Yunanistan Gezi Notları

 

YUNANİSTAN, KAVALA, SELANİK GEZİ NOTLARI

(27- 29 OCAK 2023 VE SON ON YIL)

 

Kış geldi, hafta sonu kar kış kıyamet olacak diye herkes beklenti içinde. Ben de tam zamanını buldum İstanbul’a gitmek için. Ne yapayım Ankara’da bir bunaltı geldi üstüme. Eve sığamaz oldum. Her zaman Evşen bana iyi gelir. Kalktım tren biletimi aldım, karda kışta tren de zevkli olur hani. İstanbul’a gideceğimi duyan Sibel de durur mu, biz de geliyoruz Özlem ile İstanbul’a dedi. Birlikte birkaç gün geçiririz deyince havam değişti hemen. “Evşen yahu, pasaportumu yanıma alsam, hazır Sibel ile Özlem’de geliyor, Kavala, Selanik yapsak mı?” dedim. Dememle beraber Evşen de  hemen Sibel’e duyurmuş,  Sibel de vakit geçirmeden  arabalarının ve bizim sigortalarımızı yaptırmış bile. Kızlar bir durun hele, kar var kış var, kıyamet var. Bu sadece bir fikirdi. Yok, havalandılar bir kere, çare yok gideceğiz. Bu arada İstanbul’a gelene kadar Özlem’e bir şey söylemeyeceğiz, güya ona sürpriz olacak. Beni trenden aldıktan sonra “Çek İpsala’ya” diyeceğiz.

Biz bunları konuşurken Özlem eve gelmiş. “Ya Sibel, arabanın bakımı geldi, burada çok pahalı, Selanik’de yarı fiyata yapıyorlar, İstanbul’dan sonra biz Selanik’e mi geçsek?” demiş. Bizim kız da sazan değil, aynalı sazan “Sen hangisiyle konuştun? Kim söyledi sana Selanik’e gideceğiz diye? Yeme beni” diyerek, asker bavulu gibi lafın önüne düşmüş. Biz sürpriz yapalım derken, Özlem ermiş mertebesine ulaşmış da haberimiz yok.

Sonuç olarak Özlem arabasına bakım yaptırmak için, Evşen’de bugüne dek Selanik’i özellikle de Atatürk’ün doğduğu evi görmediği için Selanik’e pek bir hevesli olunca, Sibel ile ben de birlikte gezme olsun da isterse Fizan’a olsun kafasında olunca planlar yapıldı, kardan kıştan bahsetmek yasaklandı, ertesi günü İstanbul Bostancı  Tren İstasyon’unda buluşmak üzere kavilleşildi.

27 Ocak 2023 Cuma 

Öğlen ben tren ile Ankara’dan hareket ediyorum. Sibel ile Özlem’de araba ile İzmir’den hareket ediyorlar. Sibeller Evşen’i de alıp, akşam saat 18:00 de Bostancı tren istasyonunda beni karşılıyorlar. Sarılıp öpüştükten sonra Özlem’e “ Çek İpsala’ya diyoruz”. Her ne kadar sürpriz bozulmuş olsa da böyle söylemek hoşumuza gidiyor. Hava açık, kar kış yok.

Tekirdağ’a gelince acıktığımızı fark ediyor, şehirde ki deniz kenarında ki Özcanlar’a kadar tahammülümüz kalmamış, şehrin girişinde ki Özcanlar’da Tekirdağ köfte yiyoruz.

Yoldayken bir ara sis bastırır gibi olsa da çabuk geçiyor, tam vaktinde İpsala’ya varıyoruz. Önümüzde iki üç araba var, çabucak gümrükten geçiyoruz. Meriç köprüsünü geçip, Yunan sınırına varıyoruz, orada da beklemeden gümrükten geçiyoruz. Gece yarısına varmadan Yunanistan’a giriyoruz. Sibel ile internetten kısa bir araştırma yaparak, daha önce onların kaldığı Kavala’da ki Oceanis otelde kalmaya karar veriyoruz. Otelin girişinde  Yunan folkloruna ait motifler taşıyan seramikler dikkatimizi çekiyor. Özellikle şömine üzerindekiler çok güzel.

