BALKANLAR BİZİ BEKLER
BALKANLAR BİZİ BEKLER (21-29 EKİM 2023)
Yugoslavya darmadağın olduktan sonra ortaya çıkan irili
ufaklı devletçiklere gitmeyi çok istiyor bunu da sık sık dile getiriyordum.
Özellikle Sibel bu fikre çok sıcak bakmış, “Ne zaman gidiyoruz? Hadi gidelim”
diye tutturur olmuştu. Bahara gideriz demiştim ama, baharı beklerken yaz geldi
geçti, gidiş artık başka bahara kaldı.
Yaz boyu İzmir’de kalış sürem uzadıkça, Sibel araya Sakız
gezisi sıkıştırdı. Çocuklar Danimarka’dan gelecek, onların dönüşünde ben de Ankara’ya
dönerim derken, Sibel bana Balkan Turu programları yollamaya başladı. Bak şu
çok ucuz, bak bunda daha çok yer görülüyor derken, Mine’de programa katıldı.
Sonuç olarak, Özlem ben otobüs ile gitmem, araba ile
varsanız ben varım dedi. Mine, turlar ile bütün gün yol da geçiyor, şehirler
panaromik şöyle bir görülüp geliniyor, gidenler hem yoruluyor, hem de bir şey
anlamadan dönüyorlar dedi. Benim çocukların gelmesi yaklaştı. Çocuklar döner
dönmez, programı kendimiz yaparak, arabayla Balkanlar Gezisi’ni yapmaya karar
verdik.
21
Ekim 2023 Cumartesi
Çocukları havaalanına bırakır bırakmaz, doğruca Sibellerin
eve gidiyorum. Benden birkaç dakika sonra da Mine geliyor. Hep birlikte
Sibellerin arabaya doluşup, Özlem’in kaptanlığında yola çıkıyoruz. Sibel, biz
arkada oturanlara boyun yastığı, bel yastığı koymuş, kuru yemiş almış, telefon
şarjı için kabloları takmış. Özlem her birimizin kapı boşluğuna su şişelerini
koymuş. Köseoğlu Turizm, hizmette sınır tanımıyor, güle oynaya yola çıkıyoruz.
18 Mart Çanakkale Köprüsü üzerinden, Trakya bölgesine
varıyoruz. İpsala kapısından çıkarak Yunanistan’a giriyoruz. Akşam yemeğini,
artık grubumuzun restoranı olan Dedeağaç (Aleksandrapoli) da ki, Nisiotiko
Restoran’da yemeye karar veriyoruz. Cumartesi akşamı rezervasyonumuz yok.
Garson Ercan bizi tanıyor ve hemen yer buluyor. Yemekleri ve Uzoları sipariş
ettikten sonra booking.com dan otel aramaya girişiyoruz.
Dedeağaç’ta bir tane yer yok. Olanda çok pahalı. Bu arada
ben bulunduğumuz yere yakın çok ucuz bir yer buluyorum. Hemen üstüne atlıyoruz
ve otele rezervasyon yapıyoruz. Otelin yeri ne tarafta diye bakıyoruz ki, otel
Semendirek adasında. Sibel boş ver üzülme,
nasıl olsa masraf dörde bölünecek, bu da görev zararı olsun diyor. Ben
razı gelmiyorum. Booking.com’a bir yazı döşeniyorum. 150 mt dediğiniz otele ya
bizi ulaştırın, ya da iptal edin diye. Hemen cevap geliyor. Rezervasyon iptal
edilmiş, bir de üstüne özür dileyip, parayı iade ediyorlar, ceza falanda
kesmiyorlar.
Dedeağaç’ta bize uygun bir yer bulamıyoruz. Yedik içtik, haydi
eyvallah diyerek Kavala’ya gidiyoruz. Vakit gece yarısını geçmiş, daha fazla
maceraya gerek yok deyip, daha önce kaldığımız Oceanis Otel’e gidiyoruz.
22
Ekim 2023 Pazar
Sabah, otelde kahvaltı yaptıktan sonra Mine daha önce
Kavala’yı görmediği için, ona şehir turu yaptırıyoruz. Mine Kavalalı Mehmet
Ali Paşa’nın evini gezerken, biz de Kafe Briki’ye oturup Kavala’yı seyrediyoruz.
Buraya kadar ki programı
daha önce de gerçekleştirmiştik. Mine
için tekrar etmiş oluyoruz. Asıl gezi şimdi başlıyor diye Kavala’dan
Castoria’ya (Kesriye) doğru yola çıkıyoruz. Castoria ismi Kunduzdan (Castor) geliyormuş. Burası kunduz
kürkünün imal edildiği yermiş. Şimdilerde kunduz falan kalmamış ama adı kalmış.
Zaten sadece kunduz değil, gezen hiçbir hayvan kalmamış. Günümüzde sınırlı
sayıda çiftliklerde vizon yetiştiriliyormuş.
Orestiade gölü
etrafındaki bu şirin kasabada, göl kıyısında biraz oyalanıyoruz. Kuğuların
resmini çekiyoruz. Dragon Mağara’sına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Navigasyon
bizi gölün karşı kıyısına doğru götürüyor. Arabayı park ediyor, yürüyerek göl
kıyısında dolanıyor, mağarayı arıyoruz. Özlem öyle mağara, müze meraklısı
olmadığı için bizden ayrılıyor. Navigasyonun olduğu telefonda onda kalıyor. Yunanlılar
da biri yol sorduğunda bilmiyorum demesini bilmiyorlar. Ha o taraf ha bu taraf
derken, 11. Yüzyılda yapılmış Panagia
Mavriotissa Manastırı’na varıyoruz. Grubun rehberi geçinen ben, mağara olmadı, manastır verelim kızlar diye
dalga geçiyorum.
Panagia
Mavriotissa Manastırı, Bizans ordusu komutanı George Paleologos'un
birliklerinin 1083'te saldıran Normanları kuşattığı yerde inşa edilmiş bir
manastırmış. Manastırı imparator Aleksios Komnenos'un olayın anısına buraya
inşa ettirdiği sanılmaktaymış. Kızlar, mum yakıyorlar, dileklerini diliyorlar, ben
de freskleri anlamlandırmaya çalışıyorum. Geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz.
Göl
manzarasının tadını çıkara çıkara geri dönüyoruz. Geri döndüğümüzde bir de
bakıyoruz ki mağara hemen oradaymış. Ne yapalım, manastırı göreceğimiz varmış.
Mağara rehber ile geziliyor. Gezmek için en az yirmi kişi olmak gerekiyormuş.
İlk başta gelsek, zaten bekleyecekmişiz. Bu arada gölün çevresini ve de
manastırı görmüş olduk. Biz bilet sorarken grup geliyor ve grup sayesinde bizde
beklemeden içeri giriyoruz. Yaşasın Sibel’in Allah babacı ve tatil perilerimiz
bizi kolluyor valla.
Mağaraya
giriyoruz. Fotoğraf çekimine izin verilmiyor. Sarkıtlar ve dikitler arasında yürüme yolundan ilerliyoruz. Mağara
1952 yılında on yedi yaşlarında beş
Kastorialı genç tarafından keşfedilmiş. 1967 yılında haritalanıp, içinde
düzenlemeler yapılmış ve 2019 yılında halka açılmış. Mağara içinde sıcaklık yaz
ve kış fark etmeksizin 16-18 derece arasında ve nem ise yüzde 90-95
arasındaymış. İçerisi soğuk ve ıslak, montları giyiyoruz.
İçerde Orestiade
gölü ile bağlantılı yedi tane daha göl var. Mağara altı milyon yaşındaymış.
İçinde ayı kemikleri bulunmuş. Hayvancağız tepedeki delikten düşüp, açlıktan
ölmüş.
Buraya
Dragon mağarası denmesi ise efsaneye dayanıyor. Şehrin ilk kralı Castor bu mağarada
altın olduğuna ve onu bir ejderhanın koruduğuna inanmaktaymış. Genç ve cesur
bir genci seçmiş ve mağaraya yollamış. Mağaraya giren genç adam, dragonu
bulduğunu ve onu öldürdüğünü söylemiş. Meşaleler ile mağaraya girdiklerinde
oksijen azlığından meşaleler sönmüş, içerden de uğultulu sesler duyunca korkup
kaçmışlar. Kaçarken parıldayan duvarlardan çamurları avuçlamışlar. Gün ışığında
baktıklarında çamurda altın falan görememişler.
Kastoria’dan
ayrılarak 18:00 sularında Arnavutluk sınırından geçiyoruz. Arnavutluk’ta
saatimizi bir saat geriye alıyoruz. İki
saat sonra Elbasan’a varıyoruz. Elbasan’da sağanak yağmura yakalanıyoruz.
