BALKANLAR BİZİ BEKLER

 

BALKANLAR BİZİ BEKLER  (21-29 EKİM 2023)



Yugoslavya darmadağın olduktan sonra ortaya çıkan irili ufaklı devletçiklere gitmeyi çok istiyor bunu da sık sık dile getiriyordum. Özellikle Sibel bu fikre çok sıcak bakmış, “Ne zaman gidiyoruz? Hadi gidelim” diye tutturur olmuştu. Bahara gideriz demiştim ama, baharı beklerken yaz geldi geçti, gidiş artık başka bahara kaldı.

Yaz boyu İzmir’de kalış sürem uzadıkça, Sibel araya Sakız gezisi sıkıştırdı. Çocuklar Danimarka’dan gelecek, onların dönüşünde ben de Ankara’ya dönerim derken, Sibel bana Balkan Turu programları yollamaya başladı. Bak şu çok ucuz, bak bunda daha çok yer görülüyor derken, Mine’de programa katıldı.

Sonuç olarak, Özlem ben otobüs ile gitmem, araba ile varsanız ben varım dedi. Mine, turlar ile bütün gün yol da geçiyor, şehirler panaromik şöyle bir görülüp geliniyor, gidenler hem yoruluyor, hem de bir şey anlamadan dönüyorlar dedi. Benim çocukların gelmesi yaklaştı. Çocuklar döner dönmez, programı kendimiz yaparak, arabayla Balkanlar Gezisi’ni yapmaya karar verdik.

21 Ekim 2023 Cumartesi

Çocukları havaalanına bırakır bırakmaz, doğruca Sibellerin eve gidiyorum. Benden birkaç dakika sonra da Mine geliyor. Hep birlikte Sibellerin arabaya doluşup, Özlem’in kaptanlığında yola çıkıyoruz. Sibel, biz arkada oturanlara boyun yastığı, bel yastığı koymuş, kuru yemiş almış, telefon şarjı için kabloları takmış. Özlem her birimizin kapı boşluğuna su şişelerini koymuş. Köseoğlu Turizm, hizmette sınır tanımıyor, güle oynaya yola çıkıyoruz.

18 Mart Çanakkale Köprüsü üzerinden, Trakya bölgesine varıyoruz. İpsala kapısından çıkarak Yunanistan’a giriyoruz. Akşam yemeğini, artık grubumuzun restoranı olan Dedeağaç (Aleksandrapoli) da ki, Nisiotiko Restoran’da yemeye karar veriyoruz. Cumartesi akşamı rezervasyonumuz yok. Garson Ercan bizi tanıyor ve hemen yer buluyor. Yemekleri ve Uzoları sipariş ettikten sonra booking.com dan otel aramaya girişiyoruz.

Dedeağaç’ta bir tane yer yok. Olanda çok pahalı. Bu arada ben bulunduğumuz yere yakın çok ucuz bir yer buluyorum. Hemen üstüne atlıyoruz ve otele rezervasyon yapıyoruz. Otelin yeri ne tarafta diye bakıyoruz ki, otel Semendirek adasında. Sibel boş ver üzülme,  nasıl olsa masraf dörde bölünecek, bu da görev zararı olsun diyor. Ben razı gelmiyorum. Booking.com’a bir yazı döşeniyorum. 150 mt dediğiniz otele ya bizi ulaştırın, ya da iptal edin diye. Hemen cevap geliyor. Rezervasyon iptal edilmiş, bir de üstüne özür dileyip, parayı iade ediyorlar, ceza falanda kesmiyorlar.

Dedeağaç’ta bize uygun bir yer bulamıyoruz. Yedik içtik, haydi eyvallah diyerek Kavala’ya gidiyoruz. Vakit gece yarısını geçmiş, daha fazla maceraya gerek yok deyip, daha önce kaldığımız Oceanis Otel’e gidiyoruz.

22 Ekim 2023 Pazar

Sabah, otelde kahvaltı yaptıktan sonra Mine daha önce Kavala’yı görmediği için, ona şehir turu yaptırıyoruz. Mine Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evini gezerken, biz de Kafe Briki’ye oturup Kavala’yı seyrediyoruz.

Buraya kadar ki programı daha önce de gerçekleştirmiştik.  Mine için tekrar etmiş oluyoruz. Asıl gezi şimdi başlıyor diye Kavala’dan Castoria’ya (Kesriye) doğru yola çıkıyoruz. Castoria ismi  Kunduzdan (Castor) geliyormuş. Burası kunduz kürkünün imal edildiği yermiş. Şimdilerde kunduz falan kalmamış ama adı kalmış. Zaten sadece kunduz değil, gezen hiçbir hayvan kalmamış. Günümüzde sınırlı sayıda çiftliklerde vizon yetiştiriliyormuş.

Orestiade  gölü etrafındaki bu şirin kasabada, göl kıyısında biraz oyalanıyoruz. Kuğuların resmini çekiyoruz. Dragon Mağara’sına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Navigasyon bizi gölün karşı kıyısına doğru götürüyor. Arabayı park ediyor, yürüyerek göl kıyısında dolanıyor, mağarayı arıyoruz. Özlem öyle mağara, müze meraklısı olmadığı için bizden ayrılıyor. Navigasyonun olduğu telefonda onda kalıyor. Yunanlılar da biri yol sorduğunda bilmiyorum demesini bilmiyorlar. Ha o taraf ha bu taraf derken, 11. Yüzyılda yapılmış Panagia Mavriotissa Manastırı’na varıyoruz. Grubun rehberi geçinen ben,  mağara olmadı, manastır verelim kızlar diye dalga geçiyorum.

Panagia Mavriotissa Manastırı, Bizans ordusu komutanı George Paleologos'un birliklerinin 1083'te saldıran Normanları kuşattığı yerde inşa edilmiş bir manastırmış. Manastırı imparator Aleksios Komnenos'un olayın anısına buraya inşa ettirdiği sanılmaktaymış. Kızlar, mum yakıyorlar, dileklerini diliyorlar, ben de freskleri anlamlandırmaya çalışıyorum. Geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz.

                                                               

Göl manzarasının tadını çıkara çıkara geri dönüyoruz. Geri döndüğümüzde bir de bakıyoruz ki mağara hemen oradaymış. Ne yapalım, manastırı göreceğimiz varmış. Mağara rehber ile geziliyor. Gezmek için en az yirmi kişi olmak gerekiyormuş. İlk başta gelsek, zaten bekleyecekmişiz. Bu arada gölün çevresini ve de manastırı görmüş olduk. Biz bilet sorarken grup geliyor ve grup sayesinde bizde beklemeden içeri giriyoruz. Yaşasın Sibel’in Allah babacı ve tatil perilerimiz bizi kolluyor valla.

Mağaraya giriyoruz. Fotoğraf çekimine izin verilmiyor. Sarkıtlar ve dikitler arasında yürüme yolundan ilerliyoruz. Mağara 1952 yılında on yedi yaşlarında beş  Kastorialı genç tarafından keşfedilmiş. 1967 yılında haritalanıp, içinde düzenlemeler yapılmış ve 2019 yılında halka açılmış. Mağara içinde sıcaklık yaz ve kış fark etmeksizin 16-18 derece arasında ve nem ise yüzde 90-95 arasındaymış. İçerisi soğuk ve ıslak, montları giyiyoruz.

İçerde Orestiade gölü ile bağlantılı yedi tane daha göl var. Mağara altı milyon yaşındaymış. İçinde ayı kemikleri bulunmuş. Hayvancağız tepedeki delikten düşüp, açlıktan ölmüş.

Buraya Dragon mağarası denmesi ise efsaneye dayanıyor. Şehrin ilk kralı Castor bu mağarada altın olduğuna ve onu bir ejderhanın koruduğuna inanmaktaymış. Genç ve cesur bir genci seçmiş ve mağaraya yollamış. Mağaraya giren genç adam, dragonu bulduğunu ve onu öldürdüğünü söylemiş. Meşaleler ile mağaraya girdiklerinde oksijen azlığından meşaleler sönmüş, içerden de uğultulu sesler duyunca korkup kaçmışlar. Kaçarken parıldayan duvarlardan çamurları avuçlamışlar. Gün ışığında baktıklarında çamurda altın falan görememişler.

Kastoria’dan ayrılarak 18:00 sularında Arnavutluk sınırından geçiyoruz. Arnavutluk’ta saatimizi  bir saat geriye alıyoruz. İki saat sonra Elbasan’a varıyoruz. Elbasan’da sağanak yağmura yakalanıyoruz. Arabayı bir kafenin önünde durduruyoruz. Devam etmenin imkanı yok. Yağmurun şiddetine silecekler yetişemiyor. Şemsiyelerimiz var. İnip kafede soluklanalım diyoruz. Akşam Tiran’da gecelemeyi planlıyorduk, yağmur böyle olunca Elbasan’da kalalım diyoruz. Hem acıktık hem de yorgunuz.

Arabadan kafeye kadar şemsiyeye rağmen sırıl sıklam ıslanıyoruz. Kafede Sibel hemen otel aramaya girişiyor. Kafenin karşısında kale var. Kalenin içinde ki Scambis  otelden yer ayırtıyoruz. Otelin restoranı da var. Otele gitmek için yağmurun dinmesini bekliyoruz. Arnavutlar çok yardım sever, oteli de onlar söylüyor. Bir şey yiyip içmenize gerek yok, oturup yağmurun dinmesini bekleyin diyorlar.  

