece İngiltere, Avusturya ve Polonya’da çıkarılmaktaymış.13.yüzyıldan günümüze kadar buradan tuz çıkartılmaya devam etmiş. Altın değerindeki tuz Krakow’un zenginliğinin nedeni. Tuz Madeni, 1978 yılında da UNESCO Dünya mirası listesine girmiş.


Maden günümüzde işletilmiyor. 1996 yılında büyük bir çökme olmuş ve 300 madenci hayatını kaybetmiş. Zaten tuz fiyatları da düştüğü için maden kapatılmış. Şimdilerde turistik amaçlı kullanılıyor Madenin içine normalde merdiven ile iniliyormuş. Rehberimiz bir yolunu buluyor ve bizleri asansör ile madenin içine kadar indiriyor. Madenin derinliği 336
  metre, içindeki tünellerin uzunluğu 330 km civarındaymış. Ancak biz ziyaretçiler bunun 3,5 km’lik kısmını gezebilecekmişiz.

Yirmi kişilik gruplar halinde içeri alıyorlar. Üniformalı bir rehber eşliğinde geziyoruz. Galeriler tomruklar ile tahkim edilmiş. Galeri tavanlarında köpük görünümünde beyaz renkli tuz çiçeklenmeleri var. Duvarlar ve tavanlar kurşuni renkli kayalardan oluşuyor.


İçerde çeşitli heykeller ve canlandırmalar var. Tuzdan yapılan cüce heykelleri hepimizi gülümsetiyor. Bu heykeller Wieliczka Cüceleri olarak adlandırılıyor ve mutlu madencileri tasvir ediyormuş. Copernic’in 500.doğum günü şerefine yapılan tuz heykelini görüyoruz.

Krakowlu Prens V.Boleslaw’ın diz çökerek Macar Prensesi Kinga’ya evlilik teklifi yapması ve etrafındakiler o kadar güzel yontulmuş ki. Prenses Kinga kocasının ölümünden sonra kendini tamamen dine adamış ve bir Frensisken rahibesi olarak Cleres Manastırı’na kapanmış. Bu dönemde çok sayıda manastır ve kilise inşa ettirmiş. Fakirlerin ve hastaların yardımına koşmuş. Tarih sayfaları onun, Türkler tarafından esir alınan askerleri, fidye ödeyerek kurtardığını yazıyormuş. 1999’da Polonyalı  Papa II. Jean Paul, Kinga’yı azize ilan etmiş.


Neolitik çağda, yani günümüzden altı bin yıl önce  tuzun elde edilişini, atların galeriye sokularak malzemenin taşınmasını gösteren canlandırmalar var. Galeri de atlar ürkmesin diye gözleri bağlanıyormuş. Çıkrıklar var. Teknoloji ilerleyince dekovil hatları kurulmuş, onları da görüyoruz. Raylar tuzdan bozulduğu için altı ayda bir değiştiriliyormuş. Sanatkar madencilerin yaptığı heykeller var. III.Casimir (1310-1370) nam-ı diğer adıyla Büyük Casimir’in büstünü görüyoruz.

1860 yılında yapılmış Kutsal Haç Şapel’ini geçtikten sonra Azize Kinga şapeline geliyoruz. Madeni 1866 yılında su basmış ve büyük bir felaket atlatılmış.  Ondan sonra bu şapel yapılmaya başlanmış. Burası oldukça büyük ve yüksek tavanlı bir oyuntu.  Yapımı yaklaşık olarak 30 yıl sürmüş. 1895 yılında tamamlanan kilisenin yapımı için bölgeden 20.000 tondan fazla kaya tuzu çıkarılmış. İnanması güç, yerin yüz metre altında bir katedraldeyiz.  Duvarların içinde İsa’nın ahırda doğumundan, göğe yükselişine kadar çeşitli tasvirler var. Son Akşam Yemeği benim en beğendiğim rölyef. Tanrının bile büstü var. Şapelde, düğün töreni ve önemli kutlamalar yapılabiliyormuş.




Ahşap merdivenlerden, bir yeraltı gölüne iniyoruz. Gölün kıyısında yapılan platformda müzik eşliğinde tüm madencilere selam duruyoruz. Çıkışa doğru, bir camekanın içinde rengarenk tuz kristalleri görüyoruz. Mavi renkli tuz kristali bile var.



Gezimiz neredeyse üç saat sürüyor. Hem yoruluyor, hem de acıkıyoruz. Madenin yakınındaki  Kuchina Wielicka’ya (Wielicka Mutfağı) gidiyoruz. Yemekten sonra tekrar Krakow’a dönüyoruz.