Arabayı bir kafenin önünde durduruyoruz. Devam etmenin imkanı yok. Yağmurun
şiddetine silecekler yetişemiyor. Şemsiyelerimiz var. İnip kafede soluklanalım
diyoruz. Akşam Tiran’da gecelemeyi planlıyorduk, yağmur böyle olunca Elbasan’da
kalalım diyoruz. Hem acıktık hem de yorgunuz.
Arabadan
kafeye kadar şemsiyeye rağmen sırıl sıklam ıslanıyoruz. Kafede Sibel hemen otel
aramaya girişiyor. Kafenin karşısında kale var. Kalenin içinde ki Scambis otelden yer ayırtıyoruz. Otelin restoranı da
var. Otele gitmek için yağmurun dinmesini bekliyoruz. Arnavutlar çok yardım
sever, oteli de onlar söylüyor. Bir şey yiyip içmenize gerek yok, oturup
yağmurun dinmesini bekleyin diyorlar.
Neyse
yağmur biraz hafifleyince, arabayla kalenin içine giriyor, otelin otoparkına
arabayı bırakıp eşyaları alıyoruz. Sibel işlemler ile uğraşırken ben odanın
anahtarını alıp odaya çıkıyorum. Hani donuma kadar ıslandım derler ya, ben öyle
ıslandım. Diğerleri o kadar kötü durumda değiller. Üstümü değiştiriyorum.
Üzerime kazak geçiriyorum. Titremem geçmiyor. Hasta olmasam bari.
Aşağı
iniyorum. Ekip restoranda yemek siparişi ile meşgul. Elbasan’da, Elbasan tava
yemeyeni döverler diye, bir tanede Elbasan tava söylüyoruz. Elbasan tavayı hiç
sevmem. Üniversite de kafeteryada yaparlardı. Ucundan alır bırakırdım. Belki
buradaki farklıdır ne bileyim?
Otelimiz
kale içinde, çok hoş restore edilmiş. Antika objeler konmuş. Garson çocuk, çok
güzel Türkçe konuşuyor ve Atatürk’ün
gençliğine benziyor. Adı Blerti’ymiş ama dilimiz dönmüyor, biz ona Mustafa
diyoruz. Türkçeyi, Türk dizilerinden öğrenmiş. Bizim diziler burada pek
revaçtaymış. Tavsiyesi üzerine şarap olarak, İtalyan Podero Frontino 2021
seçiyoruz. Faleminderit Mustafa (Teşekkürler Mustafa)
Geleneksel
tatların olduğu ortaya karışık tabağımız ve elbasan tavamız geliyor. Elbasan
tava da eti araki bulasın, yoğurtta ekşi. Yemeyen yiyenden bahtiyar
dediklerinden. Elbasan tava maceramızda böylece son buluyor.
23 Ekim 2023 Pazartesi
Sabah
hava günlük güneşlik. Otelin bahçesi, yemyeşil ve çok iyi düzenlenmiş, adeta bir yeryüzü cenneti. Kahvaltıyı bahçede
yapıyoruz. Sibel ile Özlem için iş günü. Onlar otelde kalıp işlerini yola
koyarken biz de Mine ile Elbasan şehir turuna çıkıyoruz.
Önce
kalenin içini dolaşıyoruz. Burası şehrin kalbinde yaklaşık 2 bin yıllık geçmişe
sahip bir kale. Milattan Sonra 3.yüzyılda
Roma İmparatoru Diokleciani döneminde inşa edilmiş. 1466 yılında Fatih
Sultan Mehmet tarafından yeniden inşa edilmiş ve Elbasan adı verilmiş. (El
basmaktan geliyor). Kale Arnavutluğun en büyük kalesi. 10 hektar üzerine
kurulmuş, dört giriş kapısı ve 26 kulesi var. 308x348 ebatlarında. Kale
etrafında da dört metre derinliğinde hendek varmış, zaman içinde Zaranica nehrinin
taşıdığı malzeme ile hendek dolmuş, günümüzde nehrin yerinde yol var.
Kalenin içinde ki evler
restore edilmiş, tarihin içinde geziniyoruz. Daha sonra kale dışına çıkıyoruz. Saat kulesinin
resmini çekiyoruz. Kule,1899'da II.
Abdülhamit döneminde, Elbasanlıların da katkılarıyla inşa edilmiş. Saat Kulesi, 30 metrelik yüksekliğe sahip ve şehrin sembol yapıtlarından
birini oluşturuyor. Saatin
üzerinde de çan mevcut. Bu haliyle sanki bir kilisenin parçası görünümünde.
Saat kulesinin karşısında
modern mimarisi ile dikkat çeken Ballie caminin yanından Pazar yerine
giriyoruz. Burada kadınlar geleneksel el sanatları ile ürettiklerinin satışını
yapıyorlar. Standlar arasında oyalanıyoruz. El işleri çok pahalı. Parkın
içinden geçerek kaleye geri dönüyoruz.
Feodal beyliklerden Kastrioti’nin derebeyi olan babası tarafından Osmanlı
Sarayı’na rehin olarak gönderilmiş. Asıl adı Gergi Kastrioti olan İskender Bey, Edirne’de
II.Murat’ın içoğlanı olarak eğitim görürken Müslüman olmuş ve İskender adını
almış.
Osmanlı ordusuna hizmet eden İskender Bey, daha sonra
kendisine miras yolu ile geçen Arnavutluk’ta ki arazilerini üstüne geçirmiş. 1432-36
yıllarında bölgedeki diğer Arnavut asillerinin Osmanlı egemenliğine karşı
düzenlediği ayaklanmaya katılmayarak padişaha bağlı kalmış. Hatta bu dönemde Debre’ye sancak beyi olarak atanmış.
2 Mart 1444 tarihinde İskender Bey, bölgedeki tüm Arnavutluk
prenslerini bir araya getirerek Leş Birliği'ni kurmuş ve
Osmanlı’ya direnmiş ve, Osmanlı’yı her kuşatmada alt etmiş. Her yıl
yenilenen Osmanlı saldırıları sonucu Arnavut halkı çok büyük kayıplar vermiş.
Ülkenin ekonomisi çökmüş. Bu sorunların yanı sıra asillerin topluca
öldürülmeleri İskender Bey’in Arnavut asilleri arasında yeni bir toplantı
çağrısı yapmasına yol açmış. Leş Birliğinin yeni stratejisinin belirleneceği bu
dönemde İskender Bey sıtmaya yakalanmış ve 17
Ocak 1468 günü ölmüş.
İskender Bey tarihsel olarak Osmanlı
İmparatorluğu'nun batıya doğru genişlemesini geciktiren en büyük
engellerden birisi olmuş. Bu sayede yaklaşan Osmanlı ordularına karşı Batı
Avrupa devletleri önlem alabilmiş. İskender Bey’in ayırt edici özelliği çok
sınırlı bir ekonomik ve toplumsal kaynakla çok uzun bir süre (yaklaşık 25 yıl)
15. yüzyılın en büyük askeri gücüne direnmesiymiş. Askeri alanın yanı sıra
siyasi, diplomatik alanlarda da başarılı olmuş. İskender Bey’in Osmanlı
boyunduruğuna karşı mücadelesi 19. ve 20. yüzyıldaki Arnavut
milliyetçiliğinin gelişmesinde ve ulusal bağımsızlık arayışında simge bir
isim olmuş.
Camiyi
görmeden olmaz. Kapıya geldiğimizde camiyi gezme saatlerinin olduğunu
görüyoruz. Öğleden sonra gezisi 13:30 da başlıyormuş. Cami açılana kadar etrafı
gezelim deyip, Ludovik Shilaku Caddesinden yürüyoruz. Yol boyu balkan ezgileri
çalan sokak çalgıcılarına rastlıyoruz.
Üzerinde Dostluk
Anıtı yazan değişik bir anıta rastlıyoruz. Ne alakaysa 2016 yılında Kuveyt
–Arnavutluk dostluğu adına böyle bir anıt yapılmış.
Çay kahve
içmek için uygun bir yer arıyoruz. Her yer cıvıl cıvıl. Orası mı burası mı
derken, Özlem, Plaz’Oro diye bir kafe görüyor. Çok şık ve bol çeşitli bir
pastane. Trileçesi bir harika. Arnavutluk kendi para birimini kullanıyor.
1Euro=105 Lek.
Saati
geldiğinde hesabı ödeyip camiye gidiyoruz. Camide öyle başın örtülü değil,
kolun kısa diye bir kısıtlama yok. Sadece ayakkabı çıkarılması isteniyor.
Cami, 1791 yılında Hacı Edhem
Bey ve babası Petrelalı Molla Bey tarafından,
Tiran Saat Kulesi’de 1822 yılında da
Ethem Bey tarafından inşa edilmiş.