Neyse yağmur biraz hafifleyince, arabayla kalenin içine giriyor, otelin otoparkına arabayı bırakıp eşyaları alıyoruz. Sibel işlemler ile uğraşırken ben odanın anahtarını alıp odaya çıkıyorum. Hani donuma kadar ıslandım derler ya, ben öyle ıslandım. Diğerleri o kadar kötü durumda değiller. Üstümü değiştiriyorum. Üzerime kazak geçiriyorum. Titremem geçmiyor. Hasta olmasam bari.

Aşağı iniyorum. Ekip restoranda yemek siparişi ile meşgul. Elbasan’da, Elbasan tava yemeyeni döverler diye, bir tanede Elbasan tava söylüyoruz. Elbasan tavayı hiç sevmem. Üniversite de kafeteryada yaparlardı. Ucundan alır bırakırdım. Belki buradaki farklıdır ne bileyim?

Otelimiz kale içinde, çok hoş restore edilmiş. Antika objeler konmuş. Garson çocuk, çok güzel Türkçe konuşuyor ve  Atatürk’ün gençliğine benziyor. Adı Blerti’ymiş ama dilimiz dönmüyor, biz ona Mustafa diyoruz. Türkçeyi, Türk dizilerinden öğrenmiş. Bizim diziler burada pek revaçtaymış. Tavsiyesi üzerine şarap olarak, İtalyan Podero Frontino 2021 seçiyoruz. Faleminderit Mustafa (Teşekkürler Mustafa)

Geleneksel tatların olduğu ortaya karışık tabağımız ve elbasan tavamız geliyor. Elbasan tava da eti araki bulasın, yoğurtta ekşi. Yemeyen yiyenden bahtiyar dediklerinden. Elbasan tava maceramızda böylece son buluyor.

23 Ekim 2023 Pazartesi

Sabah hava günlük güneşlik. Otelin bahçesi, yemyeşil ve çok iyi düzenlenmiş,  adeta bir yeryüzü cenneti. Kahvaltıyı bahçede yapıyoruz. Sibel ile Özlem için iş günü. Onlar otelde kalıp işlerini yola koyarken biz de Mine ile Elbasan şehir turuna çıkıyoruz.


Önce kalenin içini dolaşıyoruz. Burası  şehrin kalbinde yaklaşık 2 bin yıllık geçmişe sahip bir kale. Milattan Sonra 3.yüzyılda  Roma İmparatoru Diokleciani döneminde inşa edilmiş. 1466 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yeniden inşa edilmiş ve Elbasan adı verilmiş. (El basmaktan geliyor). Kale Arnavutluğun en büyük kalesi. 10 hektar üzerine kurulmuş, dört giriş kapısı ve 26 kulesi var. 308x348 ebatlarında. Kale etrafında da dört metre derinliğinde hendek varmış, zaman içinde Zaranica nehrinin taşıdığı malzeme ile hendek dolmuş, günümüzde nehrin yerinde yol var.

Kalenin içinde ki evler restore edilmiş, tarihin içinde geziniyoruz. Daha  sonra kale dışına çıkıyoruz. Saat kulesinin resmini çekiyoruz. Kule,1899'da II. Abdülhamit döneminde, Elbasanlıların da katkılarıyla  inşa edilmiş.  Saat Kulesi, 30 metrelik yüksekliğe sahip ve şehrin sembol yapıtlarından birini oluşturuyor. Saatin üzerinde de çan mevcut. Bu haliyle sanki bir kilisenin parçası görünümünde.

Saat kulesinin karşısında modern mimarisi ile dikkat çeken Ballie caminin yanından Pazar yerine giriyoruz. Burada kadınlar geleneksel el sanatları ile ürettiklerinin satışını yapıyorlar. Standlar arasında oyalanıyoruz. El işleri çok pahalı. Parkın içinden geçerek kaleye geri dönüyoruz.

     


Sibellerin işi bitmiş, arabaya binip Tiran’a geçiyoruz. Tiran’da İskender Meydanı’na
  yakın bir otopark bulup, meydana yürüyoruz. Burası çok büyük bir meydan. Yüzölçümü 40.000 metre kareymiş. Meydana adı verilen İskender Bey Arnavutluk’un ulusal kahramanı.

Feodal beyliklerden Kastrioti’nin  derebeyi olan babası tarafından Osmanlı Sarayı’na rehin olarak gönderilmiş. Asıl adı  Gergi Kastrioti olan İskender Bey, Edirne’de II.Murat’ın içoğlanı olarak eğitim görürken Müslüman olmuş ve İskender adını almış.

Osmanlı ordusuna hizmet eden İskender Bey, daha sonra kendisine miras yolu ile geçen Arnavutluk’ta ki arazilerini üstüne geçirmiş. 1432-36 yıllarında bölgedeki diğer Arnavut asillerinin Osmanlı egemenliğine karşı düzenlediği ayaklanmaya katılmayarak padişaha bağlı kalmış. Hatta bu dönemde Debre’ye sancak beyi olarak atanmış.

2 Mart 1444 tarihinde İskender Bey, bölgedeki tüm Arnavutluk prenslerini bir araya getirerek Leş Birliği'ni kurmuş ve Osmanlı’ya direnmiş ve, Osmanlı’yı her kuşatmada alt etmiş. Her yıl yenilenen Osmanlı saldırıları sonucu Arnavut halkı çok büyük kayıplar vermiş. Ülkenin ekonomisi çökmüş. Bu sorunların yanı sıra asillerin topluca öldürülmeleri İskender Bey’in Arnavut asilleri arasında yeni bir toplantı çağrısı yapmasına yol açmış. Leş Birliğinin yeni stratejisinin belirleneceği bu dönemde İskender Bey sıtmaya yakalanmış ve 17 Ocak 1468 günü ölmüş.


İskender Bey’in ölümünden sonra Arnavutlar, Venedik ile iş birliği yapsalarda, Akçahisar, 1477 yılında dördüncü kez Gedik Ahmed Paşa tarafından kuşatılmış. 16 Haziran 1478 tarihine kadar süren bu son kuşatmaya II. Mehmed de katılmış, şehir teslim alınmış. 1479 yılında İşkodra’nın da Osmanlıların eline geçmesiyle beraber Arnavutluk Osmanlı hakimiyetine geçmiş.

İskender Bey tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun batıya doğru genişlemesini geciktiren en büyük engellerden birisi olmuş. Bu sayede yaklaşan Osmanlı ordularına karşı Batı Avrupa devletleri önlem alabilmiş. İskender Bey’in ayırt edici özelliği çok sınırlı bir ekonomik ve toplumsal kaynakla çok uzun bir süre (yaklaşık 25 yıl) 15. yüzyılın en büyük askeri gücüne direnmesiymiş. Askeri alanın yanı sıra siyasi, diplomatik alanlarda da başarılı olmuş. İskender Bey’in Osmanlı boyunduruğuna karşı mücadelesi 19. ve 20. yüzyıldaki Arnavut milliyetçiliğinin gelişmesinde ve ulusal bağımsızlık arayışında simge bir isim olmuş. 


Meydana İskender Bey adı 1968 yılında verilmiş ve meydan 2012 yılında yeniden düzenlenmiş. Meydanda
Ulusal Tarih MüzesiTiran Uluslararası Oteli ,Tiyatro, Opera ve Bale Binası, saat kulesi ile birlikte Hacı Ethem Efendi Cami ve İskender Bey Anıtı bulunuyor. Meydanda kah fotoğraf kah video çekerek oyalanıyoruz.

Camiyi görmeden olmaz. Kapıya geldiğimizde camiyi gezme saatlerinin olduğunu görüyoruz. Öğleden sonra gezisi 13:30 da başlıyormuş. Cami açılana kadar etrafı gezelim deyip, Ludovik Shilaku Caddesinden yürüyoruz. Yol boyu balkan ezgileri çalan sokak çalgıcılarına rastlıyoruz.

Üzerinde Dostluk Anıtı yazan değişik bir anıta rastlıyoruz. Ne alakaysa 2016 yılında Kuveyt –Arnavutluk dostluğu adına böyle bir anıt yapılmış.

Çay kahve içmek için uygun bir yer arıyoruz. Her yer cıvıl cıvıl. Orası mı burası mı derken, Özlem, Plaz’Oro diye bir kafe görüyor. Çok şık ve bol çeşitli bir pastane. Trileçesi bir harika. Arnavutluk kendi para birimini kullanıyor. 1Euro=105 Lek.

Saati geldiğinde hesabı ödeyip camiye gidiyoruz. Camide öyle başın örtülü değil, kolun kısa diye bir kısıtlama yok. Sadece ayakkabı çıkarılması isteniyor.

Cami, 1791 yılında Hacı Edhem Bey ve babası Petrelalı Molla Bey tarafından, Tiran Saat Kulesi’de  1822 yılında da Ethem Bey tarafından inşa edilmiş.

Cami tek kubbeli ve kare planlı. Caminin giriş kısmında revaklar bulunmakta. Caminin ve revakların iç yüzeyi kalem işi nakışlarla süslü. Caminin önünde Ethem Bey ve eşi Belkıs Hanımın mezarları var.

Ethem Bey Camii, Arnavutlukta Enver Hoca'nın başlattığı Çin benzeri komünist uygulama sonucu 1966'da ibadete kapatılmış ve müze haline getirilmiş. Cami 1990'larda Arnavutluktaki komünist rejim ortadan kalktıktan sonra yeniden ibadete açılmış.