Sandalyelerin olduğu bir meydanda arabadan iniyoruz. Burası Krakow Getto’sunun olduğu yermiş. Bölge valisi Hans Frank efendi Nisan 1940’da 50.000 Yahudinin Kraków şehrinden uzaklaştırılmasını buyurmuş. İnsanların yanlarına sadece 25 kg kadar eşya almalarına izin verilerek, evlerinden barklarından edilmişler. Önce Getto’ya gelmişler, etrafları duvarlar ile örülmüş,  çok geçmeden de sonra da ölüm kamplarına gönderilmişler.  

Getto’nun ortasında kocaman bir meydan, meydanda ölüme giden insanları anımsatan sandalyeler var. Meydanın adı “Getto Kahramanları"

Bu meydanda günümüzde, Piotr Lewicki ve Kazimierz Latak tarafından tasarlanan ve 8 Aralık 2005’te sergilenmeye başlayan Boş Sandalyeler adlı çalışma göze çarpıyor. Bu anıt gettodan kurtulan bir kişinin anlattığı bir hikayeden esinlenerek yapılmış. Okullarını terk etmeye zorlanan Yahudi çocuklar sandalyelerini sokak boyunca taşımışlar. Canım ya, sandalyelerine oturup tekrar okullu olacaklarını düşünmüşler.

Anıt 70 adet dağınık yerleştirilmiş bronz sandalyeden oluşuyor. Sandalyelerin  33 tanesi 1.40 metre yüksekliğinde, 37 tanesi ise  1.20 metre yüksekliğindeymiş. Her bir sandalye Krakow Yahudi cemaatinde katledilen 1.000 kişiyi temsil etmekteymiş. Yani sandalyeler  70.000 kişi katlini sembolize ediyor.

Meydandan sonra programda olmamasına rağmen rehberimiz bizi, Schindler’in Fabrikası’na götürüyor. Ünlü yönetmen Steven Spielberg’in 1994 yılında en iyi film dalında Oscar ödülünü kazandığı Schindler’in Listesi filminde ki meşhur fabrika.

Rehberimiz, fabrikanın içinde o günlerden kalan bir şey kalmadı deyince kapıdaki uzun kuyruğa girmeden, fabrikanın dışardan fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz. Schindler, II.Dünya Savaşı sırasında,  emaye ve metal eşya fabrikasında Yahudi işçileri çalıştırmış ve bu sayede 1.100 Yahudi'nin hayatını kurtarmış. Kapısında ki tabelada “Her kim ki bir hayat kurtarır, bütün dünyayı kurtarmış olur” mealinde bir yazı var.


Arabaya binmeden önce film çevrilirken, film ekibinin yemek yediği arsayı da görüyoruz. 1993 senesinde buralardan geçsem Liam Neeson’u masada yemek yerken görebilirmişim.

Fabrikadan sonra Kazimier’de ki Yahudi Mahallesi’ne gidiyoruz. Kazimier, gettoya sürülmeden önce ağırlıklı olarak Yahudilerin yaşadığı bir semtmiş. Şimdilerde turistik bir mekan olmuş. Sinagog var, Polonyalı Yahudiler Anıtı  var. Anıtın önüne bırakılan küçük taşlardan bir yığın var. Yahudi inancına göre mezarın üzerine bırakılan taş, oranın ziyaret edildiğini ve gidenin unutulmadığını göstermekteymiş.

Sokaklarda eskiden kalma İbranice yazılar görülüyor. Ayşenur ile dolaşırken Yahudi adetlerinden söz ediyoruz. Biz konuşur, fotoğraf çekerken, bir anda grubumuz yok oluyor. Ayşenur ile geldiğimiz yoldan geriye gidiyoruz. Sağa bakıyoruz, sola bakıyoruz. Kimse yok. Çantamı da arabada bırakmıştım. Kaldık mı Karakow’un Yahudi mahallesinde bir başımıza. Ayşenur, telefonu dolaşıma açıyor. Ne yapalım Turkcell kazansın. Yola çıkıp taksi arayalım diyoruz. O sırada Polonya Yahudiler anıtının orada rehber ile bizim Ahmet’i görüyoruz. Geldiğimiz yoldan değil tam aksi yönde arabaya gitmişler. Neyse arabaya binip otele gidiyoruz.

Otelde elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra Ayşegül ile meydana gidiyoruz. Azize Meryem Kilise’sine giriyorum. İçeride ayin var. Kaçak göçek bir tane fotoğraf çekip çıkıyorum. Grup ile dün akşam yemek yediğimiz Wesele Restoran’ın önünde buluşuyor, Wavel Kalesi’nin burçlarının karşısındaki Pod Wavelen Restoran’ına gidiyoruz.