Cami tek kubbeli ve kare planlı. Caminin giriş
kısmında revaklar bulunmakta. Caminin ve revakların iç yüzeyi kalem işi
nakışlarla süslü. Caminin önünde Ethem Bey ve eşi Belkıs Hanımın mezarları var.
Ethem Bey Camii, Arnavutlukta Enver Hoca'nın
başlattığı Çin benzeri komünist uygulama sonucu 1966'da ibadete kapatılmış
ve müze haline
getirilmiş. Cami 1990'larda Arnavutluktaki komünist rejim ortadan kalktıktan sonra
yeniden ibadete açılmış.
Bir buçuk saat sonra İşkodra’dayız. Burası küçük bir
Anadolu kasabası gibi. Aziz Stefan Katedrali önüne park ediyoruz. Katedralin
arkasındaki müzeyi geziyoruz. Burası Roma Katolik Katedrali.
Bu
katedralin en büyük özelliği ise Arnavutluk’un birçok dini barındırdığını
göstermesiymiş. Burası çoğunluğu Müslüman ve Ortodoks olan Arnavutluk’un nadir
Katolik kiliselerinden biriymiş. Bir diğer özelliği ise bu katedral 1990 yılında Arnavut asıllı olan Rahibe
Teresa, Papa II. Jean Paul tarafından ziyaret edilmiş. Müzede bol bol Rahibe Tereza ve papanın resimleri var.
Katedral oldukça sade. Tavan süsleri çok güzel.
Kilisenin hemen yanında da Şehir Kütüphanesi var. Katedralin karşısındaki
kafede biraz soluklanıyoruz. Sonra da ver elini Karadağ.
Arnavutluk sınırından çıkarken pasaportlara damga
vuruluyor. Karadağ’a girerken kimse bir şey sormuyor. Tırıs tırıs geçiyoruz.
Akşam saatlerinde Budva’ya varıyoruz. Çok acıkmışız.
Denizin üzerinde ki Jadran Restoran’da karar kılıyoruz. Restoran çok büyük. İçi
müze gibi. İskelenin üzerinde yer buluyoruz. İnternette en çok beğeni alan
restoran. Balık çorbası, suyun içinde tek tük balık parçaları, midye ise vasat,
demek ki çok beğeni almak her zaman ölçü değilmiş. Biz iskele üzerinde yemek
yerken uzakta havai fişekler atılıyor. Bu görsel şölen gecenin en hoş anı.
Restorandayken otel araştırıyoruz. Gene benim bulduğum
otel kabul görüyor, rezervasyonu ben
yapıyorum. Restoranın hesabını ödüyoruz. Türkiye’den ucuz, fakat bu kaliteye
göre pahalı. İsme para ödemiş oluyoruz. Karadağ’ın para birimi Euro.
Kalacağımız yer apartman dairesi, eve gelince anlıyoruz ki ben yarın için
rezervasyon yapmışım. Haydi yine yazışmalar görüşmeler, bu sefer de ceza
ödemeden kurtuluyoruz. Arkadaşlar artık ben rezervasyondan azadeyim. İkidir
gecenin bir vakti ortada kalıyoruz. Neyse Sibel Villa Lux diye bir yer buluyor.
Oteli çok seviyoruz. Resepsiyondaki görevli Türk çıkıyor.
Otelin ilk sahibi çok meraklı adammış. Duvar boyalarına otuz yıldır
dokunulmamış, İtalya’dan getirilen özel boya ile boyanmış. Oda kapıları ses
geçirmiyor, kapitone kaplı. Otelde bir yaşanmışlık bir ruh var. Onca yoldan
sonra kendimizi yatağa atıyoruz.
24 Ekim 2023
Salı
Otelin tarz atmosferinde kahvaltı yaptıktan sonra,
çıkış yapıp arabayla eski şehir merkezine giderek, dünkü park yerine arabayı
bırakıyoruz. Burası etrafı beş yıldızlı oteller ile çevrili bir park yeri.
Sibel, Mine ve ben kalenin içine doğru yürürken Özlem bizden ayrılıyor.
Limandaki tekneleri seyretmek onun için daha büyük keyif.
Kalenin içi, kafe ve alış veriş için
bir cennet. Kızlar bir o dükkana bir bu dükkana girip çıkıyor. Hiç aklımda
yokken ben de kendime bir şal alıyorum. Kalenin sokaklarında dolaşıyoruz.
Uzaktan kilisenin çan kulesi dikkat
çekiyor. Kilisenin dış cephesi beyaz taş, içi ise yüksek kemerli tavanı, ahşap
işçiliği ve duvar resimleri ile göz alıyor. Burası Budva’nın en önemli dini yapılarından Crkva
Svetog Ivana (Aziz Ivan Katedrali).
Katedral 7.yüzyılda yapılmış ve Budva’nın koruyucu azizi Aziz İvan’a adanmış. Zaman içinde geçirdiği restorasyonlarla yapıya Gotik ve Rönesans özellikleri katılmış. Aziz Ivan Katedrali'nin duvarlarında ve tavanında, dönemin dini sanatının güzel örneklerini sunan freskler bulunuyor. Bu freskler ve azizlerin tasvirleri, İsa'nın hayatının sahneleri ve dini hikayeleri betimliyor. Tavan süslemeleri de görülmeye değer.
Kiliseden
sonra Roma hamamının önünden geçiyoruz. Surlardan denizi seyrediyoruz. Gençler
müzik yapıyor, biraz onlara takılıyoruz. Kalenin dışına çıkarak balerin
heykelinin olduğu yere gidiyoruz.
Morgen
plajındaki, Budva’nın sembolü haline gelmiş olan bu bronz heykel, 1965 yılında Belgradlı
heykeltıraş Gradimir Aleksić tarafından yapılmış. Heykel modellik eden ise o
sırada 14 yaşında olan Novi Sad Atletizm Kulübü Vojvodina’nın sporcusu, atlet
Olga Kalivoda imiş. Denizci sevgilisini bekleyen kızı tasvir etmekteymiş.
Heykeli de
gördükten sonra tekrar kale içine dönüp, katedralin önündeki Ice Clup MB de çay
kahve içiyoruz. Rast geldiğimiz Türk grupla karşılıklı resimler çekiyoruz.
Şakalaşıyor sohbet ediyoruz.
Soluklandıktan
sonra kalenin dışına çıkıyor biraz da kıyıda yürüyor, yatları seyrediyoruz.
Özlem ile buluşarak arabaya dönüyoruz. Bir sonra ki durağımız Kotor.
Kotor, küçük fakat barındırdığı tarihi ve mimari
eserler açısından oldukça önemli olan bir şehir, 1979 yılından beri de UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer almaktaymış.
Arabamızı park ettikten sonra, kale içine giriyoruz.
Kotor, MÖ 168’de Romalılar tarafından kurulmuş. MS 535 yılında da Roma İmparatoru
Justinian tarafından kale inşa edilmiş. 1002 yılında Bulgar İmparatorluğu
tarafından işgal edilerek yağmalanmış.
1185 yılında Sırp Krallığı'nın yönetimi altına girmiş ve önemli bir ticaret
limanı halini almış. 1371-1384 yılları arasında Macar İmparatorluğu ve Venedik
Cumhuriyeti arasında el değiştirmiş.
1391 yılında Osmanlı tehlikesine karşı Venedik
Cumhuriyeti'ne katılmış. Venedik yönetimi altındayken Osmanlı tarafından 1538
ve 1657 yıllarında kuşatılmış.1797 yılında Habsburg İmparatorluğu yönetimine
girmiştir.1918 yılında Yugoslavya'nın bir parçası haline gelmiş.
Gemi ve yatların uğrak yeri olan kent, günümüzde
bölgenin önemli limanlarından biri ve Karadağ’ın başkenti Podgorica
Havalimanına da 90 km uzaklıkta bulunmakta.
Kalenin içini geziyoruz. Surların üzerinden şehri
seyrediyoruz. Katedrale şöyle bir bakıyoruz. Meydanlarda durup video çekiyorum.
Her yer restoran dolu, çay kahve içecek gönlümüze göre bir yer bulamıyoruz.
Kızlar dondurma alıyorlar. Bu kadar Kotor yeter diyerek arabaya dönüyoruz.
Yola devam ederken ,göl kıyısında banklar görüyoruz.
Hem göl manzarası seyrediyor hem de yanımızda getirdiğimiz nevaleleri yiyoruz.
Sibel çevreyi kolaçan ediyor. Göle karışan akarsuyun minik şelaleler halinde
akışının videosunu çekip arabaya geri dönüyor. Yaklaşık bir saatte Hırvatistan
sınırına ulaşıyoruz. Karadağ’a girişte pasaportlara damga falan vurmamışlardı,
çıkışta damgalıyorlar.