               


Bir buçuk saat sonra İşkodra’dayız. Burası küçük bir Anadolu kasabası gibi. Aziz Stefan Katedrali önüne park ediyoruz. Katedralin arkasındaki müzeyi geziyoruz. Burası Roma Katolik Katedrali.

Bu katedralin en büyük özelliği ise Arnavutluk’un birçok dini barındırdığını göstermesiymiş. Burası çoğunluğu Müslüman ve Ortodoks olan Arnavutluk’un nadir Katolik kiliselerinden biriymiş. Bir diğer özelliği ise bu katedral  1990 yılında Arnavut asıllı olan Rahibe Teresa, Papa II. Jean Paul tarafından ziyaret edilmiş. Müzede bol bol  Rahibe Tereza ve papanın  resimleri var.

Katedral oldukça sade. Tavan süsleri çok güzel. Kilisenin hemen yanında da Şehir Kütüphanesi var. Katedralin karşısındaki kafede biraz soluklanıyoruz. Sonra da ver elini Karadağ.

             


Arnavutluk sınırından çıkarken pasaportlara damga vuruluyor. Karadağ’a girerken kimse bir şey sormuyor. Tırıs tırıs geçiyoruz.

Akşam saatlerinde Budva’ya varıyoruz. Çok acıkmışız. Denizin üzerinde ki Jadran Restoran’da karar kılıyoruz. Restoran çok büyük. İçi müze gibi. İskelenin üzerinde yer buluyoruz. İnternette en çok beğeni alan restoran. Balık çorbası, suyun içinde tek tük balık parçaları, midye ise vasat, demek ki çok beğeni almak her zaman ölçü değilmiş. Biz iskele üzerinde yemek yerken uzakta havai fişekler atılıyor. Bu görsel şölen gecenin en hoş anı.

Restorandayken otel araştırıyoruz. Gene benim bulduğum otel kabul görüyor, rezervasyonu  ben yapıyorum. Restoranın hesabını ödüyoruz. Türkiye’den ucuz, fakat bu kaliteye göre pahalı. İsme para ödemiş oluyoruz. Karadağ’ın para birimi Euro.

Kalacağımız yer apartman dairesi,  eve gelince anlıyoruz ki ben yarın için rezervasyon yapmışım. Haydi yine yazışmalar görüşmeler, bu sefer de ceza ödemeden kurtuluyoruz. Arkadaşlar artık ben rezervasyondan azadeyim. İkidir gecenin bir vakti ortada kalıyoruz. Neyse Sibel Villa Lux diye bir  yer buluyor.

Oteli çok seviyoruz. Resepsiyondaki görevli Türk çıkıyor. Otelin ilk sahibi çok meraklı adammış. Duvar boyalarına otuz yıldır dokunulmamış, İtalya’dan getirilen özel boya ile boyanmış. Oda kapıları ses geçirmiyor, kapitone kaplı. Otelde bir yaşanmışlık bir ruh var. Onca yoldan sonra kendimizi yatağa atıyoruz.

 

24 Ekim 2023 Salı

Otelin tarz atmosferinde kahvaltı yaptıktan sonra, çıkış yapıp arabayla eski şehir merkezine giderek, dünkü park yerine arabayı bırakıyoruz. Burası etrafı beş yıldızlı oteller ile çevrili bir park yeri. Sibel, Mine ve ben kalenin içine doğru yürürken Özlem bizden ayrılıyor. Limandaki tekneleri seyretmek onun için daha büyük keyif.

    

Kalenin içi, kafe ve alış veriş için bir cennet. Kızlar bir o dükkana bir bu dükkana girip çıkıyor. Hiç aklımda yokken ben de kendime bir şal alıyorum. Kalenin sokaklarında dolaşıyoruz.

        
                                                                    

Uzaktan kilisenin çan kulesi dikkat çekiyor. Kilisenin dış cephesi beyaz taş, içi ise yüksek kemerli tavanı, ahşap işçiliği ve duvar resimleri ile göz alıyor. Burası  Budva’nın en önemli dini yapılarından Crkva Svetog Ivana (Aziz Ivan Katedrali).

Katedral 7.yüzyılda yapılmış ve  Budva’nın koruyucu azizi Aziz İvan’a adanmış. Zaman içinde geçirdiği restorasyonlarla yapıya Gotik ve Rönesans özellikleri katılmış. Aziz Ivan Katedrali'nin duvarlarında ve tavanında, dönemin dini sanatının güzel örneklerini sunan freskler bulunuyor. Bu freskler ve azizlerin tasvirleri, İsa'nın hayatının sahneleri ve dini hikayeleri betimliyor. Tavan süslemeleri de görülmeye değer.

                


Kiliseden sonra Roma hamamının önünden geçiyoruz. Surlardan denizi seyrediyoruz. Gençler müzik yapıyor, biraz onlara takılıyoruz. Kalenin dışına çıkarak balerin heykelinin olduğu yere gidiyoruz.

Morgen plajındaki, Budva’nın sembolü haline gelmiş olan bu bronz heykel, 1965 yılında Belgradlı heykeltıraş Gradimir Aleksić tarafından yapılmış. Heykel modellik eden ise o sırada 14 yaşında olan Novi Sad Atletizm Kulübü Vojvodina’nın sporcusu, atlet Olga Kalivoda imiş. Denizci sevgilisini bekleyen kızı tasvir etmekteymiş.

      

Heykeli de gördükten sonra tekrar kale içine dönüp, katedralin önündeki Ice Clup MB de çay kahve içiyoruz. Rast geldiğimiz Türk grupla karşılıklı resimler çekiyoruz. Şakalaşıyor sohbet ediyoruz.

Soluklandıktan sonra kalenin dışına çıkıyor biraz da kıyıda yürüyor, yatları seyrediyoruz. Özlem ile buluşarak arabaya dönüyoruz. Bir sonra ki durağımız Kotor.

Kotor, küçük fakat barındırdığı tarihi ve mimari eserler açısından oldukça önemli olan bir şehir, 1979 yılından beri de  UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer almaktaymış.

Arabamızı park ettikten sonra, kale içine giriyoruz. Kotor, MÖ 168’de Romalılar tarafından kurulmuş. MS 535 yılında da Roma İmparatoru Justinian tarafından kale inşa edilmiş. 1002 yılında Bulgar İmparatorluğu tarafından işgal edilerek  yağmalanmış. 1185 yılında Sırp Krallığı'nın yönetimi altına girmiş ve önemli bir ticaret limanı halini almış. 1371-1384 yılları arasında Macar İmparatorluğu ve Venedik Cumhuriyeti arasında el değiştirmiş.

1391 yılında Osmanlı tehlikesine karşı Venedik Cumhuriyeti'ne katılmış. Venedik yönetimi altındayken Osmanlı tarafından 1538 ve 1657 yıllarında kuşatılmış.1797 yılında Habsburg İmparatorluğu yönetimine girmiştir.1918 yılında Yugoslavya'nın bir parçası haline gelmiş.

Gemi ve yatların uğrak yeri olan kent, günümüzde bölgenin önemli limanlarından biri ve Karadağ’ın başkenti Podgorica Havalimanına da 90 km uzaklıkta bulunmakta.

Kalenin içini geziyoruz. Surların üzerinden şehri seyrediyoruz. Katedrale şöyle bir bakıyoruz. Meydanlarda durup video çekiyorum. Her yer restoran dolu, çay kahve içecek gönlümüze göre bir yer bulamıyoruz. Kızlar dondurma alıyorlar. Bu kadar Kotor yeter diyerek arabaya dönüyoruz.




Yola devam ederken ,göl kıyısında banklar görüyoruz. Hem göl manzarası seyrediyor hem de yanımızda getirdiğimiz nevaleleri yiyoruz. Sibel çevreyi kolaçan ediyor. Göle karışan akarsuyun minik şelaleler halinde akışının videosunu çekip arabaya geri dönüyor. Yaklaşık bir saatte Hırvatistan sınırına ulaşıyoruz. Karadağ’a girişte pasaportlara damga falan vurmamışlardı, çıkışta damgalıyorlar.

Akşamüstü Dubrovnik’e varıyoruz. Kalenin Pile Kapısı’na en yakın otoparka arabayı park ediyoruz. Dubrovnik’de otopark başlı başına sorun. Otoparkın saati 5,20 Euro. Şimdilik buraya park edelim, içerde birilerinden en uygununu öğreniriz diyoruz.

Çok acıkmışız. Sabah kahvaltısı ile duruyoruz. Arada kuru yemiş, kek ile idare ettik ama, bir o kadarda yürüyoruz. Hep birlikte pizza yemeye karar veriyoruz. Tezaro Restoran’da ki garson kız bizi Türkçe buyur ediyor. Çok hoşumuza gidiyor ve oturuyoruz. Kızımız Türkçeyi, Türk dizilerinden öğrenmiş, “Muhteşem Yüzyıl” dizisini çok seviyormuş. Pizzaları sipariş ederken internetten otel arıyoruz. Ben iki kere hata yaptıktan sonra bu işlere bakmıyorum. Sibel restorana çok yakın bir apartman dairesi buluyor. Ortaçağ kasabasında, kale içinde bir dairede kalma fikri hoşumuz gidiyor.