28 Ocak 2023 Cumartesi

Gece gelir gelmez yattığımız için farkına varmamışız. Otel cadde üzerinde olmasına rağmen denize çok yakın. Balkondan denizi seyrediyorsun. Sabah sabah karşımızda ki manzara çok keyifli. Fotoğraf çekip duruyoruz.

Kahvaltıdan sonra otelden çıkış yapıp, otoparka gidiyoruz. Otoparkın kenarındaki turunç ağaçları o kadar güzeller ki. Kimse ellememiş. Yeşil ile turuncunun uyumuna hayran kalıyoruz.

Kavala’da kısa bir tur atıp, buraya yarın tekrar uğrayacağız nasılsa diyerek Selanik’e (Yunanca adı Tesaloniki)  doğru yola çıkıyoruz. Öğlen saatlerinde Selanik’e varıp, Selanik’in güneyinde ki cadde üzerindeki apartmanlardan birinin altında ki servis istasyonuna giriyoruz.

Arabayı hemen lifte alıp kaldırıyorlar, bugün Cumartesi erken paydos edeceklermiş. Özlem arabanın yakınında durmak istiyor, onun müze, kilise gezmeye pek hevesi yok, sokak aralarında dolaşmayı seviyor.

Evşen, Sibel ve ben, taksi ile şehir merkezine gidiyor ve Agiu Dimitri caddesi üzerindeki Aya Dimitri Kilise’sinin önünde iniyoruz. Daha önceki gelişimde kaldığımız otelden Roma Agora’sının kalıntılarını da görerek bu kiliseye girmiştim. Kilisede zaten Roma Agora’sının bir kısmının kalıntıları üzerine inşa edilmiş Bizans dönemine ait bir kilise.

Her şehrin bir koruyucu azizi var. Selanik şehrinin koruyucusu da Selanikli Aziz Dimitri. Kilise de şehrin bu koruyucusuna adanmış. Mezarının da kilisenin altında olduğu söyleniyor. Kilisenin çatısı bilindik kubbeli yapıların aksine dikdörtgen ve ahşap tavanlı, yerler halı kaplı. Kilisenin altında da müze varmış.

Kilise, 1491 ile 1912 yılları arasında cami olarak kullanılmış, 1917 senesinde yangın geçirmiş, ancak 1949 yılında restore edilerek kullanıma açılmış, 1988 yılında ise UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine girmiş.

Kiliseden çıkıp cadde boyunca yürüyerek Türk Konsolosluğu önüne varıyoruz. Atatürk’ün doğduğu ev olarak bilinen üç katlı pembe evin, Apostolou Pavlou sokağına bakan cephesinden resimlerini çekiyoruz. Yan sokaktaki giriş kapısının zilini çalınca kapı hemen açılıyor. Evin bahçesine giriyoruz.

Atatürk’ün bu evde değil de başka evlerde doğduğuna dair çeşitli rivayetler olsa da  çoğunluk Mustafa Kemal’in bu evde doğduğu görüşünü kabul etmiş. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi bu üç katlı pembe evi 1878’de kiralamış ve Ali Rıza Bey’in 1888’de vefatına kadar aile bu evde yaşamış.

Zübeyde Hanım eşinin ölümünden sonra bir süre Selanik yakınında ki erkek kardeşinin kahyalık yaptığı Langaza’da ki çiftlikte kalmış, daha sonra Ragıp Bey ile ikinci evliliğini yaparak pembe evin bitişiğindeki daha küçük bir eve taşınmış. Günümüze gelememiş olan o evde aile uzun süre yaşamış; Mustafa Kemal, 1893’te Selanik Askeri Rüşdiyesi’ne kaydolarak bu evden ayrılmış.

II. Meşrutiyet’in ilanından önce Selanik’te görevlendirilen Mustafa Kemal, ailenin daha önce oturduğu pembe boyalı geniş evi satın almış, annesi ve kız kardeşiyle birlikte burada yaşamış. Mustafa Kemal’in Selanik’te ayrılmasından sonra da bu evde oturan Zübeyde Hanım, Balkan Harbi’nden sonra Selanik’in işgale uğraması üzerine Selanik’ten  ayrılıp kızı Makbule ile birlikte1912’de İstanbul’a gitmiş.