Akşamüstü Dubrovnik’e varıyoruz. Kalenin Pile
Kapısı’na en yakın otoparka arabayı park ediyoruz. Dubrovnik’de otopark başlı
başına sorun. Otoparkın saati 5,20 Euro. Şimdilik buraya park edelim, içerde
birilerinden en uygununu öğreniriz diyoruz.
Çok acıkmışız. Sabah kahvaltısı ile duruyoruz. Arada
kuru yemiş, kek ile idare ettik ama, bir o kadarda yürüyoruz. Hep birlikte
pizza yemeye karar veriyoruz. Tezaro Restoran’da ki garson kız bizi Türkçe
buyur ediyor. Çok hoşumuza gidiyor ve oturuyoruz. Kızımız Türkçeyi, Türk
dizilerinden öğrenmiş, “Muhteşem Yüzyıl” dizisini çok seviyormuş. Pizzaları
sipariş ederken internetten otel arıyoruz. Ben iki kere hata yaptıktan sonra bu
işlere bakmıyorum. Sibel restorana çok yakın bir apartman dairesi buluyor. Ortaçağ
kasabasında, kale içinde bir dairede kalma fikri hoşumuz gidiyor.
Yemekten sonra apartmana gidiyoruz. İçeri girmek öyle
kolay değil, ayrı tahsil gerekiyor. Kapının önünde kutular var, kutuların
üzerinde şifre panosu. Ev sahibini telefon ile arıyoruz. Verdiği şifreyi
girince kutu açılıyor, içinde de anahtar.
Otopark içinde çeşit çeşit önerilerde bulunuyor.
Kalenin dışında gördüğümüz açık otoparklar orada oturanlara aitmiş, park
etmenin cezası 53 Euro’ymuş. Bir diğer otoparkın saati 4,70 Euro’ymuş. Kaleye
biraz uzak olan otoparkın ise saatlik ücreti 2,70 Euro’ymuş, ücretsiz
otoparklarda varmış ama kaleye uzakmış ve epey yürümek gerekiyormuş. Dubrovnik otoparkları üzerine doktora tezi
yapacak hale geldikten sonra arabayı 2,70 Euroluk parka götürüyoruz.
Otel Feta’da ki daire iki oda bir salon. Açık mutfakta
her şey var. Sibeller biraz işe güce bakarken biz Mine ile Dubrovnik’i gece
görelim diyoruz. Sokaklarda dolaşırken The Cathedral of Assumption of Virgin Mary (
Meryem’in Gökten Kabul Gördüğü) kilisesinin yanında, Rektörlük Sarayı manzaralı
Nonenine Kafe’de çay kahve içerken yağmur başlıyor. Tenteler çok güçlü, yağmur
sağanağa çevriliyor. Hiç aklımıza gelmedi, şemsiyeler otelde kaldı. Neyse durur
nasıl olsa diye yağmurun durmasını bekliyoruz. Yağmur durduktan sanki kırk
yıldır Dubrovnik’de yaşıyormuşuz gibi eve dönüyoruz.
Vakit daha erken. Sibel iskambil destesi getirmiş. Hep
beraber çay içerken “Küt” oynamaya karar veriliyor. İyi de ben bu oyunu
bilmiyorum ki. King bilmiyormusun, okey bilmiyormusun? deyip oyuna
oturtuyorlar. Oyunun nasıl oynanacağını anlatıyorlar. İki el sonra ben
kazanmaya başlıyorum. Sen bu oyunu biliyordun da bize numara yaptın demeye
başlıyorlar. Epey şamata yaptıktan sonra uykumuz geliyor.
Bu arada iki gündür bir öksürük musallat oldu. Kriz
halinde öksürüyorum. Sprey falan kar etmiyor. Sigara kokusu, keskin ya da çakma
parfüm kokusu krizi tetikliyor.
25 Ekim 2023
Çarşamba
Sabah Mine fırından poğaça, börek falan almış. Evde
kahvaltı yapıyoruz. Evin anahtarını kutusuna koyup, eşyalarımızı arabaya
taşıyoruz. Bu sefer şehrin doğu tarafında ki Ploce kapısından içeriye
giriyoruz. Dominikan kilisesinin önünde fotoğraf çekildikten sonra limana
iniyoruz. Yatlar, gezi tekneleri ile kalabalık bir liman. Lokrum adasına giden
gezi tekneleri de buradan kalkıyor. Bizim planımızda adaya gitmek yok.
Tekrar şehrin içine dalıyoruz. Akşamki gezdiğimiz
yerleri bir de gündüz gözüyle geziyoruz. St. Blaise Kilisesi'nin önünde, Dubrovnik’in simgelerinden Orlando sütununu
görüyoruz. Orlando Sütunu 1417
yılında inşa edilmiş ve efsaneye göre Charlemagne'ın ordusunda bir şövalye olan
ve "Roland Şarkısı"nın ana karakteri olan Roland'ı tasvir etmekteymiş. Sütunun etrafına iskele kurulmuş
restorasyon çalışmaları sürüyor.
Kızlar, Gundilic meydanında lavanta keseleri, ıvır
zıvırla ilgileniyorlar. Meydandan, Dubrovnik’li fizikçi Ruđer Bošković'in adını
taşıyan başka bir meydana barok merdivenlerden çıkıyoruz. Bu merdivenler, Roma’da
İspanyol merdivenleri neyse Dubrovnik’de de o. Kalabalıkta değil fotoğraf
çekmek yürümek bile bir dert. Merdivenler 1738 yılında Romalı mimar Pietro Passalacque
tarafından tasarlanmış.
Merdivenlerin sonunda Cizvit okulu Collegium
Ragusinum'un bitişiğindeki St Ignatius Kilisesi'ne çıkıyoruz. St Ignatius
Kilisesi - ya da Dubrovnik halkının dediği gibi Cizvitler Kilisesi 1699'dan 1703'e kadar kilisede çalışan ünlü
Cizvit mimar ve ressam Ignazio Pozzo'nun eseriymiş.
Kilise 1729'da açılmış. Hem Kilisenin hem de
külliyenin inşaatı Gundulić ailesinden bir Cizvit'in bağışladığı fonlarla
başlamış. Collegium Ragusinum aslında
Dubrovnik halkının İtalyan papazlarla çatışması nedeniyle kurulmuş.
Bu kompleks, tüm Dalmaçya'daki en iyi Barok bina grubu
olarak kabul ediliyormuş. Burası aynı zamanda
Dubrovnik Yaz Festivali'nde açık
hava tiyatrosu olarak kullanılıyormuş. Kilisenin içindeki süslemeler, mihrapta
ki pembe sütunlar, freskler çok güzel. Katedral gibi katedral.
Mostar’da ana cadde üzerine park ediyoruz. Yürüyerek
eski çarşının içine giriyoruz. Önce köprünün üzerine çıkıyoruz. Neretva nehrinin
alttan nazlı nazlı akışını seyrediyoruz..
Köprünün üzeri parlak parke taşı ile kaplanmış. Kayıp
düşen olmasın diye de ince bordürler ile kasisler yapılmış. Köprünün üzeri ana
baba günü. Kalabalık arasından fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. Neretva nehri
üzerinde birkaç köprü daha var, ama Stari Most (Eski Köprü) en ünlü olanı.
Orijinal köprü Mimar Sinan'ın
öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında
inşa edilmiş ve 9 Kasım 1993'te Boşnak-Hırvat Savaşı sırasında Hırvat
güçleri tarafından yıkılıncaya dek 427 yıl kullanılmış. Mimar Hayreddin, köprü için 456 kalıp taş kullanmış. Köprü, çevresindeki
kente adını vermiş ve Mostar, Hersek bölgesinin ana kenti olmuş.
Mostar Köprüsü'nün eski hâline uygun olarak yeniden
inşası çalışmaları (TİKA) UNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle 1997'de başlamış.
Köprünün temel, gövde duvarları ve zemin güçlendirilmesini Yapı Merkezi, taş
kemer inşaatını bir diğer Türk şirketi
olan ER-BU üstlenmiş. Macar ordusundan dalgıçlar orijinal taşları nehir yatağından
bulup vinçlerle çıkarmış. Bombardımandan ya da suyun akışından bozulan taşlar
yapıda kullanılamaz halde olduğundan, orijinal taşların çıkarıldığı, günümüzde
kapalı olan taş ocağı tekrar bu iş için açılıp, aynı ocaktan çıkarılan taşlar
köprünün yapımında kullanılmış.
Orijinal modele sadık kalınarak inşa edilen köprü 30
metre uzunluğundaki, 24 metre yüksekliğinde. Köprünün kemerindeki çalışma
Haziran 2002'de başlamış ve kilit taşı Ağustos 2003'te yerine konulmuş.