Yemekten sonra apartmana gidiyoruz. İçeri girmek öyle kolay değil, ayrı tahsil gerekiyor. Kapının önünde kutular var, kutuların üzerinde şifre panosu. Ev sahibini telefon ile arıyoruz. Verdiği şifreyi girince kutu açılıyor, içinde de anahtar.

Otopark içinde çeşit çeşit önerilerde bulunuyor. Kalenin dışında gördüğümüz açık otoparklar orada oturanlara aitmiş, park etmenin cezası 53 Euro’ymuş. Bir diğer otoparkın saati 4,70 Euro’ymuş. Kaleye biraz uzak olan otoparkın ise saatlik ücreti 2,70 Euro’ymuş, ücretsiz otoparklarda varmış ama kaleye uzakmış ve epey yürümek gerekiyormuş.  Dubrovnik otoparkları üzerine doktora tezi yapacak hale geldikten sonra arabayı 2,70 Euroluk parka götürüyoruz.

Otel Feta’da ki daire iki oda bir salon. Açık mutfakta her şey var. Sibeller biraz işe güce bakarken biz Mine ile Dubrovnik’i gece görelim diyoruz. Sokaklarda dolaşırken  The Cathedral of Assumption of Virgin Mary ( Meryem’in Gökten Kabul Gördüğü) kilisesinin yanında, Rektörlük Sarayı manzaralı Nonenine Kafe’de çay kahve içerken yağmur başlıyor. Tenteler çok güçlü, yağmur sağanağa çevriliyor. Hiç aklımıza gelmedi, şemsiyeler otelde kaldı. Neyse durur nasıl olsa diye yağmurun durmasını bekliyoruz. Yağmur durduktan sanki kırk yıldır Dubrovnik’de yaşıyormuşuz gibi eve dönüyoruz.

       

Vakit daha erken. Sibel iskambil destesi getirmiş. Hep beraber çay içerken “Küt” oynamaya karar veriliyor. İyi de ben bu oyunu bilmiyorum ki. King bilmiyormusun, okey bilmiyormusun? deyip oyuna oturtuyorlar. Oyunun nasıl oynanacağını anlatıyorlar. İki el sonra ben kazanmaya başlıyorum. Sen bu oyunu biliyordun da bize numara yaptın demeye başlıyorlar. Epey şamata yaptıktan sonra uykumuz geliyor.

Bu arada iki gündür bir öksürük musallat oldu. Kriz halinde öksürüyorum. Sprey falan kar etmiyor. Sigara kokusu, keskin ya da çakma parfüm kokusu krizi tetikliyor.

25 Ekim 2023 Çarşamba

Sabah Mine fırından poğaça, börek falan almış. Evde kahvaltı yapıyoruz. Evin anahtarını kutusuna koyup, eşyalarımızı arabaya taşıyoruz. Bu sefer şehrin doğu tarafında ki Ploce kapısından içeriye giriyoruz. Dominikan kilisesinin önünde fotoğraf çekildikten sonra limana iniyoruz. Yatlar, gezi tekneleri ile kalabalık bir liman. Lokrum adasına giden gezi tekneleri de buradan kalkıyor. Bizim planımızda adaya gitmek yok.

Tekrar şehrin içine dalıyoruz. Akşamki gezdiğimiz yerleri bir de gündüz gözüyle geziyoruz. St. Blaise Kilisesi'nin önünde, Dubrovnik’in simgelerinden Orlando sütununu görüyoruz. Orlando Sütunu 1417 yılında inşa edilmiş ve efsaneye göre Charlemagne'ın ordusunda bir şövalye olan ve "Roland Şarkısı"nın ana karakteri olan Roland'ı tasvir etmekteymiş. Sütunun etrafına iskele kurulmuş restorasyon çalışmaları sürüyor.


Kızlar, Gundilic meydanında lavanta keseleri, ıvır zıvırla ilgileniyorlar. Meydandan, Dubrovnik’li fizikçi Ruđer Bošković'in adını taşıyan başka bir meydana barok merdivenlerden çıkıyoruz. Bu merdivenler, Roma’da İspanyol merdivenleri neyse Dubrovnik’de de o. Kalabalıkta değil fotoğraf çekmek yürümek bile bir dert. Merdivenler 1738 yılında Romalı mimar Pietro Passalacque tarafından tasarlanmış.

Merdivenlerin sonunda Cizvit okulu Collegium Ragusinum'un bitişiğindeki St Ignatius Kilisesi'ne çıkıyoruz. St Ignatius Kilisesi - ya da Dubrovnik halkının dediği gibi Cizvitler Kilisesi  1699'dan 1703'e kadar kilisede çalışan ünlü Cizvit mimar ve ressam Ignazio Pozzo'nun eseriymiş.

Kilise 1729'da açılmış. Hem Kilisenin hem de külliyenin inşaatı Gundulić ailesinden bir Cizvit'in bağışladığı fonlarla başlamış.  Collegium Ragusinum aslında Dubrovnik halkının İtalyan papazlarla çatışması nedeniyle kurulmuş.

Bu kompleks, tüm Dalmaçya'daki en iyi Barok bina grubu olarak kabul ediliyormuş. Burası aynı zamanda  Dubrovnik Yaz Festivali'nde  açık hava tiyatrosu olarak kullanılıyormuş. Kilisenin içindeki süslemeler, mihrapta ki pembe sütunlar, freskler çok güzel. Katedral gibi katedral.

            
Tekrar merdivenlerden indiğimizde büyük Onofrio çeşmesinin olduğu meydanda cenaze aracı görüyoruz. Kale içinde yangın olsa, hasta olsa ne olur diye dünden beri kafa yoruyordum. Cenaze aracını görünce, demek çözmüşler diye düşündüm. Cenaze aracı gittiğinde meydanda ölümün sessizliği ve ağırlığı kalıyor. Sibel ile Onofrio çeşmesinde yüzümüzü yıkıyor, su içiyoruz.

    
Dubrovnik’den gitme vakti geliyor. Araba ile yolumuza devam ediyor, Hırvatistan’dan çıkarak, Bosna- Hersek’e giriyoruz.  Bosna-Hersek’de hava hemen değişiyor, köylerde bir garibanlık bir unutulmuşluk göze çarpıyor. İl durağımız Mostar.

Mostar’da ana cadde üzerine park ediyoruz. Yürüyerek eski çarşının içine giriyoruz. Önce köprünün üzerine çıkıyoruz. Neretva nehrinin alttan nazlı nazlı akışını seyrediyoruz..

Köprünün üzeri parlak parke taşı ile kaplanmış. Kayıp düşen olmasın diye de ince bordürler ile kasisler yapılmış. Köprünün üzeri ana baba günü. Kalabalık arasından fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. Neretva nehri üzerinde birkaç köprü daha var, ama Stari Most (Eski Köprü) en ünlü olanı.


Orijinal köprü Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edilmiş ve 9 Kasım 1993'te Boşnak-Hırvat Savaşı sırasında Hırvat güçleri tarafından yıkılıncaya dek 427 yıl kullanılmış. Mimar Hayreddin, köprü için 456 kalıp taş kullanmış. Köprü, çevresindeki kente adını vermiş ve Mostar, Hersek bölgesinin ana kenti olmuş.

Mostar Köprüsü'nün eski hâline uygun olarak yeniden inşası çalışmaları (TİKAUNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle 1997'de başlamış. Köprünün temel, gövde duvarları ve zemin güçlendirilmesini Yapı Merkezi, taş kemer inşaatını bir diğer Türk şirketi olan ER-BU üstlenmiş. Macar ordusundan dalgıçlar orijinal taşları nehir yatağından bulup vinçlerle çıkarmış. Bombardımandan ya da suyun akışından bozulan taşlar yapıda kullanılamaz halde olduğundan, orijinal taşların çıkarıldığı, günümüzde kapalı olan taş ocağı tekrar bu iş için açılıp, aynı ocaktan çıkarılan taşlar köprünün yapımında kullanılmış.

Orijinal modele sadık kalınarak inşa edilen köprü 30 metre uzunluğundaki, 24 metre yüksekliğinde. Köprünün kemerindeki çalışma Haziran 2002'de başlamış ve kilit taşı Ağustos 2003'te yerine konulmuş.

İnşaatı tamamlanan Mostar Köprüsü, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir törenle, Galler prensi Charles tarafından 23 Temmuz 2004 tarihinde açılmış. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında Dünya Miras Listesi'ne eklenmiş.

Bugün Mostar'da savaş döneminde başlayan bölünmeler hâlâ devam etmekteymiş. Hırvatlar nehrin batısındaMüslümanlar ise doğusunda yaşamaktaymış ve savaş sırasında şehirden ayrılan Sırplar ise bir daha geri dönmemiş.

Köprünün altında, resim çekmeye uygun bir platform var. Fotoğraf çekmek için oraya iniyoruz. Nehirde rafting yapanlar var. Ben köprüye vuruluyorum. Fotoğraf çekiyorum, video çekiyorum. Bakmalara doymuyorum.

Tekrar çarşı içine dönüyoruz. Mostar Köprüsü’nün en güzel fotoğraflandığı camiyi arıyorum. Kızlar şal, çul çaput bakarken ben Koski-Mehmet Paşa caminin bahçesine giriyorum. Camiye girmek  ve minareye çıkmak 7 Euro, arka bahçeden fotoğraf çekmek ise sadece 1 Euro. Bir Euro verip arka tarafa geçiyorum. Köprü karşımda, fotoğraflarından daha güzel. Bütün turist grupları burada. Onlardan resmen köprüyü kıskanıyorum. Saat 17:00 de herkes gidiyor. Köprü bana kalıyor. Görevli gelene kadar ayrılamıyorum.