Restoran’da bizi akordeon çalan bir erkek ve keman çalan bir kadın karşılıyor. Çok neşeli bir ortam, diğer masalarda ki turist grupları ile birbirimize tezahürat yapıyoruz. Müzikle beraber yemeklerde bitiyor. Masalar birer birer boşalıyor. Ayşegül, rehber ve ben sohbete dalıyoruz. Herkes giderken biraz daha kalıp biz de kalkarız diyoruz. Ayşegül psikolog,  ben yıllarca her çeşit insanla uğraşmışım, rehber desen yetmiş iki millet ile hem hal olmuş. Laf lafı açıyor, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz.

Restoran kapanacak, biz oturuyoruz. Neyse kalkmak aklımıza geliyor, gitmeden tuvalete gidelim diyoruz. Tuvaletten çıkıyoruz ki her taraf sabunlu su. Restoran yıkanıyor, masanın birinde hasılatı sayıyorlar. Sabunlu suların üzerinden atlaya zıplaya dışarı çıkıyoruz. Meydan da Lale ile Çiğdem’e rastlıyoruz. “Neredeydiniz bu vakte kadar diyorlar? “ Restorandaydık, restoranın suyunu çıkardık” diyorum.

28 Nisan 2024 Pazar

Turun son günü, geçtiğimiz yüzyılın trajik olayları diye saysan ilk ona girecek bir yere gidiyoruz bugün. Gruptan bazı arkadaşlar, içimiz kaldırmaz deyip Krakow’da kalıyorlar. Biz nelere dayanmış bir kuşağız, ne görülecekse görelim gelmişken diye arabaya biniyoruz. Krakow’dan bir saat kadar batıya giderek  60 KM uzaklıkta ki Auschwitz Toplama Kampı’nın olduğu yere gidiyoruz.

Arabadan inerken rehberimiz adımıza alınmış biletleri dağıtıyor. Giriş saatimiz 11:30’da. Gişelere gidiyoruz. Bilet ve pasaport kontrolünden sonra, hepimize kulaklıklar dağıtılıyor. Rehbere takılan mikrofonlu kulaklık ile ses kontrolü yapılıyor. İçeriye girdiğimizde sessiz olunacak ve sadece rehberin alçak sesle söyledikleriyle yetinecekmişiz. Auschwitz ve Birkenau resmi olarak bir buçuk milyon, gerçekte ise altı milyona yakın insanın  yok edildiği yerler. Daha içeri girmeden ürpermeye başlıyoruz.


Ana giriş kapısına doğru giderken, filmlerden aşina olduğumuz tuğladan yapılmış binaları görmeye başlıyoruz. “Gelecek nesillerin bu zulmü unutmamaları için bu alan muhafaza edilmektedir” yazan bir tabela görüyoruz. Buranın müze haline gelmesinde katkısı olan ülkeler ve kuruluşlar yazılmış. Bunların içinde Türkiye’nin de adı var.

Auschwitz aslında  Oświęcim köyüne yakın Polonya ordusuna ait bir garnizonmuş. Almanlar, 1939 yılında  Polonya’yı işgal ettikten sonra  Nazi Almanyası'nın en güçlü devlet adamlarından, SS’lerin komutanı, Holokost'un baş mimarlarından  Heinrich Himmler’in emriyle garnizona el koymuşlar.

SS'ler burada kurdukları toplama kampına daha sonra Auschwits -1 adını vermişler. İlk başlarda Polonyalı erkekler buraya getirilmiş. Daha sonra, Yahudiler ve diğerleri getirilmeye başlanmış. Zaman içinde kadınlar, çocuklar ve Sovyet savaş esirleri buraya nakledilmiş.

Komutanın ofisi ve bazı SS ofisleri de buradaymış. Kamp kompleksinin genişletilmesi buradan yönetilmiş. Yani kötülüğün ana merkezi burasıymış.

Kampın girişinde ARBEIT MACH FREI (Çalışmak Özgür Kılar) yazısı dikkat çekiyor. Birçok Nazi toplama kampının girişinde yer alan "Arbeit macht frei" sloganı "sonsuz çalışmanın ruhsal özgürlüğü sağladığı" savını desteklemekteymiş. Yalnız ARBEIT yazısında ki B harfinin, şişman kısmı üstte, daha zayıf olan kısmı altta olacak şekilde yazılmış. Bunu yazan usta, herhalde burada bir şeyler ters gidiyor demek istemiş. Adını yanlış anlamadıysam, bu tasarım Maria Jens adlı bir mahkumun eseriymiş.

Kampın etrafında çift sıra dikenli tel var. Dikenli tellere ayrıca 6.000 volt elektrik veriliyormuş. Çevrede arazide tuğladan tahkimatlar var. Makineli tüfek yuvalarıymış. Yani buradan çıkış yok.