İnşaatı tamamlanan Mostar Köprüsü, aralarında Türkiye'nin
de bulunduğu çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir
törenle, Galler prensi Charles tarafından
23 Temmuz 2004 tarihinde açılmış. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte
2005 yılında Dünya Miras Listesi'ne eklenmiş.
Bugün Mostar'da savaş
döneminde başlayan bölünmeler hâlâ devam etmekteymiş. Hırvatlar nehrin batısında, Müslümanlar ise doğusunda yaşamaktaymış
ve savaş sırasında şehirden ayrılan Sırplar ise bir daha geri dönmemiş.
Köprünün altında, resim
çekmeye uygun bir platform var. Fotoğraf çekmek için oraya iniyoruz. Nehirde
rafting yapanlar var. Ben köprüye vuruluyorum. Fotoğraf çekiyorum, video
çekiyorum. Bakmalara doymuyorum.
Tekrar çarşı içine
dönüyoruz. Mostar Köprüsü’nün en güzel fotoğraflandığı camiyi arıyorum. Kızlar
şal, çul çaput bakarken ben Koski-Mehmet Paşa caminin bahçesine giriyorum. Camiye
girmek ve minareye çıkmak 7 Euro, arka
bahçeden fotoğraf çekmek ise sadece 1 Euro. Bir Euro verip arka tarafa
geçiyorum. Köprü karşımda, fotoğraflarından daha güzel. Bütün turist grupları
burada. Onlardan resmen köprüyü kıskanıyorum. Saat 17:00 de herkes gidiyor. Köprü
bana kalıyor. Görevli gelene kadar ayrılamıyorum.
Çarşıya döndüğümde
kızlar hala şal seçmekle meşguller. Köprü ile gönlüm öylesine dolu ki, gözüm
şal mal görmüyor. Mine “Sen, resmen köprüye aşık oldun” diyor. Sahi aşk nedir
aşk? Bu ikinci aşık olduğum yapı, ilk aşkım Hindistan Agra’da ki Tac Mahal’di.
Arabanın yanına gidiyoruz
ki polis, park cezası fişi bırakmış. Nerde yatıracağız cezayı diye esnafa
soruyoruz. “Türkmüsünüz? diyorlar.”Evet” deyince, “Söyleseydiniz ceza
yazmazlardı” diyor. “Eeee şimdi ne yapacağız?” diyoruz. “Boş verin gitsin”
diyorlar. Biz de boş veriyoruz.
Üç saatlik yolculuktan
sonra Saraybosna’ya varıyoruz. Yemek için
planladığımız yere yakın park yeri ararken çıkmaz sokağa giriyoruz.
Tekrar geriye geliyoruz. Çarşı solumuzda kalıyor, sağ tarafta yokuşun biraz
ilerisinde bir otopark gözümüze
ilişiyor. Arabayı park ettikten sonra, Başçarşı’ya doğru yürüyoruz. Burası çok
renkli ve canlı bir çarşı.
Ferhatovic Petica
Kebapçısına giriyoruz. Mine Boşnak olduğu için yol boyu küfte, bürek deyip
durdu. Küfte yiyeceğiz mecburen. Köfteler geliyor. Bizim İnegöl köfteden
hallice. Denediğimiz için pişman değiliz.
Sibel gene otel aramaya
başlıyor. Bulunduğumuz yere yakın Amber Otel’de karar kılıyoruz. Otele
gittiğimizde bakıyoruz ki, park ettiğimiz otoparkın yanındaki otelden yer ayırtmışız.
Arabayı otoparktan
alıp, otelin otoparkına bırakıyoruz. Otelin otoparkı çatıda, asansör ile
çıkılıyor. Müşterilerde katlara çıkmak için o koca asansörü kullanıyor. Otelin
sahibi Türk, resepsiyonda da yeğeni çalışıyor. Bizi yan taraftaki kafeye davet
ediyorlar. Çay demlemişler. Günlerdir hasret kaldığımız hakkıyla demlenmiş
çaydan bardak bardak içiyoruz.
Bosnalılar için Türkiye
çok önemli. Türkiye’den çok büyük destek görüyorlarmış. Cumhurbaşkanımızı çok
seviyorlar. O giderse Sırplar gene bizim boğazımıza çöker diyorlar. Halk, Sırplara
karşı kendilerini güvende hissetmelerini bize borçlu.
Ülkede
para birimi olarak Bosna-Hersek Markı (BAM)
geçerli. 1 Euro, 1.96 BAM’a denk geliyor. Çarşıda Euro ve kredi kartı
geçiyor.
26 Ekim 2023 Perşembe
Sabah
Sibel’in telefonunda problem oluştu, I Phone bayine gidecek, Özlem’de otel
sahibi ile takılmak istiyor. Biz Mine ile Saraybosna’yı keşfe çıkıyoruz.
Görülecek yerler otele çok yakın. Otelden çıkıp çarşının paralelinde ki
caddeden sağ tarafa doğru yürüyoruz.
İlk durağımız
Boşnak Enstitüsü. Burası 16.yüzyılda yapılan Gazi Hüsrev Bey Hamamı’nın yanına
inşa edilmiş ve kütüphane olarak kullanılıyor. Restore edilen hamam kısmında
ise, Bosna Hersek'te İslam kültürünün, eğitiminin ve ilminin ilk
ortaya çıktığı dönemde kurulan Gazi Hüsrev Bey'in vakfı ve Boşnak Enstitüsü
bulunuyor.
Boşnak Enstitüsü, müze
ve galerisi, kültür merkezi ve kütüphanesi, yayınevi ve kültür merkezi ile
bilim ve kültür kurumu olarak hizmet vermekteymiş. Enstitü, Bosna-Hersek'li iş adamı, politikacı ve kültür ve eğitim
destekçisi olan Adil Zulfikarpašić'in kurduğu vakıf altında hizmet veriyormuş. Eşi
Tatjana Zulfikarpašić ‘in topladığı Bosna-Hersek ile ilgili belgeler,
fotoğraflar, kartpostallar, haritalar, kitaplar, ansiklopediler, dergiler burada
sergileniyormuş. Boşnak Enstitüsü 1988 yılında Zürih'te kurulmuş, tüm arşiv Saraybosna'ya taşınarak 2001 yılında açılmış.
Enstitünün karşısında,
Srebrenista katliamına adanmış bir müze, onun yanında da katedral var. Srca Isusova (İsa’nın kalbi Katedrali),19.yüzyılda,
gotik usulde yapılmış bir katedral. Katedralin
yanında ki caddeden Ferhadja Caddesine çıkıyoruz. Katedrali caddeye bakan ön
yüzünde Papa II. Jean Paul’un heykeli var. Yugoslavya’da ki Tito ve
Arnavutluk’da ki Enver Hoca ideolojisi çöktükten sonra, Papa II. Jean Paul
buralarda gezer olmuş.
Ferhadja Caddesi,
turist gruplarının en çok rağbet ettiği cadde. Özellikle Türkiye’den gelen
gruplara rastlamak mümkün. Cadde üzerinde ilerliyoruz. Caddenin sağında Gazi
Hüsrev Bey camisini görüyoruz. Camiye gelmeden Milijacka nehri tarafına
gidildiğinde Latin Köprüsü’nü görebilirsiniz.
Saraybosna 1878’de
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun balkanlarda yayılma politikası sonucu Avusturya
Macaristan İmparatorluğu’na geçmiş. İmparatorluğun veliahtı Franz Ferdinand ile
eşi Sofia 1914 yılında Saraybosna’yı ziyaret ettiklerinde Latin Köprüsü
üzerinde öldürülmüşler. I Dünya savaşını başlatan suikast işte burada olmuş.
Ferhadija Caddesi, adını
sancak beyi Ferhad Bey’den almış. Ferhad Bey’in oğlu Gazi Hüsrev Bey’de burada
sancakbeyliği yapmış. Başçarşı bölgesindeki Gazi Hüsrev Bey Cami 1530 yılında
yapılmış, savaşta hedef alınan yapılar arasındaymış. Cami, 90’ların sonunda
restore edilmiş. Bahçede saat kulesi, Gazi Hüsrev Bey’in türbesi ve şadırvan
var. Soğuk havalarda sıcak su akıyormuş.
Yolun karşısındaki
mektep ve medrese olan kısım müze haline getirilmiş. Yan tarafında kütüphane var.
Müzede içinde el yazması kuran başta olmak üzere çeşitli belgeler, hat
örnekleri sergileniyor. Türk bölgesi olarak anılan Başçarşı’da ki birçok mülk
Gazi Hüsrev Bey Vakfı’na aitmiş.