Çarşıya döndüğümde kızlar hala şal seçmekle meşguller. Köprü ile gönlüm öylesine dolu ki, gözüm şal mal görmüyor. Mine “Sen, resmen köprüye aşık oldun” diyor. Sahi aşk nedir aşk? Bu ikinci aşık olduğum yapı, ilk aşkım Hindistan Agra’da ki Tac Mahal’di.

           

Arabanın yanına gidiyoruz ki polis, park cezası fişi bırakmış. Nerde yatıracağız cezayı diye esnafa soruyoruz. “Türkmüsünüz? diyorlar.”Evet” deyince, “Söyleseydiniz ceza yazmazlardı” diyor. “Eeee şimdi ne yapacağız?” diyoruz. “Boş verin gitsin” diyorlar. Biz de boş veriyoruz.

Üç saatlik yolculuktan sonra Saraybosna’ya varıyoruz. Yemek için  planladığımız yere yakın park yeri ararken çıkmaz sokağa giriyoruz. Tekrar geriye geliyoruz. Çarşı solumuzda kalıyor, sağ tarafta yokuşun biraz ilerisinde  bir otopark gözümüze ilişiyor. Arabayı park ettikten sonra, Başçarşı’ya doğru yürüyoruz. Burası çok renkli ve canlı bir çarşı.

Ferhatovic Petica Kebapçısına giriyoruz. Mine Boşnak olduğu için yol boyu küfte, bürek deyip durdu. Küfte yiyeceğiz mecburen. Köfteler geliyor. Bizim İnegöl köfteden hallice. Denediğimiz için pişman değiliz.



Sibel gene otel aramaya başlıyor. Bulunduğumuz yere yakın Amber Otel’de karar kılıyoruz. Otele gittiğimizde bakıyoruz ki, park ettiğimiz otoparkın yanındaki  otelden yer ayırtmışız.

Arabayı otoparktan alıp, otelin otoparkına bırakıyoruz. Otelin otoparkı çatıda, asansör ile çıkılıyor. Müşterilerde katlara çıkmak için o koca asansörü kullanıyor. Otelin sahibi Türk, resepsiyonda da yeğeni çalışıyor. Bizi yan taraftaki kafeye davet ediyorlar. Çay demlemişler. Günlerdir hasret kaldığımız hakkıyla demlenmiş çaydan bardak bardak içiyoruz.

Bosnalılar için Türkiye çok önemli. Türkiye’den çok büyük destek görüyorlarmış. Cumhurbaşkanımızı çok seviyorlar. O giderse Sırplar gene bizim boğazımıza çöker diyorlar. Halk, Sırplara karşı kendilerini güvende hissetmelerini bize borçlu.

Ülkede para birimi olarak Bosna-Hersek Markı (BAM) geçerli. 1 Euro, 1.96 BAM’a denk geliyor. Çarşıda Euro ve kredi kartı geçiyor.

 

26 Ekim 2023 Perşembe

Sabah Sibel’in telefonunda problem oluştu, I Phone bayine gidecek, Özlem’de otel sahibi ile takılmak istiyor. Biz Mine ile Saraybosna’yı keşfe çıkıyoruz. Görülecek yerler otele çok yakın. Otelden çıkıp çarşının paralelinde ki caddeden sağ tarafa doğru yürüyoruz.

İlk durağımız Boşnak Enstitüsü. Burası 16.yüzyılda yapılan Gazi Hüsrev Bey Hamamı’nın yanına inşa edilmiş ve kütüphane olarak kullanılıyor. Restore edilen hamam kısmında ise, Bosna Hersek'te İslam kültürünün, eğitiminin ve ilminin ilk ortaya çıktığı dönemde kurulan Gazi Hüsrev Bey'in vakfı ve Boşnak Enstitüsü bulunuyor.

Boşnak Enstitüsü, müze ve galerisi, kültür merkezi ve kütüphanesi, yayınevi ve kültür merkezi ile bilim ve kültür kurumu olarak hizmet vermekteymiş. Enstitü, Bosna-Hersek'li  iş adamı, politikacı ve kültür ve eğitim destekçisi olan Adil Zulfikarpašić'in kurduğu vakıf altında hizmet veriyormuş. Eşi Tatjana Zulfikarpašić ‘in topladığı Bosna-Hersek ile ilgili belgeler, fotoğraflar, kartpostallar, haritalar, kitaplar, ansiklopediler, dergiler burada sergileniyormuş. Boşnak Enstitüsü 1988 yılında Zürih'te kurulmuş, tüm arşiv  Saraybosna'ya taşınarak 2001 yılında açılmış.

Enstitünün karşısında, Srebrenista katliamına adanmış bir müze, onun yanında da katedral var.  Srca Isusova (İsa’nın kalbi Katedrali),19.yüzyılda, gotik usulde  yapılmış bir katedral. Katedralin yanında ki caddeden Ferhadja Caddesine çıkıyoruz. Katedrali caddeye bakan ön yüzünde Papa II. Jean Paul’un heykeli var. Yugoslavya’da ki Tito ve Arnavutluk’da ki Enver Hoca ideolojisi çöktükten sonra, Papa II. Jean Paul buralarda gezer olmuş.


Ferhadja Caddesi, turist gruplarının en çok rağbet ettiği cadde. Özellikle Türkiye’den gelen gruplara rastlamak mümkün. Cadde üzerinde ilerliyoruz. Caddenin sağında Gazi Hüsrev Bey camisini görüyoruz. Camiye gelmeden Milijacka nehri tarafına gidildiğinde Latin Köprüsü’nü görebilirsiniz.

Saraybosna 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun balkanlarda yayılma politikası sonucu Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na geçmiş. İmparatorluğun veliahtı Franz Ferdinand ile eşi Sofia 1914 yılında Saraybosna’yı ziyaret ettiklerinde Latin Köprüsü üzerinde öldürülmüşler. I Dünya savaşını başlatan suikast işte burada olmuş.

Ferhadija Caddesi, adını sancak beyi Ferhad Bey’den almış. Ferhad Bey’in oğlu Gazi Hüsrev Bey’de burada sancakbeyliği yapmış. Başçarşı bölgesindeki Gazi Hüsrev Bey Cami 1530 yılında yapılmış, savaşta hedef alınan yapılar arasındaymış. Cami, 90’ların sonunda restore edilmiş. Bahçede saat kulesi, Gazi Hüsrev Bey’in türbesi ve şadırvan var. Soğuk havalarda sıcak su akıyormuş.

Yolun karşısındaki mektep ve medrese olan kısım müze haline getirilmiş. Yan tarafında kütüphane var. Müzede içinde el yazması kuran başta olmak üzere çeşitli belgeler, hat örnekleri sergileniyor. Türk bölgesi olarak anılan Başçarşı’da ki birçok mülk Gazi Hüsrev Bey Vakfı’na aitmiş.

             

Kafelerden birinin önünde bronzdan yapılmış Nicola Tesla’nın oturur vaziyette  heykeli var. Biz de yanındaki sandalyeye oturarak resim çektiriyoruz. Baş çarşıda dolanırken çay kahve içelim, elimizdeki BAM’larıda harcamış oluruz diyoruz. Alemory Hookah Bar’da bir çay bir kahveye 50 Euro’ya denk gelen bir hesap ödüyoruz. Ne bu kardeşim? Ne içtik biz?

Mine benden ayrılıyor, kendi damak tadına uygun çorbalık  bir şeyler alacak. Ben de Belediye Binası’nı görmeye gidiyorum.

Saraybosna Belediye Binası 1891 yılında Çek mimar Karel Pařík tarafından tasarlansa da birkaç mimar değiştirerek 1896 yılında tamamlanabilmiş.  Avusturya-Macaristan döneminin en büyük ve en görkemli binasıymış ve belediye binası olarak hizmet vermiş. Binada sarı kırmızı renkler hakim. Cephe süslemeleri ve pencereler, İspanya, Kuzey Afrika, hatta Selçuklu  sanatının karmaşası.

1949 yılında ise kütüphane olarak hizmet görmeye başlamış. Kütüphanede 1,5 milyon cilt ve 155.000'in üzerinde nadir kitap ve el yazması bulunuyormuş. 25 Ağustos 1992'de Saraybosna Kuşatması sırasında Sırpların bombardımanı ile kütüphane tamamen yok olmuş. Kayıplar arasında yaklaşık 700 el yazması ve incunabula (1501 yılından önce basılmış kitaplar)  ile bazıları 19. yüzyılın ortasındaki Bosna’nın kültürel olarak en canlı dönemine ait benzersiz bir Bosna seri yayın koleksiyonu da varmış. Bazı vatandaşlar ve kütüphane çalışanları keskin nişancıların ateşi altında kitapları kurtarmaya çalışmışlar. Bu nedenle epey kişi canından olmuş.

Bina savaştaki geçirdiği yangından sonra ciddi bir onarımdan geçirilmiş ve eski haline getirilmeye çalışılmış 2014 yılında yeniden Belediye Binası olarak hizmet vermeye başlamış. Onarımdan sonra artık ulusal bir anıt haline gelen bina, konser sergi gibi etkinlikler için de kullanılıyormuş.