Selanik Belediyesi, 1933 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun  onuncu yılı  münasebeti ile  evi Atatürk’e hediye etmek üzere karar almış, ancak evin anahtarının Türk Konsolosluğu’na verilmesi 1937 yılını bulmuş. Araya II. Dünya Savaşı girince evin restorasyonu askıda kalmış ancak  1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle restorasyon tamamlanarak Pembe Ev, müze haline getirilmiş.

Selanik’e 2012 yılında ilk geldiğimde evin içinde mobilyalar vardı ve bir yaşanmışlık hissedebiliyordunuz. Anı defterine de duygularınızı yazabiliyordunuz.

Ev 2013 yılında yeniden restore edilmiş. Bu restorasyon sırasında Atatürk’ün kişisel eşyaları ve mobilyaları ile Atatürk büstü ve anı defteri kaldırılıp Türkiye’deki başka müzelere gönderilmiş. Bu nedenle  2014 yılında ki ziyaretim tam bir hayal kırıklığıydı. Eski halini salon kısmında ki maketler ile hatırlatmaya çalışmışlar. Restorasyondan sonra ki tek beğendiğim yan Atatürk’ün ve Zübeyde Hanımın balmumu heykelleri olmuştu.

Eve bahçe tarafındaki merdivenden çıkarak birinci kattan giriyoruz. Üçüncü defa gelmeme rağmen aynı heyecanı duyuyorum. Zübeyde Hanımın yaşadığı zor hayatı, duygularını, dulluğun ve üç çocukla ortada kalmanın çaresizliğinin acısını hissedebiliyorum. Atatürk’ün ve Makbule Hanımın yetimliğinin hüznü sarıyor insanı.

İkinci katta ki Atatürk’ün balmumundan yapılmış heykeli önünde fotoğraf çekiyoruz. Hatta kimselerin olmamasını fırsat bilerek diz çökerek fotoğraf çektiriyoruz. Atamızın önünde saygıyla eğiliyoruz.

Bahçedeki Ali Rıza Bey’in diktiği rivayet edilen nar ağacı etrafındaki banklara oturup evi seyrediyoruz. Bu evin üzerine sayfalar yazılmış, komisyonlar kurularak araştırmalar yapılmış ve ev hala çözülmeyen sırlarını kendine saklayarak orada karşımızda duruyor. Dünya durdukça da dursun.

Sokak aralarından aşağıya deniz kenarına doğru yürüyoruz. Rotunda’nın önüne geliyoruz. Rotunda’nın içini daha önceki iki gelişimde de restorasyon çalışmaları nedeniyle görememiştim. Restorasyon bitmiş ve ziyarete açılmış. 3 Euro’dan bilet alıp giriyoruz.

Rotunda MS 4.yüzyılda Pagan inanışı ile Hırıstiyan inanışın dönüm noktasında inşa edilmiş anıtsal bir yapı. Dairesel formda ki yapının tapınak olarak mı yoksa, Hırıstiyanlığı ilk kabul eden Roma İmparatoru  I. Konstantin (Büyük Konstantin  MS 306-337) için anıt mezar olarak mı yapıldığı hala tartışılmakta. Yapının çapı 24,50 metre, yüksekliği 29,80 metre çapı ve 6,30 metre duvar kalınlığı var. Duvarların içinde odalar mevcut. Çatısı kubbeli, mimari olarak Roma’da ki Panteon tapınağı ile karşılaştırılabilir.

Bina, Zafer Yolu üzerindeki, Galerius Kemeri’nin  (Zafer Takı) hemen yanıbaşında. İnşa edildikten kısa bir süre sonra, uzun yıllar varlığını sürdüren  Bizans İmparatorluğu’nun (330-1453) ilk yıllarından itibaren, doğu tarafına apsis ilave edilerek kiliseye çevrilmiş ve mozaik sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği duvar süslemeleri yapılmış.