Kafelerden birinin önünde bronzdan yapılmış Nicola Tesla’nın oturur vaziyette heykeli var. Biz de yanındaki sandalyeye oturarak resim çektiriyoruz. Baş çarşıda dolanırken çay kahve içelim, elimizdeki BAM’larıda harcamış oluruz diyoruz. Alemory Hookah Bar’da bir çay bir kahveye 50 Euro’ya denk gelen bir hesap ödüyoruz. Ne bu kardeşim? Ne içtik biz?
Mine benden ayrılıyor,
kendi damak tadına uygun çorbalık bir
şeyler alacak. Ben de Belediye Binası’nı görmeye gidiyorum.
Saraybosna Belediye
Binası 1891 yılında Çek mimar Karel Pařík tarafından tasarlansa da birkaç mimar
değiştirerek 1896 yılında tamamlanabilmiş. Avusturya-Macaristan döneminin en büyük ve en
görkemli binasıymış ve belediye binası olarak hizmet vermiş. Binada sarı
kırmızı renkler hakim. Cephe süslemeleri ve pencereler, İspanya, Kuzey Afrika,
hatta Selçuklu sanatının karmaşası.
1949 yılında ise kütüphane
olarak hizmet görmeye başlamış. Kütüphanede 1,5 milyon cilt ve 155.000'in
üzerinde nadir kitap ve el yazması bulunuyormuş. 25 Ağustos 1992'de Saraybosna
Kuşatması sırasında Sırpların bombardımanı ile kütüphane tamamen yok olmuş.
Kayıplar arasında yaklaşık 700 el yazması ve incunabula (1501 yılından önce
basılmış kitaplar) ile bazıları 19.
yüzyılın ortasındaki Bosna’nın kültürel olarak en canlı dönemine ait benzersiz
bir Bosna seri yayın koleksiyonu da varmış. Bazı vatandaşlar ve kütüphane
çalışanları keskin nişancıların ateşi altında kitapları kurtarmaya çalışmışlar.
Bu nedenle epey kişi canından olmuş.
Bina savaştaki
geçirdiği yangından sonra ciddi bir onarımdan geçirilmiş ve eski haline
getirilmeye çalışılmış 2014 yılında yeniden Belediye Binası olarak hizmet
vermeye başlamış. Onarımdan sonra artık ulusal bir anıt haline gelen bina,
konser sergi gibi etkinlikler için de kullanılıyormuş.
Nehrin karşısına
geçerek, binanın fotoğraflarını çekiyorum. Öyle süslü, öyle renkli bir bina ki insanın
gözünü yoruyor.
Başçarşı’dan otele
doğru yürüyorum. Bu arada Saraybosna’nın
çeşmeleri de çok ünlüymüş. Bunlardan en ünlü olanı da Başçarşı’nın başında ki
meydanda bulunan ahşap sebil. Sebil Çeşmesi, 1753 yılında Mehmet Paşa Kukavica
Tarafından yaptırılmış. 1852’de bir yangından hasar görmüş ve 1891’de yeniden
inşa edilmiş. Osmanlı döneminin mimari özelliklerini taşıyan tarihi çarşıdaki
Sebil, ahşap mimarisi ve iki tarafından akan suyu ile şehrin sembolü durumunda.
Burası aynı zamanda Saraybosna’lıların
buluşma yeri.
Otelden Özlem ve
Sibel’i alarak. Mine’nin dilinden düşürmediği Boşnak Bürek yemek üzere tekrar
Başçarşı’ya dönüyoruz. Otel sahibinin önerdiği bürekçiyi buluyoruz. Buregdzinica
Sac çok kalabalık, epey bekledikten sonra sıra geliyor. Boşnak böreği bizim kol
böreğinin biraz daha incesi. Kimimiz kıymalı, kimimiz patlıcanlı sipariş
ediyoruz. Tadı güzel. Afiyetle yiyoruz.
Bugün Sırbistan’a
geçeceğiz. Geçmeden önce uğramak istediğimiz bir yer var. Buralara gelip de
uğramadan olmaz. Sınıra yakın bir yerden Srebrenica ‘ya sapıyoruz. On kilometre
kadar gittikten sonra yolun sağında dev bir mezarlık görüyoruz. Burası
Srebrenitsa soykırımının ana mezarlığı olan Potoçari Anıt Mezarlığı.
Mezarlıktaki meydanın çevresinde daire şeklinde
isimlerin yazıldığı kısım var. İsimlere baktığımızda aynı soyadlı 17 kişi, bir
diğerinde 23 kişi görüyoruz. Saymayı bırakıyoruz. Hep erkek isimleri, tek tük
kadın ismine rastlıyoruz. Sekiz binden fazla isim, her birinin doğum tarihi
çeşitli, içlerinde çocuklar da var, ama ölüm tarihleri aynı 1995. Sırplar
tarafından yapılan katliamın insanlığa mirası sekiz binden fazla mezar taşı.
Sekiz binden fazla diyorum, belki dokuz bin olacak. Daha geçenlerde yeni bir
toplu mezar bulunmuş. DNA testi sonucu kimlikleri tespit edilebilenler de
buraya getirilmiş. Beyaz uzun mezar taşları arasında taze mezarlar göze
çarpıyor. Hepimiz dağılmış vaziyetteyiz. Dayanamıyor, diz çöküp dua etmeye
başlıyoruz. Bu insanlık ayıbı karşısında, insan ne yapacağını bilemiyor, tek
yapabildiğimiz diz çöküp dua etmek.
Mezarlıktan çıktıktan sonra, arabaya bindiğimizde
kimse konuşmuyor. Öldürülenlere mi yanarsın, tecavüz edilen, istemediği çocuğu
doğurmak zorunda kalan kadınlara mı? Sadece Özlem, elli yaş üstü ne kadar Sırp
varsa çükünü keseceksin diyor. İçindeki öfke ona bunu söyletiyor biliyoruz.
Yoksa Özlem karıncayı incitmez, o bile bunu söylediyse biz ne yapalım?
On dakika sonra sınıra geldiğimizde Sırp gümrüğünde
arabayı kenara çekin demiyorlar mı? Kaç gündür, ne arandık, ne sorulduk?
Çekiyoruz arabayı kenara. Bu arada Sibel’in çişi geliyor. Etrafta tuvalet yok.
Adamlar arabayı çektirdiler, gelen giden yok. Bizden başka geçen de yok.
Canları sıkıldı her halde eğlence olsun diye bizi durdurdular. “Niye
durdurdunuz, arabada bir şey yok” diyoruz. “Görürüz şimdi ne olup olmadığını”
diyorlar. Sibel çişini tutmakta zorlanıyor, kriz halinde, yapacak bir şey yok.
“Yap kızım polis kulübesinin önüne çişini diyorum. Sibel pantolonuna elini
atıyor. Polisler anlıyorlar ne yapacağımızı, hadi gidin, gidin diye
bağırıyorlar. Arabaya binip, lanet okuyarak yola devam ediyoruz. İlk bulduğumuz
tuvalete kendimizi atıyoruz.
İstikamet Belgrad. Navigasyon ne ediyorsa ediyor,
kendimizi dağ yollarında buluyoruz. Benzinimiz kritik seviyede, yolun nereye
gittiği belli değil. Özlem geriliyor. “Benzin biterse, Sırp dağlarında ne
edeceksiniz bakalım?” diyor. Ben de “Valla Sırplara Mine’yi gösterir, bu Boşnak
deriz” diyorum. Anında arkadaşımı satmış oluyorum. Neyse yaptığım espri ve
esprinin devamındaki şakalar bizi epey
güldürüyor.
Geçtiğimiz köylerden birinin adını not ediyorum. Daha
sonra nerelerden geçmişiz haritadan bakarım diye. Uzice Valjevo, şaka gibi,
köyün adı Sırpça “Tadını Çıkar” demekmiş.
Yola devam ederken Özlem söylenmeye başlıyor. “Arkada
oturup tavşan gibi kırt kırt yemiş
yiyeceğinize her birinizin İngilizcesi var, dünyayı gezmişiniz, Belgrad’a giden
doğru düzgün bir yol bulaydınız ya” diyor.
Şu andan itibaren üç kız arasında “Tavşan Kardeşliği” başlıyor.
Bu yorgunluk ve sinir gerginliğinin üzerine
vardığımızda otelimiz bari hazır olsun diye arayışa girişiyoruz. Sibel şehir
merkezine yakın bir apartman dairesi buluyor. Belgrad’a vardığımızda arabayı
kalacağımız apartmanın önünde park edip, ev sahibini arıyoruz. Telefona cevap
veren yok. Sibel booking.com’u arayıp
durumu bildiriyor. “Belki derstedir, meşguldür biraz bekleyin” diyorlar. Biz de
beklerken bari yemek yiyelim diyor, binanın yanında ki restorana gidiyoruz. İzlog restoran beklentimizin çok
üzerinde çıkıyor. Şahane bir çorbadan sonra ortaya karışık yiyecekler geliyor. Garson
çocuk, arabamızın park ettirirken, siparişlerimizi getirirken, yer aradığımızı
duyuyor. Bu gece için arkadaşının yerini öneriyor. Biz iki gece kalacağız. Günlerdir
iki gece üst üste bir yerde kalmadık, oradan oraya taşınmaktan helak olduk. Belgrad’da
iki gece kalıp, şehri ağız tadı ile gezmek istiyoruz.