Nehrin karşısına geçerek, binanın fotoğraflarını çekiyorum. Öyle süslü, öyle renkli bir bina ki insanın gözünü yoruyor.

Başçarşı’dan otele doğru yürüyorum. Bu arada  Saraybosna’nın çeşmeleri de çok ünlüymüş. Bunlardan en ünlü olanı da Başçarşı’nın başında ki meydanda bulunan ahşap sebil. Sebil Çeşmesi, 1753 yılında Mehmet Paşa Kukavica Tarafından yaptırılmış. 1852’de bir yangından hasar görmüş ve 1891’de yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminin mimari özelliklerini taşıyan tarihi çarşıdaki Sebil, ahşap mimarisi ve iki tarafından akan suyu ile şehrin sembolü durumunda. Burası aynı zamanda  Saraybosna’lıların buluşma yeri.


Otelden Özlem ve Sibel’i alarak. Mine’nin dilinden düşürmediği Boşnak Bürek yemek üzere tekrar Başçarşı’ya dönüyoruz. Otel sahibinin önerdiği bürekçiyi buluyoruz. Buregdzinica Sac çok kalabalık, epey bekledikten sonra sıra geliyor. Boşnak böreği bizim kol böreğinin biraz daha incesi. Kimimiz kıymalı, kimimiz patlıcanlı sipariş ediyoruz. Tadı güzel. Afiyetle yiyoruz.

Bugün Sırbistan’a geçeceğiz. Geçmeden önce uğramak istediğimiz bir yer var. Buralara gelip de uğramadan olmaz. Sınıra yakın bir yerden Srebrenica ‘ya sapıyoruz. On kilometre kadar gittikten sonra yolun sağında dev bir mezarlık görüyoruz. Burası Srebrenitsa soykırımının ana mezarlığı olan Potoçari Anıt Mezarlığı.

Mezarlıktaki meydanın çevresinde daire şeklinde isimlerin yazıldığı kısım var. İsimlere baktığımızda aynı soyadlı 17 kişi, bir diğerinde 23 kişi görüyoruz. Saymayı bırakıyoruz. Hep erkek isimleri, tek tük kadın ismine rastlıyoruz. Sekiz binden fazla isim, her birinin doğum tarihi çeşitli, içlerinde çocuklar da var, ama ölüm tarihleri aynı 1995. Sırplar tarafından yapılan katliamın insanlığa mirası sekiz binden fazla mezar taşı. Sekiz binden fazla diyorum, belki dokuz bin olacak. Daha geçenlerde yeni bir toplu mezar bulunmuş. DNA testi sonucu kimlikleri tespit edilebilenler de buraya getirilmiş. Beyaz uzun mezar taşları arasında taze mezarlar göze çarpıyor. Hepimiz dağılmış vaziyetteyiz. Dayanamıyor, diz çöküp dua etmeye başlıyoruz. Bu insanlık ayıbı karşısında, insan ne yapacağını bilemiyor, tek yapabildiğimiz diz çöküp dua etmek.

Mezarlıktan çıktıktan sonra, arabaya bindiğimizde kimse konuşmuyor. Öldürülenlere mi yanarsın, tecavüz edilen, istemediği çocuğu doğurmak zorunda kalan kadınlara mı?  Sadece Özlem, elli yaş üstü ne kadar Sırp varsa çükünü keseceksin diyor. İçindeki öfke ona bunu söyletiyor biliyoruz. Yoksa Özlem karıncayı incitmez, o bile bunu söylediyse biz ne yapalım?

On dakika sonra sınıra geldiğimizde Sırp gümrüğünde arabayı kenara çekin demiyorlar mı? Kaç gündür, ne arandık, ne sorulduk? Çekiyoruz arabayı kenara. Bu arada Sibel’in çişi geliyor. Etrafta tuvalet yok. Adamlar arabayı çektirdiler, gelen giden yok. Bizden başka geçen de yok. Canları sıkıldı her halde eğlence olsun diye bizi durdurdular. “Niye durdurdunuz, arabada bir şey yok” diyoruz. “Görürüz şimdi ne olup olmadığını” diyorlar. Sibel çişini tutmakta zorlanıyor, kriz halinde, yapacak bir şey yok. “Yap kızım polis kulübesinin önüne çişini diyorum. Sibel pantolonuna elini atıyor. Polisler anlıyorlar ne yapacağımızı, hadi gidin, gidin diye bağırıyorlar. Arabaya binip, lanet okuyarak yola devam ediyoruz. İlk bulduğumuz tuvalete kendimizi atıyoruz.

İstikamet Belgrad. Navigasyon ne ediyorsa ediyor, kendimizi dağ yollarında buluyoruz. Benzinimiz kritik seviyede, yolun nereye gittiği belli değil. Özlem geriliyor. “Benzin biterse, Sırp dağlarında ne edeceksiniz bakalım?” diyor. Ben de “Valla Sırplara Mine’yi gösterir, bu Boşnak deriz” diyorum. Anında arkadaşımı satmış oluyorum. Neyse yaptığım espri ve esprinin devamındaki şakalar  bizi epey güldürüyor.

Geçtiğimiz köylerden birinin adını not ediyorum. Daha sonra nerelerden geçmişiz haritadan bakarım diye. Uzice Valjevo, şaka gibi, köyün adı Sırpça  “Tadını Çıkar” demekmiş. 

Yola devam ederken Özlem söylenmeye başlıyor. “Arkada oturup tavşan gibi  kırt kırt yemiş yiyeceğinize her birinizin İngilizcesi var, dünyayı gezmişiniz, Belgrad’a giden doğru düzgün bir yol bulaydınız ya” diyor.  Şu andan itibaren üç kız arasında “Tavşan Kardeşliği” başlıyor.

Bu yorgunluk ve sinir gerginliğinin üzerine vardığımızda otelimiz bari hazır olsun diye arayışa girişiyoruz. Sibel şehir merkezine yakın bir apartman dairesi buluyor. Belgrad’a vardığımızda arabayı kalacağımız apartmanın önünde park edip, ev sahibini arıyoruz. Telefona cevap veren yok.  Sibel booking.com’u arayıp durumu bildiriyor. “Belki derstedir, meşguldür biraz bekleyin” diyorlar. Biz de beklerken bari yemek yiyelim diyor, binanın yanında ki restorana  gidiyoruz. İzlog restoran beklentimizin çok üzerinde çıkıyor. Şahane bir çorbadan sonra ortaya karışık yiyecekler geliyor. Garson çocuk, arabamızın park ettirirken, siparişlerimizi getirirken, yer aradığımızı duyuyor. Bu gece için arkadaşının yerini öneriyor. Biz iki gece kalacağız. Günlerdir iki gece üst üste bir yerde kalmadık, oradan oraya taşınmaktan helak olduk. Belgrad’da  iki gece kalıp, şehri  ağız tadı ile gezmek istiyoruz.

Yemekten sonra Sibel yakındaki market sahibinin telefonundan yerel numara ile ev sahibine ulaşmaya çalışıyor. Sırplar bize yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar.   Ev sahibine ulaşamıyoruz. Booking.com rezervasyonu iptal ediyor, yeni rezervasyon için Mine ile Sibel hummalı bir çalışmaya başlıyor. Ben rezervasyondan azadeyim. Biz Özlem ile para bozdurmaya gidiyoruz. 1 Euro, 116,5 Sırbistan Dinarı(RSD) ediyor.

Sibel şehir merkezine daha yakın olan Kona apartman diye bir yer buluyor. Arabamıza binip caddeden aşağıya doğru gidiyoruz. Tek katlı binaların sıralandığı bir yerde binayı buluyoruz. Ön cephede dükkanlar var, evde herhalde arka tarafta. Evin sahibi telefonda, birazdan babam anahtarı getirecek diyor. Çok geçmeden evin önüne yanaşan  Mercedes arabadan biz yaşlarda  karı koca iniyor. Adamın su fabrikası varmış, buradaki mülklerinin kiralama işlerini oğulları yapıyormuş. Ev tadilattan geçmiş, bir oda bir salon, mutfak ve banyodan ibaret. Odada dört yatak var. Biz kızlar odaya, Özlem’de salondaki divana konuşlanıyor.

Adamın su fabrikası var ama, buzdolabına bir şişe su bile koymamışlar. Oysa Dubrovnik’de ne güzeldi, çay, kahve, su, gereken her şey vardı. Açık market buluyor, su stokumuzu yapıyoruz.

27 Ekim 2023 Cuma

Arabayı akşam evin önüne park etmiştik. Sabah 7:00 den sonra abone olmayanlara ceza yazıyor, hatta arabayı çekiyorlarmış. Sabah 7:00 de Sibel ile ikimiz kalkıp arabayı otoparka çekiyoruz. Dönüşte yol boyu ceza yazmak üzere  gezmeye çıkmış park görevlilerini görüyoruz.

Evin karşı köşesindeki Lulu Cafe’de sabah kahvaltısı yapıyoruz. Özlem dinlenmek istiyor, bize interneti açık telefonunu veriyor. Biz üç kız Belgrad’ı keşfedeceğiz. Bugünkü gezi planını açıklıyorum,  plan kabul görüyor ve yürüyerek Scadarlija’dan, Belgrat kalesine doğru yola çıkıyoruz. Scadarlija Belgrat’ın Nevizade’si gibi. Akşamları çok şenlikli oluyormuş. Eve de çok yakın, akşam buraya geliriz artık.