Bizans metinlerine göre, kilise  Hırıstiyan inancında ki baş meleklere (Uriel,Gabriel,Mikael ve Raphael) adanmış 1524 ve 1591 yılları arasında Katedral olarak kullanılmış. 1591 yılında camiye çevrilmiş, bahçesine de minare ve şadırvan  ilave edilmiş.1912 yılına kadar Hortacı Cami olarak hizmet görmüş. 1912’den sonra kiliseye çevrilerek Aziz  George’a adanmış. Günümüzde Yorga Rotundası ve Aziz George Kilisesi olarak anılıyor. Bahçedeki minarenin külahı yıkılmış olsa da ,şerefeye kadar olan kısmı ile şadırvan duruyor. Cami olarak kullanılan zamanlarda ki nakışlardan eser kalmamış.

Selanik’de Museviler denize yakın aşağı mahallelerde, müslümanlar yüksekteki kalenin eteklerinde, hırıstiyanlar da köylerde yaşamışlar. 1917 yılında Musevi mahallerini yok eden yangın esnasında binlerce kişi evsiz kalmış ve kiliselere sığınmış.

Günümüzde binanın içinde kurtarılabilen mozaiklerin yanı sıra  panolarda Balkan Savaşını, büyük yangını, mübadelenin  tarihini karşı tarafın gözünden görmek mümkün. Kilise 1923 mübadelesi esnasında da mübadillere ev sahipliği yapmış. Panolarda ki resimleri incelediğinizde acılarda da ortak kültürü paylaştığımızı görüyoruz.

20012 yılında geldiğimde taksi ile kaleye çıkmıştım. Kaleden Selanik’i seyrederken, sanki Kadife Kale’den İzmir’i seyrediyorum hissine kapılmıştım. Kaleden aşağılara inerken Osmanlı mimarisi ile inşa edilmiş ve günümüze kadar korunmuş evlerin fotoğrafını çekmelere doyamamıştım.

Rotunda’dan çıktıktan sonra Egnetia Caddesi üzerinde ki, Kamara (Kemer) adıyla bilinen,   Maximianus Galerius’un Zafer Takı’nın olduğu yere geliyoruz. Bu yapı MS 297’de Perslerle yapılan savaşın zaferle sonuçlanması anısına MS 298-305 yılları arasında inşa edilmiş.

 Zafer Takı ortada büyük bir yarım daire ve yanlarda daha küçük iki yarım daireden oluşuyor.. Günümüzde Egnetia Caddesine denk gelen küçük yarım dairelerden biri ortada yok. Zafer Takı tuğladan yapılmış ve üzeri mermer ile kaplanmış. Mermer kaplamalarda  Galerius’un ve Romanın gücünü gösteren rölyefler var.

Galerius Kemeri’nin hemen yakınında ki Panagia Deksia Kutsal Kilisesi’ne gidiyoruz. Diğer tapınaklar kadar tarihi olmasa da yol üzerinde renkli duvar resimleri ve ikonaları görülmeye değer. Hristiyan geleneğine ve yerel halkın anlattığı hikayelere göre bu ikonalardan biri mucizevi kabul ediliyor. Bizans dini ikonalarının büyük çoğunluğunun aksine, bu ikona, Meryem Ana'nın küçük bebek İsa'yı sol tarafında değil sağ tarafında tutması nedeniyle Dexia (Sağ El) olarak adlandırılıyor.

1956'da inşa edilen Panagia Deksia, birçok Yunan Ortodoks tapınağına benzer şekilde, bazı modern - neo klasik etkilerle birlikte harika Bizans mimarisine sahip.

Kiliseden çıktıktan sonra Beyaz Kule’ye doğru yürüyoruz. Şehrin her yerinde karşımıza çıkan Roma kalıntılarından biri daha önümüze çıkıyor. Galerius’un Sarayı ve Hipodromun olduğu yerdeyiz. Hipodrom bugünkü modern yapıların altında kalmış.