İnsanlar ilk başta buraya gelirken, buraya geçici olarak geldiklerini düşünmüşler. Trenden indiklerinde onları orkestra karşılamış. Sonra da Almanya hapishanelerinden salıverilen, Kapolar denilen,  psikopat, katil, it kopuk takımı gelenlere nezaret ediyor, ellerindeki sopalarla onları hizaya sokuyormuş. SS’lerde organizasyondan sorumluymuş.  Gelenler SS subayının yönlendirmesi ile iki tarafa ayrılıyorlarmış. İşe yarayacaklar bir tarafa, yaşlı, hasta, sakat yani işe yaramaz addedilenler diğer tarafa.

İşe yaramayanlar önceleri kurşuna dizilmişler. Gömmekle baş edemeyince, gaz odalarında öldürüp, fırınlarda yakma safhası gelmiş. Kesif bir koku ve beyaz bir duman ne halt ettiklerini belli ediyormuş. Nazi kasabı Mengele’de burada kendince bilimsel deneyler yapmış.

İlk önceleri gelenlerin ciddi ciddi kaydı tutulmuş, önden, yandan, çaprazdan resimleri çekilmiş, ne iş yaptıkları, doğum ölüm tarihleri yazılmış. Burası başlarda çalışma kampıymış. Buraya getirilenler, mavi beyaz tek tip elbise giydirilerek, karın tokluğuna civardaki fabrika ve tarlalarda çalışmaya götürülmüş.


Alman firması çelik üreticisi  Krupp'un da Auschwitz'in hemen yakınında fabrikası varmış. Alman tekstil sanayi de o dönemde epey hamle yapmış. Alman subayların kıyafetleri baktığınızda çok şık ve kaliteli. Ünlü bir tekstil firması  tarafından saf yünden üretilmiş. Yün Avustralya ve Yeni Zelanda’dan temin edilirken, polimer kimyası gelişmiş ve polyester katılarak yün polyester diye bir ürün icat edilmiş.

Kamplarda ki kadınların saçları neden sıfıra vurulmuş? İlk aklımıza gelen bitlenmesinler diye saçların kesilmiş olduğu. Hayır, kadın saçı tekstilde kullanılabilecek  bir ürünmüş. Saçlarımız,  kaba yünlü kumaşlar için harika bir hammaddeymiş.  Sovyetler kampa gelip esirleri kurtardıklarında buldukları yedi ton kadın saçına önce anlam verememişler. Nerden akıllarına gelsin saçtan kumaş yapıldığı.


Blokları gezmeye başlıyoruz. 4 Numaralı Blok’da kocaman bir harita var. Harita da Auschwitz’in tüm Doğu Avrupa’nın merkezinde olduğu görülüyor. Duvardaki yazıları okumaya çalışıyorum. Alman Adalet Bakanı Otto Thierack, “Alman milletini, Polonyalılardan, Ruslardan, Yahudilerden, Çingenelerden temizlemeliyiz” diye buyurmuş. Genel Vali Hans Frank efendi “Yahudiler toptan yok edilmesi gereken bir ırktır” demiş.



Bir başka tabelada “1940-1945 yıllar arasında sadece Auschwitz’de en az 1.300.000 kişi öldürülmüştür diye yazmışlar. Sonrada ölenleri gruplamışlar. 1.100.000 Yahudi, 140.000 ila 150.000 arası Polonyalı,23.000 Çingene, 15.000 Sovyet Savaş Esiri, 25.000 diğer etnik gruplar.

Bu insanlar sadece Polonya ve Almanya’dan değil Avrupa’nın diğer ülkelerinden de buraya taşınmışlar.

Siyah bir kaide üzerinde üçgen cam fanus var. 1940-1945 arasında ölenlerden bir kısmının külleriymiş. Duvarlardaki fotoğraflara bakıyorum. Kampa getirildikleri esnada çekilen fotoğraflarda  hepsi düzgün kıyafetli, şehirli, hali vakti yerinde olan  adamlar. En çok da çocuklar insanın içini acıtıyor.



Kampta erkekler ile, kadın ve çocuklar ayrı bloklarda kalıyormuş. Çalışmaya götürülenler arasında en şanslı grup tutukluların kıyafetlerini, ayakkabılarını, bavullarını, gözlük, oyuncak, yüzlerce kilo takma altın diş, mücevher, para, hisse senedi, banka defterlerini tasnif eden kadın grubuymuş. O zamanlar en yaşanası ve gitmeye can atılası ülke Kanada’ymış. O nedenle bu tasnif grubunu çalıştığı bölüme Kanada deniyormuş. 1-10 numaralı bloklar kadınlar içinmiş. 17.000 den fazla kadın gaz odalarında, açlıktan ve hastalıktan ölüp gitmiş. Daha sonra sağ kalanlar Birkenau kampına götürülmüş.