Yol üzerinde Bayraklı Cami’yi görüyoruz. Cami kare şeklinde, oldukça küçük ve sade bir yapı1575 yıllarında yapıldığı söyleniyor. Kimin tarafından yaptırıldığı bilinmiyor. Osmanlılar zamanında 250 kadar caminin bulunduğu Belgrad'da ibadete açık tek cami olarak Bayraklı Cami kalmış. Cami Kosova'da meydana gelen olaylardan sonra 18 Mart 2004'te yakılmış, daha sonra yeniden tamir edilmiş. . Minaresinde yeşil zemin üzerinde beyaz ay ve yıldız var. Bu bayrağın benzerini Saraybosna’da da görmüştüm. Bugün Cuma olduğu için az sayıda da olasa cemaat namaza gelmiş, namaz vakti içeri girilmez deyip caminin dışardan fotoğrafını çekip yola devam ediyoruz.

Nihayet Belgrad Kalesi’ne varıyoruz. Kaleye giriş ücretsiz. Kale MÖ 279 yılında Doğu Roma İmparatoru I.Justinianus tarafından yaptırılmış. Kaleden Sava ve Tuna nehrinin birleşmesini görebiliyorsun. Önce Tuna nehri tarafından fotoğraf çekiyoruz. Sonra Sava nehri tarafına doğru gidiyoruz. Burada büyükçe bir meydan ve devasa bir anıt var.


Popednik (Galip) anıtı, Sırbistan'ın Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na karşı kazandığı zaferin 10. Yıl dönümü anısına, 1928 yılında açılmış. 17 m uzunluğundaki anıt, bronz bir erkek figürü ve kaidesinden oluşuyor. Erkek figürünün sol elinde bulunan kılıç zaferi sol elinde yer alan şahin ise gücü temsil ediyormuş. Bugün Pobednik Anıtı Belgrad’ın simgelerden birisi olmuş.

 Çay kahve içmeye, nefis bir manzarası olan Popednik kafeye gidiyoruz. Kafe sahibi Türk olduğumuzu anlayınca, bize bir cüzdan gösteriyor. Kafede bulmuşlar. Cüzdanın sahibi, içinde kimlikler ve kredi kartlarından anlaşılacağı üzere Türk. Cüzdan içinde para yok. Muhtemelen birisi cüzdanı çarpıp, parayı alıp, cüzdanı da kafeye atıp gitmiş. Kafenin sahibi, elçiliğe telefon ettik, oraya müracaat eden olmamış, üç dört gündür cüzdan burada, siz sahibini bulabilirmisiniz diyor? Çay kahve içerken isimleri sosyal medyadan araştırıyoruz. Aynı isimde birkaç kişi var, hepsini deniyoruz, Belgrad’a gelen giden olmamış. Türk Eğitim Sen kartı var. Ben sendikadan bulurum diye, cüzdanı alıyorum. Kaybetme duygusunun ne olduğunu bilirim, öğretmen hanımı sevindirelim diyorum.


 Kafeden sonra, kızlar Nebojsa Kulesi’ni görmedik, gelmişken görelim diyorum. Kule, Belgrad Kalesi'nin ayakta kalan tek ortaçağ kulesiymiş. 15. yüzyılda inşa edilmiş, yüzyıllar boyunca kalenin ana savunma kulesi olmuş. Daha sonra zindan olarak hizmet vermiş ve 2010 yılında müzeye uyarlanmış. Kuleyi ararken, açık havadaki Askeri Müzeyi geziyoruz. Roket, tank ne varsa görüyoruz. İşkence aletlerinin sergilendiği kısmı es geçiyoruz. Kalenin içindeki Ortaçağ müzesini geziyoruz. Dinozorların sergilendiği alanı geçiyoruz. Kaleye ilk girdiğimiz yere gelmişiz. Kule aşağıda, gelirken fotoğrafını çektiğimiz kule. Nehrin kenarına inmek lazım. Uzaktan gördük yeter deyip, kaleden ayrılıyoruz.

Kaleden sonra, Prenses Ljubica’nın Konağı’nı hedefliyoruz. Yürürken Fransız Elçiliğinin önünden geçiyoruz. Karşısında İstanbul Beyoğlu’nda ki Kamondo  merdivenlerinin benzerini görüyoruz.  Aziz Mihail Katedrali’ni görüyoruz. Karşısında da katedralin müzesi var. Gelmişken bir de katedrale girelim diyoruz.

Aziz Mikail’e adanan kilise 1837-1840 yılları arasında, geç barok unsurlarıyla klasisizm tarzında inşa edilmiş. Altın kaplama ikonostasisler (genellikle İkonalar ile süslü, Ortodoks dini mimarisinde kendini gösteren ve kilisenin ana bölümü olan naosu din adamlarına ayrılmış bölüm olan bemadan ayıran mimari bölme duvar) ile  duvarlar ve kemerlerin üzerindeki ikonlar 19. yüzyılın en ünlü Sırp ressamlarından biri olan Dimitrije Avramović tarafından boyanmış ve yapılmış.

Kiliseden sonra  Prenses Ljubica’nın Konağı’na gidiyoruz.  Konak Osmanlı Devletine karşı Sırpların başlattığı ikinci isyanın lideri ve 1815-1839 ile 1858-1860 yılları arasında Sırp Prensi ve Sırbistan ve Yugoslavya'yı çeşitli dönemlerde yöneten Obrenović hanedanının atası olan  Miloš Obrenović tarafından karısı Ljubica ve kendisinden sonra hüküm sürecek oğulları Milan ve Mihailo için 1829 ile 1831 yılları arasında Sırp mimar  Hadži-Nikola Živković tarafından inşa edilmiş 1831 yılında buraya taşınan aile sonraki on yıl boyunca burada yaşamış.

Konak iki katlı. Osmanlı Mimarisi ile yapılmış. O devirdeki hakim sınıfın yaşantısı ile ilgili fikir veriyor. Evin hanımının misafir kabul ettiği daire şeklindeki cumbalı salonlar, yüklüklü odalar, aşağı kattaki hamam ve mutfak.

Konaktan çıktıktan sonra acıktığımızı hissediyoruz. Yol üzerindeki pastanede önce paylaşmak üzere iki tatlı söylüyoruz. O kadar beğeniyoruz ki bir daha sipariş ediyoruz.

Pastaneden sonra yağmur başlıyor. Kimimiz yağmurlukla, kimimiz şemsiye altında yola devam ediyoruz. Yağmur altında  olsak da uzaktan Parlemento Binası’nın, etraftaki güzel yapıların fotoğrafını çekmekten geri durmuyoruz.


Gezimizin son durağı Tesla Müzesi. İnternette müzenin 20:00’ye kadar açık olduğunu görünce, Tesla Müzesi’ni sona bırakmıştım. Kapıya geldiğimizde üç dört kişi dışarda bekliyor. Kapıya çıkan görevli bizleri saat 18:00 da içeri alacağını söylüyor. Meğer içeri gruplar halinde alınıyormuş. İçerde bir saat kalındıktan sonra, dışarı çıkılıyor, bir sonraki grup alınıyormuş. Yirmi dakika kadar bekliyoruz. Bu arada kuyruk uzamaya başlıyor. Yağmurun altında insanlar müzeye girmek için bekliyorlar. Biz kapıya yakın olduğumuz için yağmur bizi etkilemiyor. Saat 18:00 de yirmi kişi
 içeri alıyorlar. Müzeye giriş biletlerini alıyoruz. Kişi Başı 800 RSD ödüyoruz. Bizim paramız ile iki yüz TL’ye geliyor. “Küçücük yerde ne varda ne parası?” diye düşünüyoruz.

Nikola Tesla, Sıpların gururu, mucit, elektrik mühendisi, makine mühendisi ve fütürist. Fırsatlar ülkesi Amerika’ya gitmiş ve Edison’un yanına varmış. Düz akımcı Edison, alternatif akımı bulan Tesla’ya burun kıvırmış. Oysa günümüzde alternatif akım sayesinde evlerimizde ampulü yakabiliyoruz. Wi-fi, kablosuz kullanılan ekipmanların fikir babası da hep Tesla. Edison’un bu kadar öngörüsüz olması hayret verici. 

 Önce bizi küçük bir salona alıyorlar. Sinema perdesinin önündeki sandalyelere oturuyoruz. Çoğunluğun Türk olduğu görülüyor. Bize İngilizce sözlü, Türkçe alt yazılı on beş dakikalık Nicola Tesla’nın hayatını ve buluşlarını anlatan bir tanıtım videosu izlettiriyorlar. Videodan sonra indüksiyon makinesini falan çalıştırıyorlar. Sonra daha büyük salona alıyorlar. Burada kablosuz iletilen elektrik ile elimize tutuşturdukları   floresan lambalarını yakıyorlar, 100.000 voltluk elektriğin parmak ile dokununca şerare yapmasını gösteriyorlar.

Sonra bizleri serbest bırakıp, Nikolay Tesla’nın kullandığı eşyaları sergiledikleri salona yönlendiriyorlar. Balmumu heykeli gerçek gibi. Tesla vaktiyle epey para kazanmış, giyiminden kuşamından, kullandığı çanta, çakmak gibi objelerden bunu anlıyoruz. Üstelikte hayli zevkliymiş.