Yemekten sonra Sibel yakındaki market sahibinin
telefonundan yerel numara ile ev sahibine ulaşmaya çalışıyor. Sırplar bize
yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ev
sahibine ulaşamıyoruz. Booking.com rezervasyonu iptal ediyor, yeni rezervasyon
için Mine ile Sibel hummalı bir çalışmaya başlıyor. Ben rezervasyondan
azadeyim. Biz Özlem ile para bozdurmaya gidiyoruz. 1 Euro, 116,5 Sırbistan
Dinarı(RSD) ediyor.
Sibel şehir merkezine daha yakın olan Kona apartman
diye bir yer buluyor. Arabamıza binip caddeden aşağıya doğru gidiyoruz. Tek
katlı binaların sıralandığı bir yerde binayı buluyoruz. Ön cephede dükkanlar
var, evde herhalde arka tarafta. Evin sahibi telefonda, birazdan babam anahtarı
getirecek diyor. Çok geçmeden evin önüne yanaşan Mercedes arabadan biz yaşlarda karı koca iniyor. Adamın su fabrikası varmış,
buradaki mülklerinin kiralama işlerini oğulları yapıyormuş. Ev tadilattan
geçmiş, bir oda bir salon, mutfak ve banyodan ibaret. Odada dört yatak var. Biz
kızlar odaya, Özlem’de salondaki divana konuşlanıyor.
Adamın su fabrikası var ama, buzdolabına bir şişe su
bile koymamışlar. Oysa Dubrovnik’de ne güzeldi, çay, kahve, su, gereken her şey
vardı. Açık market buluyor, su stokumuzu yapıyoruz.
27 Ekim 2023
Cuma
Arabayı akşam evin önüne park etmiştik. Sabah 7:00 den
sonra abone olmayanlara ceza yazıyor, hatta arabayı çekiyorlarmış. Sabah 7:00
de Sibel ile ikimiz kalkıp arabayı otoparka çekiyoruz. Dönüşte yol boyu ceza
yazmak üzere gezmeye çıkmış park
görevlilerini görüyoruz.
Evin karşı köşesindeki Lulu Cafe’de sabah kahvaltısı
yapıyoruz. Özlem dinlenmek istiyor, bize interneti açık telefonunu veriyor. Biz
üç kız Belgrad’ı keşfedeceğiz. Bugünkü gezi planını açıklıyorum, plan kabul görüyor ve yürüyerek Scadarlija’dan,
Belgrat kalesine doğru yola çıkıyoruz. Scadarlija Belgrat’ın Nevizade’si gibi.
Akşamları çok şenlikli oluyormuş. Eve de çok yakın, akşam buraya geliriz artık.
Yol üzerinde Bayraklı Cami’yi görüyoruz. Cami kare
şeklinde, oldukça küçük ve sade bir yapı1575 yıllarında yapıldığı söyleniyor.
Kimin tarafından yaptırıldığı bilinmiyor. Osmanlılar
zamanında 250 kadar caminin bulunduğu Belgrad'da ibadete açık tek cami olarak Bayraklı Cami kalmış. Cami Kosova'da
meydana gelen olaylardan sonra 18 Mart 2004'te
yakılmış, daha sonra yeniden tamir edilmiş. . Minaresinde yeşil zemin
üzerinde beyaz ay ve yıldız var. Bu bayrağın benzerini Saraybosna’da da
görmüştüm. Bugün Cuma olduğu için az sayıda da olasa cemaat namaza gelmiş,
namaz vakti içeri girilmez deyip caminin dışardan fotoğrafını çekip yola devam
ediyoruz.
Nihayet
Belgrad Kalesi’ne varıyoruz. Kaleye giriş ücretsiz. Kale MÖ 279 yılında Doğu
Roma İmparatoru I.Justinianus tarafından yaptırılmış. Kaleden Sava ve Tuna
nehrinin birleşmesini görebiliyorsun. Önce Tuna nehri tarafından fotoğraf
çekiyoruz. Sonra Sava nehri tarafına doğru gidiyoruz. Burada büyükçe bir meydan
ve devasa bir anıt var.
Kafeden sonra, kızlar Nebojsa Kulesi’ni görmedik, gelmişken görelim diyorum. Kule, Belgrad Kalesi'nin ayakta kalan tek ortaçağ kulesiymiş. 15. yüzyılda inşa edilmiş, yüzyıllar boyunca kalenin ana savunma kulesi olmuş. Daha sonra zindan olarak hizmet vermiş ve 2010 yılında müzeye uyarlanmış. Kuleyi ararken, açık havadaki Askeri Müzeyi geziyoruz. Roket, tank ne varsa görüyoruz. İşkence aletlerinin sergilendiği kısmı es geçiyoruz. Kalenin içindeki Ortaçağ müzesini geziyoruz. Dinozorların sergilendiği alanı geçiyoruz. Kaleye ilk girdiğimiz yere gelmişiz. Kule aşağıda, gelirken fotoğrafını çektiğimiz kule. Nehrin kenarına inmek lazım. Uzaktan gördük yeter deyip, kaleden ayrılıyoruz.
Kaleden sonra, Prenses Ljubica’nın Konağı’nı hedefliyoruz. Yürürken Fransız Elçiliğinin önünden geçiyoruz. Karşısında İstanbul Beyoğlu’nda ki Kamondo merdivenlerinin benzerini görüyoruz. Aziz Mihail Katedrali’ni görüyoruz. Karşısında da katedralin müzesi var. Gelmişken bir de katedrale girelim diyoruz.
Aziz Mikail’e adanan kilise 1837-1840 yılları arasında, geç barok unsurlarıyla klasisizm tarzında inşa edilmiş. Altın kaplama ikonostasisler (genellikle İkonalar ile süslü, Ortodoks dini mimarisinde kendini gösteren ve kilisenin ana bölümü olan naosu din adamlarına ayrılmış bölüm olan bemadan ayıran mimari bölme duvar) ile duvarlar ve kemerlerin üzerindeki ikonlar 19. yüzyılın en ünlü Sırp ressamlarından biri olan Dimitrije Avramović tarafından boyanmış ve yapılmış.
Kiliseden sonra Prenses Ljubica’nın Konağı’na gidiyoruz. Konak Osmanlı Devletine karşı Sırpların başlattığı ikinci isyanın lideri ve 1815-1839 ile 1858-1860 yılları arasında Sırp Prensi ve Sırbistan ve Yugoslavya'yı çeşitli dönemlerde yöneten Obrenović hanedanının atası olan Miloš Obrenović tarafından karısı Ljubica ve kendisinden sonra hüküm sürecek oğulları Milan ve Mihailo için 1829 ile 1831 yılları arasında Sırp mimar Hadži-Nikola Živković tarafından inşa edilmiş 1831 yılında buraya taşınan aile sonraki on yıl boyunca burada yaşamış.
Konak iki katlı. Osmanlı Mimarisi ile yapılmış. O devirdeki hakim sınıfın yaşantısı ile ilgili fikir veriyor. Evin hanımının misafir kabul ettiği daire şeklindeki cumbalı salonlar, yüklüklü odalar, aşağı kattaki hamam ve mutfak.
Konaktan çıktıktan sonra acıktığımızı hissediyoruz. Yol üzerindeki pastanede önce paylaşmak üzere iki tatlı söylüyoruz. O kadar beğeniyoruz ki bir daha sipariş ediyoruz.
Pastaneden sonra yağmur başlıyor. Kimimiz yağmurlukla, kimimiz şemsiye altında yola devam ediyoruz. Yağmur altında olsak da uzaktan Parlemento Binası’nın, etraftaki güzel yapıların fotoğrafını çekmekten geri durmuyoruz.
Nikola Tesla, Sıpların gururu, mucit, elektrik mühendisi, makine mühendisi ve fütürist. Fırsatlar ülkesi Amerika’ya gitmiş ve Edison’un yanına varmış. Düz akımcı Edison, alternatif akımı bulan Tesla’ya burun kıvırmış. Oysa günümüzde alternatif akım sayesinde evlerimizde ampulü yakabiliyoruz. Wi-fi, kablosuz kullanılan ekipmanların fikir babası da hep Tesla. Edison’un bu kadar öngörüsüz olması hayret verici.