Camekanın arkasında boş teneke kutuları var. Gaz odalarında kullanılan Siklon B diye adlandırılan hidrojen siyanür bileşiğinin boş teneke kutularıymış.



Bir başka camekanda Yahudilerin dua ederken sarındıkları şallar var.Daha sonra iş çığırından çıkıyor. Taraklar, diş fırçaları, elbise yığınları, emaye tencere tavalar. İnsan yanına 25 kg getirirken tencere-tavayı, rendeyi niye getirir. Gelirken bir mutfakları olacağını yemek pişireceklerini düşündüler her halde.



Protezler,
  koltuk değnekleri yığın halinde, ayakkabılar, bavullar. Bu sergilenenler Sovyet Ordusunun geldiklerinde buldukları. Örnek verilirse, Sovyet askerleri geldiğinde 40.000 çift ayakkabı saymışlar.

 Önceleri normal tren ile getirilen insanlar, daha sonraları hayvanlar gibi yük trenleri ile getirilmiş. Saatler boyunca vagonda kalan insanların bir kısmı yolculuk esnasında ölmüşler. İnsanları beraberinde  getirdikleri eşyalar, giysiler dahil, ellerinden alınmış ve tasnif edilerek aynı tren ile Almanya’ya gönderilmiş. Almanya’da yeniden üretime girdi diye düşünülüyor

 Geldik en can yakıcı yere. Bebek giysileri, çocuklara ait pantolon, çorap vs 232.000 çocuk öldürülmüş. Kızıl Ordu geldiğinde kala kala 650 çocuk kalmış. Mahkumların giydiği mavi beyaz çizgili elbiseler. Duvarlarda resimler, çocukların bile önden yandan çaprazdan çekilmiş fotoğrafları var.



 

Sadece eşyalar tasnif edilmemiş ki, insanlarda tasnif edilmiş. Duvarda renk skalası var.

Kırmızı Ters Üçgen- Siyasi Mahkumlar

Yeşil Ters Üçgen- Adi Mahkumlar

Siyah Ters Üçgen (sağ tarafında z harfi var) – Çingeneler

Siyah Ters Üçgen-Asosyaller ( Yuh artık asosyaller bile kategorize edilmiş)

Pembe Ters Üçgen- Eşcinseller

Sarı renkli SU harfleri- Sovyet Savaş Esirleri

Sarı Üçgen- Yahudiler

Daha devam ediyor ama benim içim kaldırmıyor.


Duvarda iskeleti çıkmış çocuk fotoğrafları var. Mengele efendinin üzerinde deney yaptığı çingene çocuklarmış. Sadece Mengele mi, Alman jinekolog, üstelikte profesör olmuş, Carl Clauberg’de
 kadınlar üzerinde deneyler yapmış.


Bu ölüm kampında bir başka acayiplikte, Sağlıklı Alman kızları, sağlıklı Alman gençleri ile on gün bir arada kalıyor, beraber oluyor, kızlar hamile kalınca erkekler savaşa gönderiliyor, kızlarda saf Alman ırkını dünyaya getirene kadar burada kalıyormuş. Bu kızların kaldığı bloğun pencereleri tahta perde ile kaplı. 10-11 Blok arasında
  esirlerin kurşuna dizildiği ölüm duvarı var. 10. Blokta ki  hamile hanım kızlar kurşuna dizilenleri görünce kötü etkileniyorlarmış. Görmesinler diye tahta ile kapatılmış pencereler. Eee silah sesi ne olacak? Hamileler üzerinde sesin o kadar etkisi yokmuş. Ne de olsa bilimsel çalışıyorlar. Günümüzde hala ölüm duvarına çelenk ve taze çiçek koyuyorlar.


11. Blok burada kurşuna dizileceklerin, ölmeden önce kaldıkları bloklarmış. İroniye bak. Bir tarafta ari ırk doğmayı bekliyor! Diğerinde de değersizler ölümü bekliyor. Bu blok da Gestapo’nun göstermelik olarak mahkeme yaptığı oda da var. Adaletinizi sevsinler sizin.

Bilimsel çalışmaları göz yaşartıcı. Binlerce insanın üzerinde yaptıkları deneyler ile ilaç sanayini de abat etmişler. Bugün bile kullandığımız bir çok antibiyotik o dönemde bulunmuş. İnsanları kobay olarak kullanmışlar.

 Bu arada kamptaki tecavüzleri, insanlık dışı işkenceleri anlatmaya insanın kalemi yetmez. Naziler, insan aklının varıp varabileceği kötülük sınırlarını her gün biraz daha yukarıya taşımışlar. Bu Almanlar tam görev adamı. Alman disiplini de cabası. Buradaki her olayı demek ki proje olarak görmüşler. Bu nasıl bir akıl tutulması, hiç mi aklınıza “Ulan biz ne yapıyoruz?” demek gelmemiş. Onca zulümden sonra nasıl evinize gidip, karınızla seviştiniz? Çocuklarınızın başını okşadınız? Gece nasıl uyudunuz?