Tesla Müzesi’nden çıktığımızda yağmur bütün hızıyla sürüyor. Gelirken taksi bulmaya çalışmış ama kimse bizi almamıştı. Burada da yağmur yağdığında taksiciler kral kesiliyormuş. Tam müzenin önünde duran bir taksi görüyoruz. Boşmuş ve binebilirmişiz. Sibel’in perileri bu yağmurlu günde kapının önüne taksiyi getirdi ya, daha ne diyeyim?

Taksi ile eve geri dönüyoruz. Evde dinlenirken yağmur duruyor. Akşam yemeği için Scadarlija’ya gidiyoruz. Sokak gündüzdan tahmin ettiğimiz gibi, kalabalık ve cıvıl cıvıl. Her yer dolu, yer ayırtmadığımız için bütün restoranlardan eli boş çıkıyoruz. Sokağın sonuna doğru bir restoran saat ona kadar bir masasının boş olduğunu söylüyor. Hemen içeri giriyoruz.

Zavicaj Restoran, çok şık bir yer. Balkonda ki bir masaya oturtuyorlar. Aşağıda canlı müzik var, yemekler çok güzel. Köftenin üzerine kaymak sürüp yiyorsun. Yok böyle bir tat. Ete kaymak sürmeyi bugüne kadar akıl etmediğimize yanarım.

Restorandan vakitlice ayrılıyor, evimize dönüyoruz. Çok yorgunuz, yarın erkenden yola çıkacağız. Özlem, arabanın servise girmesi gerektiğini söylüyor. Selanik’te her zaman gittiği servise vaktinde varmak istiyor.

28 Ekim 2023 Cumartesi

Sabah 7:00 de yola çıkıyoruz. Kuzey Makedonya üzerinden, Yunanistan’a geçiyoruz. Selanik’te bütün evlere bayraklar asılmış. “Durup duruken milliyetçi damarlarımı tutmuş?” diye konuşuyoruz. Servise vardığımızda servis kapalı. “Acaba saat farkımı vardı da biz mi atladık?”. Yok her zaman bu vakitte geliyoruz. Sadece servis değil her yer kapalı. Lidl bile kapalı. Tek tük market açık.

Bugün Yunanlıların milli bayramı Oxi (Ohi) günüymüş. Ohi, hayır demek. Adamlar neye hayır demişler diye Google’a başvuruyoruz. İtalyan diktatör Benito Mussolini 28 Ekim 1940'ta Yunanistan’a mihver devletleri safında yer alması, aksi takdirde işgal edileceği ültimatomunu vermiş. Yunanistan başbakanı Ioannis Metaxas da “Hayır” demiş. Ertesi günü halk “Ohi, ohi diyerek sokaklara dökülmüş.

Ardından da Yunan-İtalyan Savaşı başlamış. Ohi günü, 1940’da  işgalci İtalyan kuvvetlerine karşı Pindus dağlarında başlatılan Yunan direnişini anma günüymüş. 1942’de direnişçiler tarafından başlatılan Ohi günü, günümüzde , tüm Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve dünyanın her yerindeki Yunanlılar tarafından kutlanmaktaymış.

 Biz de “Bugün Selanik’de onların ohi gününü, yarın da Atamızın doğduğu evi ziyaret eder Cumhuriyet Bayramımızı kutlarız” diyoruz. Diyoruz demesine de; Selanik’deki otellerde  bir tek oda yok. Sokakta da yatacak halimiz yok. Haydin Dedeağaç’a gidelim diyoruz. Dedeağaç’ta  Santa Rosa Hotel’de yer varmış.

Hotel deniz kıyısında yaz tatili için harika bir yer. Tek katlı odalar, karavan ve kampçılar için düzenlemeler var. Otele yerleşiyor ve grubumuzun  restoranı Nisiotico’ya gidiyoruz. Ohi günü nedeniyle bütün herkes dışarda. Restoranlar tıklım tıklım.  Sibel, “Ercan bize yer bulur” diyor.

Ercan bize içerde hem de cam kenarı bir masa buluyor. Bildiğimiz yemekler, aşina olduğumuz tatlar ve Uzo. Sibel, Hoteldeyken resepsiyondaki hanıma rica ederek tavernadan yer ayırtmış. Akşam yemeğinden sonra Sibel tavernaya gidiyoruz deyince, Özlem ile ben itiraz ediyoruz. Özlem, bana dönüp  “Ben kaptanım, araba kullanıyorum, dinlenmem lazım, kızlar sana emanet” deyip arabadan iniyor ve  odaya gidiyor.

Yorgunluktan ölmeye beş var. Tavernaya nasıl dayanacağım. Üç kız arabayla gecenin bir vakti tavernayı bulamıyoruz. Yol üzerindeki açık bir kafeye uğruyoruz. Bari bir çay içsem kendime gelirim. Önce çay var diyorlar, sonrada yok kazanın dibinde kalmış, vermemiz uygun değil diyorlar. Olsun ben kazanın dibine de razıyım, çaysızlık başıma vurdu.  Mine adamın söylediklerini bana tercüme etmeye çalışıyor. Mine’ye dönüp, “Ben de İngilizceyi o kadar anlıyorum, sallama çayda mı yok?” diye Mine’ye patlıyorum. Benim çay krizi sonucu adamlar kendilerini suçlu hissedip  aldığımız üç şişe suyun parasını almıyorlar.

Arabaya biniyor, tavernayı falan boş verip otele dönüyoruz. Yatağa nasıl attıysam kendimi, ertesi gününe kadar deliksiz uyuyorum. Sabah, hava  günlük güneşlik. Denize girsem mi girmesem mi? Mayoda yok yanımda. Mayoya benzer iç çamaşırını giyip havluya sarınıyorum. Denizin kıyısında havluyu bırakıp suya atlıyorum. Deniz çarşaf gibi, su soğuk ama hiç üşümüyorum. Biraz yüzdükten sonra, çıkıp duş alıyor, kahvaltıya oturuyorum.

Kahvaltıdan sonra yola çıkıyoruz. İpsala'dan Türkiye'ye giriş yapıyoruz.  Çanakkale’ye yaklaşırken, Çanakkale’yi görmek istiyoruz. Çanakkale’de arabayı park edip, önce Aynalı Çarşı’ya gidiyoruz. Çanakkale’de Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak ayrı bir heyecan veriyor.

Bütün halk sokaklarda, çocukların ellerinde bayraklar, arabalar konvoy halinde bayrak sallayarak gezip duruyorlar. Çanakkale Saat Kulesi’ni gördükten sonra arabayla İzmir’e doğru yola çıkıyoruz. Benzincide Sibel ucunda tavşan maskotu olan üç adet anahtarlık alıyor ve bizlere dağıtıyor. “Yaşasın Tavşan Kardeşliği” diyoruz.

 

Gezinin sonunda geriye dönüp baktığımızda, gördüğümüz yerlerden Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek-,Sırbistan ve Kuzey Makedonya ile beş ülke görmüş oluyoruz. Gerçekte gördüğümüz ise eski Yugoslavya. Dini, etnik, kültürel ne ararsan her türlü ayrımcılığı kullanarak, insanları birbirlerine boğazlatarak güzelim ülkeyi paramparça etmişler.  Gerek Yugoslavya’da Tito döneminde, Arnavutluk’da Enver Hoca döneminde din geri plana çekilsede bugün insanlar dine dört elle sarılmış durumda. Müslümanlar içinde, Ortadokslar için de hatta  Katolikler için de durum aynı. 

 Bosna-Hersek’de gözle görülür bir İslamlaşma çabası var. Karadağ’a Türklerin, yoğun bir ilgisi var. Çok sayıda Türk burada mülk edinmiş. Hırvatistan ve Sırbistan daha ilerlemiş ve Avrupa Birliği’ne daha yakın duruyor.

 Arnavutluk’un ise daha gidecek çok yolu var. İnsan olarak çok gayretliler, güler yüzlü çalışkanlar ama hizmet sektöründe çok eksikleri var. Turizme ağırlık veriyorlarmış ama bizim elli sene önceki halimize benziyorlar.

Eski Yugoslavya’da da Arnavutluk’ta da  yollar tek şerit gidiş tek şerit  geliş. Bizim yıllar önceki, önüne kamyon düştüğünde  bekle ki geçesin durumu.

Geziden döndükten sonra Belgrad’da bize verilen cüzdanın sahibini arıyorum. Bir iki görüşmeden sonra öğretmen hanıma telefonla ulaşıyorum. Çok şaşırıyor. Cüzdanı çantasından almışlar, içinde para da varmış ama paralar uçmuş. Adresini veriyor. Cüzdanı kargo ile gönderiyorum.

Böylece Sibel’in her fırsatta  “Balkanlar Bizi Bekler” diye bizleri gayrete getirmesi ile Balkanlar da görülmüş oldu. Sibel çok da iyi yaptı. Hayatta hiçbir şey beklemeye ve bekletmeye gelmiyor.

 Feryal Bekdik

Kasım 2023 ANKARA

 

 

 

 

Yorumlar

  1. Kalemine sağlık Feryalcim. Yine dolu dolu bir tur anlatmışsın.

    YanıtlaSil
  2. Tesekkurler feryal

    YanıtlaSil
  3. Teşekkür ederim benim bir rehber gibi

    YanıtlaSil
  4. Faleminderit Feryal 🙏

    YanıtlaSil
  5. Feryal hanım çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık

    YanıtlaSil
  6. Harika, bir kez daha okumak istiyorum.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AH LENİN AH

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024