Sonra bizleri serbest bırakıp, Nikolay Tesla’nın kullandığı eşyaları sergiledikleri salona yönlendiriyorlar. Balmumu heykeli gerçek gibi. Tesla vaktiyle epey para kazanmış, giyiminden kuşamından, kullandığı çanta, çakmak gibi objelerden bunu anlıyoruz. Üstelikte hayli zevkliymiş.
Tesla Müzesi’nden
çıktığımızda yağmur bütün hızıyla sürüyor. Gelirken taksi bulmaya çalışmış ama kimse
bizi almamıştı. Burada da yağmur yağdığında taksiciler kral kesiliyormuş. Tam
müzenin önünde duran bir taksi görüyoruz. Boşmuş ve binebilirmişiz. Sibel’in
perileri bu yağmurlu günde kapının önüne taksiyi getirdi ya, daha ne diyeyim?
Taksi ile eve geri dönüyoruz. Evde dinlenirken yağmur duruyor. Akşam yemeği için Scadarlija’ya gidiyoruz. Sokak gündüzdan tahmin ettiğimiz gibi, kalabalık ve cıvıl cıvıl. Her yer dolu, yer ayırtmadığımız için bütün restoranlardan eli boş çıkıyoruz. Sokağın sonuna doğru bir restoran saat ona kadar bir masasının boş olduğunu söylüyor. Hemen içeri giriyoruz.
Zavicaj Restoran, çok şık bir yer. Balkonda ki bir masaya oturtuyorlar. Aşağıda canlı müzik var, yemekler çok güzel. Köftenin üzerine kaymak sürüp yiyorsun. Yok böyle bir tat. Ete kaymak sürmeyi bugüne kadar akıl etmediğimize yanarım.
Restorandan vakitlice ayrılıyor, evimize dönüyoruz. Çok yorgunuz, yarın erkenden yola çıkacağız. Özlem, arabanın servise girmesi gerektiğini söylüyor. Selanik’te her zaman gittiği servise vaktinde varmak istiyor.
28 Ekim 2023 Cumartesi
Sabah 7:00 de yola çıkıyoruz. Kuzey Makedonya üzerinden, Yunanistan’a geçiyoruz. Selanik’te bütün evlere bayraklar asılmış. “Durup duruken milliyetçi damarlarımı tutmuş?” diye konuşuyoruz. Servise vardığımızda servis kapalı. “Acaba saat farkımı vardı da biz mi atladık?”. Yok her zaman bu vakitte geliyoruz. Sadece servis değil her yer kapalı. Lidl bile kapalı. Tek tük market açık.
Bugün Yunanlıların milli bayramı Oxi (Ohi) günüymüş. Ohi, hayır demek. Adamlar neye hayır demişler diye Google’a başvuruyoruz. İtalyan diktatör Benito Mussolini 28 Ekim 1940'ta Yunanistan’a mihver devletleri safında yer alması, aksi takdirde işgal edileceği ültimatomunu vermiş. Yunanistan başbakanı Ioannis Metaxas da “Hayır” demiş. Ertesi günü halk “Ohi, ohi diyerek sokaklara dökülmüş.
Ardından da Yunan-İtalyan Savaşı başlamış. Ohi günü, 1940’da işgalci İtalyan kuvvetlerine karşı Pindus dağlarında başlatılan Yunan direnişini anma günüymüş. 1942’de direnişçiler tarafından başlatılan Ohi günü, günümüzde , tüm Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve dünyanın her yerindeki Yunanlılar tarafından kutlanmaktaymış.
Hotel deniz kıyısında yaz tatili için harika bir yer. Tek katlı odalar, karavan ve kampçılar için düzenlemeler var. Otele yerleşiyor ve grubumuzun restoranı Nisiotico’ya gidiyoruz. Ohi günü nedeniyle bütün herkes dışarda. Restoranlar tıklım tıklım. Sibel, “Ercan bize yer bulur” diyor.
Ercan bize içerde hem de cam kenarı bir masa buluyor. Bildiğimiz yemekler, aşina olduğumuz tatlar ve Uzo. Sibel, Hoteldeyken resepsiyondaki hanıma rica ederek tavernadan yer ayırtmış. Akşam yemeğinden sonra Sibel tavernaya gidiyoruz deyince, Özlem ile ben itiraz ediyoruz. Özlem, bana dönüp “Ben kaptanım, araba kullanıyorum, dinlenmem lazım, kızlar sana emanet” deyip arabadan iniyor ve odaya gidiyor.
Yorgunluktan ölmeye beş var. Tavernaya nasıl dayanacağım. Üç kız arabayla gecenin bir vakti tavernayı bulamıyoruz. Yol üzerindeki açık bir kafeye uğruyoruz. Bari bir çay içsem kendime gelirim. Önce çay var diyorlar, sonrada yok kazanın dibinde kalmış, vermemiz uygun değil diyorlar. Olsun ben kazanın dibine de razıyım, çaysızlık başıma vurdu. Mine adamın söylediklerini bana tercüme etmeye çalışıyor. Mine’ye dönüp, “Ben de İngilizceyi o kadar anlıyorum, sallama çayda mı yok?” diye Mine’ye patlıyorum. Benim çay krizi sonucu adamlar kendilerini suçlu hissedip aldığımız üç şişe suyun parasını almıyorlar.
Arabaya biniyor, tavernayı falan boş verip otele dönüyoruz. Yatağa nasıl attıysam kendimi, ertesi gününe kadar deliksiz uyuyorum. Sabah, hava günlük güneşlik. Denize girsem mi girmesem mi? Mayoda yok yanımda. Mayoya benzer iç çamaşırını giyip havluya sarınıyorum. Denizin kıyısında havluyu bırakıp suya atlıyorum. Deniz çarşaf gibi, su soğuk ama hiç üşümüyorum. Biraz yüzdükten sonra, çıkıp duş alıyor, kahvaltıya oturuyorum.
Kahvaltıdan sonra yola çıkıyoruz. İpsala'dan Türkiye'ye giriş yapıyoruz. Çanakkale’ye yaklaşırken, Çanakkale’yi görmek istiyoruz. Çanakkale’de arabayı park edip, önce Aynalı Çarşı’ya gidiyoruz. Çanakkale’de Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak ayrı bir heyecan veriyor.
Bütün halk sokaklarda, çocukların ellerinde bayraklar, arabalar konvoy halinde bayrak sallayarak gezip duruyorlar. Çanakkale Saat Kulesi’ni gördükten sonra arabayla İzmir’e doğru yola çıkıyoruz. Benzincide Sibel ucunda tavşan maskotu olan üç adet anahtarlık alıyor ve bizlere dağıtıyor. “Yaşasın Tavşan Kardeşliği” diyoruz.Gezinin
sonunda geriye dönüp baktığımızda, gördüğümüz yerlerden Karadağ, Hırvatistan,
Bosna-Hersek-,Sırbistan ve Kuzey Makedonya ile beş ülke görmüş oluyoruz. Gerçekte
gördüğümüz ise eski Yugoslavya. Dini, etnik, kültürel ne ararsan her türlü
ayrımcılığı kullanarak, insanları birbirlerine boğazlatarak güzelim ülkeyi
paramparça etmişler. Gerek Yugoslavya’da
Tito döneminde, Arnavutluk’da Enver Hoca döneminde din geri plana çekilsede
bugün insanlar dine dört elle sarılmış durumda. Müslümanlar içinde, Ortadokslar
için de hatta Katolikler için de durum
aynı.
Eski Yugoslavya’da da Arnavutluk’ta da yollar tek şerit gidiş tek şerit geliş. Bizim yıllar önceki, önüne kamyon düştüğünde bekle ki geçesin durumu.
Geziden döndükten sonra Belgrad’da bize verilen cüzdanın sahibini arıyorum. Bir iki görüşmeden sonra öğretmen hanıma telefonla ulaşıyorum. Çok şaşırıyor. Cüzdanı çantasından almışlar, içinde para da varmış ama paralar uçmuş. Adresini veriyor. Cüzdanı kargo ile gönderiyorum.
Böylece Sibel’in her fırsatta “Balkanlar Bizi Bekler” diye bizleri gayrete getirmesi ile Balkanlar da görülmüş oldu. Sibel çok da iyi yaptı. Hayatta hiçbir şey beklemeye ve bekletmeye gelmiyor.
Kasım 2023
ANKARA
Kalemine sağlık Feryalcim. Yine dolu dolu bir tur anlatmışsın.
YanıtlaSilTesekkurler feryal
YanıtlaSilTeşekkür ederim benim bir rehber gibi
YanıtlaSilFaleminderit Feryal 🙏
YanıtlaSilFeryal hanım çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık
YanıtlaSilHarika, bir kez daha okumak istiyorum.
YanıtlaSil