 Gelelim kampta günler nasıl geçiyormuş? Kampta hayat sabah 04:00 de başlıyormuş. Sabah bir tas çorba, sonra uzun uzadıya sayım yapılıyor. Ölmek bile yasak, ölen arkadaşlarını var gösterip sürüye sürüye taşıyorlar. Yoksa gelsin dayak, gelsin, işkence.  Arkadaşlarının ölüsünü sürüyen mahkumlar  ile eğleniyor namusuzlar. Akşam da bir tas çorba. Günde bir kez tuvalet. Yıkanma hak getire. Çok geçmeden de zaten hastalanıyorlar.

 Gaz odalarına gidiş ayrı bir proje. Çırılçıplak soyuluyorlar. Duşta yıkanacaksınız diye odaya sokuluyorlar. Tepeden su akacak diye beklerken gaz veriliyor ve insanlar can çekişe çekişe ölüyorlar. Bu arada cam bir bölme var. Bilim adamları da insan davranışlarını gözlüyorlar. Kadınlar önce çocuklarını korumaya çalışırken, sonra çocuklarının üzerine basarak yükselmeye nefes almaya çalışıyorlar. Bilim adamı müsveddeleri de elde kağıt kalem gözlemlerini yazıyorlar. Kansız ölüm. Sonrada saçları, dişleri, derileri, evet derileri -insan derisinden çok kaliteli eldiven, cüzdan yapılıyormuş- işe yarar ne varsa ayrıldıktan sonra fırınlarda yakılıyorlarmış. Gaz odasından geçiyoruz. Biz yürürken isimler okunuyor, sonra da fırınların olduğu yere gidiyoruz.



Gaz odası ve fırınların olduğu bahçede dar ağacı görüyoruz.. Kampın komutanı Rudolf Höss’ün 16 Nisan 1947 yılında asıldığı dar ağacıymış. Milyonlarca insanı ölüme gönderdiği yerde asılması çok manidar.


Savaş sona ererken Rudolf efendi İngiltere’ye kaçmış. Bir yıl kadar Glaskow’da, bir çiftçi kılığında ve Almanya doğumlu, Yahudi asıllı Franz Lang ismiyle yaşamış. Yuh hem Yahudileri katlet hem de Yahudi kılığında gez.
Neyse İngiliz birlikleri tarafından 11 Mart 1946'da yakalanmış.

15 Nisan 1946 tarihinde Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesinde sorgulanmış. Burada suçları ile ilgili ayrıntılı ifade vermiş. Nürnberg mahkemesinde Üç buçuk milyon insanı öldürmekle suçlandığında Höss şu cevabı vermiş

"Hayır. Yalnızca iki buçuk milyon, geriye kalanı hastalık ve açlıktan öldü"

Bu ve bunun gibileri bir kez asmak yeter mi acaba? Keşke mümkün olsa her gün diriltip, gene assak. Adamın asıldığını bilmek içimizi soğutmuyor. İnsan ziyanının yasını tutuyoruz.

 Kulaklıklarımızı aldığımız yere teslim ediyoruz. Çıkışta B harfinin heykelini görüyoruz. Bir tarafında RememBer diyor.B harfi ters yazılmış. “Hatırla : Ne zaman adaletsizlik yaşanıyor, ne zaman insanlar ayrımcılığa uğruyor ve zulüm görüyor, kayıtsız kalma, kayıtsızlık öldürür” diye yazıyor. İçim sızlıyor. Ya bugün Yahudilerin yaptığı ayrımcılığa ve zulme ne demeli?



 Tekrar arabamıza binerek bu sefer  Birkenau  olarak da  bilinen Auschwitz-II’ye gidiyoruz.  Oświęcim'in 3 km batısında Brzezinka (Birkenau) köyünde kurulmuş bir başka toplama kampı.  Tren istasyonu ve raylar olduğu gibi duruyor. Raylar istasyondan kampa kadar uzanıyor.  İstasyonun önünden giden raylarda Auschwitz’e kadar gidiyormuş.  Sovyet ordusu ilk önce Auschwitz’e girdiği için burada daha çok savaş delili elde edilmiş. Birkenau daha uzakta olduğu için, Sovyet Ordusu gelene kadar barakalar, evraklar, insanlar yok edilmeye çalışılmış. Bunda da başarılı olmuşlar. Geriye çok az delil kalmış.

 

Ortak kullanılan tuvaletler ve ranzaların olduğu koğuşlardan örnekler var. Ranzalar iki sütun arasına iki ranza sığacak ve tüm koğuş görünecek şekilde dizayn edilmiş. 83 ranza sayıyoruz. Her bir yatakta 3 kişi yatıyormuş. Yani 300m2 alan içinde 3 katlı ranzalardan 56 adet var. Bu durumda bir koğuşta 500 kişi kadar kalıyorlar. İki adet soba var, sobalar göstermelikmiş, hiçbir zaman yanmamış. İnsanlar nefesleri ile ısınmışlar.



Tuvaletler ise eski Roma tuvaletleri gibi. Boydan boya sırt sırta oturacak şekilde delikleri olan üç tane beton yükselti var. Aynı anda 500 kişi tuvaletini yapıyormuş.

  


 Auschwitz-I yetmeyince, burası inşa edilmiş. Bir milyona yakın insanda burada tezgahtan geçmiş. Krupp ve Siemens fabrikalarında çalışmaya gönderilmiş. Burası daha büyük ve organize. Altı gaz odası ve dört insan yakma fırını varmış. Yıkıntıların olduğu yere hiç birimiz gitmek istemiyoruz. Seksen yıl önce olanların geride kalanların bir kısmını bile görmek canımıza okumuş, daha fazlasını görmeye, duymaya dayanacak yüreğimiz yok.

Gezi notlarımı yazıya dökerken,”İlk başlarda gelenlerin kaydı tutulmuş, sonra da iş çığırından çıkmış, kim geldi kim gitti doğru dürüst kayıt tutan olmamış” lafı kafamda dönüp duruyor. Kayıtlı bir buçuk milyon insanın haricinde bir o kadar daha isimsiz kayıplar var.  Bu kayıp olanlar  kimdi, neydi diye düşünürken TV’de bir filme denk geliyorum. İsmi “Song of  Names”. Filmde anlatıldığına göre  toplama kamplarında insanlar onar kişilik gruplar halinde beşer bin beşer bin ölenlerin adını şarkı formunda ezberlemiş, savaş sonrasında da sağ kalanlar ezberledikleri isimleri kayıtlara geçirmişler.

 Gelmeyen arkadaşlar iyi mi yaptı, kötü mü yaptı emin değilim. Arabaya bindikten sonra kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı demişler.  Galicia Hotel’de öğlen yemeği yemeye gidiyoruz. Burası oldukça popüler bir yermiş. Girişte burada kalan ünlülerin resimleri var.



Krakow’a doğru yol alırken, geçtiğimiz kasabalardaki evlerin bahçelerinin ne kadar bakımlı olduğunu görüyoruz. Burada ki kasabaların her birinin kardeş şehri varmış. Bahçeler arası yarışma yapılıyor, birinci gelen bahçe sahibi ödül olarak kardeş şehirde misafir ediliyormuş.

 Otelin yakınında arabadan iniyoruz. Gezimizin rehberli kısmı burada bitiyor. Grunwald Anıtı önünde hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Kerem’e teşekkür ederek kendisini Varşova’ya uğurluyoruz. Grubumuzdan beş kişi de bugün Türkiye’ye dönüyor.


Biz de otele gidiyoruz. Ben otelde fazla duramıyor, kendimi sokaklara atıyorum. Büyük Meydana gidiyorum. Meydanda müzikli gösteri yapan grupları seyrediyorum. Polonyalıların arasına karışıyorum. Bir gün önceden Havariler Kilisesi’nde ki konsere gitmeye karar vermiştik. Konser saatine yakın kiliseye gidiyor, bilet alıyorum. Gruptan birkaç arkadaş da konser için gelmişler.

 Organ Müzik grubunun  konserinden çok hoşnut kalıyoruz. On kişilik birbiriyle çok iyi anlaşan bir müzik grubu.  Vivaldi, Mozart, Rodrigo tabii ki Chopin’den bildiğimiz parçaları çalıyorlar. Kilisenin atmosferi, çalanların coşkusu gündüz yaşamış olduğumuz yoğun duyguların üzerine çok iyi geliyor.

Konserden sonra grupla buluşup, bir şeyler yiyelim derken, bakıyoruz, yoklar. Lale ve Çiğdem ile küçük grubumuzu da kaybediyoruz. Meydandaki kafelere, pizzacılara bakıyoruz. Vakit geç oldu, mekanlar kapanma hazırlığı yaparken pizzacıların birine oturup bir pizzayı bölüşmeye karar veriyoruz.

 Gezinin yorgunluğu, günün yorgunluğu, gecenin yorgunluğu derken yorgunluk üzerine yorgunluk . Ben de biraz Zloti var. Kızlara hesabı ödeyeyim, siz bana Euro olarak verin diyorum. Teklif kabul görüyor. Hesap geliyor, ben hesabı  Zloti olarak ödüyor, kafadan hesap 12 Euro diyorum. Yani bana 8 Euro verdiniz mi hesap tamam diyorum. Bu arada Çiğdem’in elinde kredi kartı öylece duruyor. Lale elime 12 Euro veriyor. “Lalecim, 4 Euro benim de ödemem gereken, o nedenle, bana 8 Euro vereceksiniz” diyorum. O da 10 Euro veriyor, ben de para üstünü TL’ye çeviriyorum; 70 TL vermem gerekiyor. “100 TL vereyim sen bana 30 TL geri ver” diyorum. 30 TL’yi veriyor ama, oturup hesap makinesi ile bir da sağlama yapmaya başlıyor. Elinde kart ile bize bakan Çiğdem’e “Sen ne yapıyorsun?” diyorum. ”Ben de ödeyeceğim  ama, sizin aranıza giremedim” diyor. Bu arada Lale makine ile işin içinden çıkamayıp, “Tamam ya hesap doğrudur” diyor. Çiğdem, sakin bir ifade ile kendi kendine konuşuyor, ama ikimizde duyuyoruz. “Merkez bankasını böyle batırdılar” diyor. Meğer Lale, merkez bankasından emekli olmuş. Bu arada Lale, Çiğdem ile hesaplaşmayı “Ne olur otelde hesaplaşalım” diye, sonraya erteliyor.. Hepimizi bir gülme tutuyor, sinirlerimiz gerilmiş, gülmek iyi geliyor.


29 Nisan 2024  Pazartesi

Sabah kahvaltıya indiğimde,  anlıyorum ki  bizim dün akşam ki Zloti, Euro ve TL al veri duyulmuş. Millete de şamata lazım. Çiğdem’e “Hesaplaştınız mı?” diye  soruyorum. Çiğdem’in elinde  bozuk olarak EURO varmış. Lale’ye “ Seni uğraştırmayayım, al sana 4 Euro” demiş.

 Grup çarşı, pazar gezecekmiş. Ben ise dünden gözüme kestirdiğim, büyük meydanın altındaki  yeraltı müzesini gezmek istiyorum. Ayla da gelmek istiyor. İkimiz meydana gidiyor, müze için bilet gişesinin açılmasını bekliyoruz. Normalde Pazartesi günleri müzeler kapalı olur, bu müze Pazartesi günleri Saat 10:00 dan itibaren açıkmış.

Müzeye gezmek için yerin altına iniyoruz. Rynek (Pazar) Yeraltı müzesi, Pazar Meydanının altında yaklaşık 4.000 m2 lik alanı kaplıyor. Krakow’un ortaçağ dönemini anlatan, geçmişe dokunan bir müze. 700 yıl önceki atmosferi yaratmak için, hologramlar kullanılmış.


O günlerde kullanılan günlük eşyalar, paralar, barınılan mekanlar, heykeller, silahlar, ne ararsan var. Meydanda görmüş olduğumuz camdan üçgen piramidi burada tersten görüyoruz. Piramitten baktığımızda Aziz Meryem Kilisesi’ni görüyoruz.



Cam yürüyüş yolları yapılmış, yürüyüş yollarını takip ederek müzeyi geziyorsun. Odalar var, her birinde ayrı bir video oynatılıyor ve uzmanlar tarafından ortaçağ anlatılıyor.

Kenarları tonozlar ile tahkim edilmiş, Ortaçağ’a ait yolları görüyoruz. 11.yüzyılda Krakow’da çıkan büyük yangın canlandırılmış. Su kemerlerini görebiliyorsun. Tarihe dokunuyorsun.

Otelden ayrılma saatimiz yaklaşıyor, Ayla ile müzeden sonra bir koşu tutturarak, otele varıyoruz. Arabamız gelmiş, bavullarımızı alarak arabaya biniyoruz. Krakow havalimanında biraz vakit geçiriyoruz. Meltem’i Almanya’ya uğurluyoruz. Sonra biz Ankara-İzmir yolcuları uçağa biniyoruz. Krakow-Ankara direk uçuş sayesinde önce Ankara’ya varıyoruz.  İzmir yolcuları, havaalanında kalıyorlar.

Nazan-Ahmet, Ayşegül ve Meltem’i daha önceden tanıyordum, Polonya gezisi sayesinde yeni dostlarla tanıştım. Her yeni insan, yeni bir kaynak. Ne kadar çok kaynaktan beslenirsen o kadar zenginleşiyorsun.

 

Feryal BEKDİK

19.05.2024

İZMİR

Yorumlar

  1. Müthiş bir anlatım Feryal ablacım.Kalemine sağlık

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AH LENİN AH

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024