Tarihi kalıntıların etrafında resim çekerken, ellerinde pankartlar sloganlar atarak bir grup  bize doğru geliyorlar. Antifaşist Sol Platform üyeleriymiş. Öndeki pankartta da  “Faşizme Hiçbir Yerde Geçit Yok” yazıyormuş. Robokop gibi giyinmiş, tam teçhizatlı polislerde çevreyi kuşatmış vaziyette bekliyorlar.  Çatışma çıkar mı, biber gazı sıkarlar mı diye kızlar biraz tırsıyorlar. Kızlar burası Avrupa, panik yok. Nitekim biz polis çemberinin dışına çıkıyoruz, protestocularda bildiri okuduktan sonra dağılıyorlar.

Özlem arabayı almış, Beyaz Kule’nin önünde bizi bekliyor. Biz de Beyaz Kule’ye çok yakınız. Kızlar yoruldular, kuleyi gezmek onlara pek cazip gelmiyor.

Ben 2012 de geldiğimde yalnız içini gezebilmiştim. Soğuk ve fırtına nedeniyle terasa çıkamamıştım. 2014’de ki gelişimde ise kuleyi baştan aşağı sindire sindire gezmiş, her bir katta ki multivizyon gösterilerini tek tek izlemiştim.

Beyaz Kule muhtemelen 1450-1470 yıllarında inşa edilmiş, şehrin 15.yüzyılda ki Osmanlı surlarından geriye kalan tek yapı. Kule 33,90 metre yüksekliğinde, 22,70 metre çapında, altı katlı silindirik bir yapı. Altıncı katta kulenin etrafındaki manzaraya bakan bir çatı var. Tuvaletlerin, şöminelerin ve bacaların varlığı, kulenin yalnızca savunma amaçlı değil, aynı zamanda askeri konaklama yeri olarak tasarlandığını gösteriyor

İlk yapıldığında Aslan Kulesi denmiş. Halk arasında ise “Yeniçeri Kulesi”, “Kalamar Kalesi” adıyla anılmış. Yeniçeri ocağı dağıtıldıktan sonra, yeniçeri döneminde yapılan işkence ve infazlar nedeniyle adı Kanlı Kule’ye çıkmış.1883 yılında bina beyaza boyanarak, Beyaz Kule adını almış. 1884'te Selanik'i ziyaret eden Sırbistan'ın Londra Başkonsolosu James George Cotton Minchin ise "Selanik'in tüm badanaları orada dökülen masum kanı temizleyemeyecek" diye buyurmuş. Konsolos efendi önce kendi döktükleri kana baksın.

1530'larda Arnavutluk'un Avlona kentinde inşa edilen kuleye benzerliğinden yola çıkılarak Kule'nin mimarının Mimar Sinan olduğu varsayılmış. Beyaz Kule'de kullanılan kütüklerin tarihlendirilmesi 1535 yılını gösterse de, bu kütüklerin kulede kullanılan ilk malzememi  yoksa daha sonra tamirde kullanılan malzememi olduğu belirlenememiş. Bu nedenle Rönesans dönemi Osmanlı askeri mimarisine ait anıtların tarihlendirilmesi sıkıntılı.

Beyaz Kule 2006'dan beri Selanik Şehir Müzesi olarak kullanılıyor.  2008'den bu yana, şehrin kuruluşundan modern çağa uzanan kalıcı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Anadolu’nun dört bir yanından gelen mübadillere ait fotoğraf ve belgeler kat kat sergileniyor.

Beyaz Kule’nin biraz ilerisinde arabayı görüyoruz. Özlem OTE Kulesinin tam karşısında park etmiş bizi bekliyor. 20012 yılında bu kuleye  çıkmış, dönen restoranda yemek yemiştim. Tüm Selanik’i tepeden görmüş, şehrin tadını çıkarmıştım.

OTE (Hellenic Telecommunication Organization) Kulesi, tüm Avrupa'da türünün en büyük etkinliklerinden biri olan Uluslararası Selanik Sergisi'nin bulunduğu yerde inşa edilmiş, 76 metre yüksekliğinde bir telekomünikasyon kulesi.Mimar Alexandros Anastasiadis tarafından 1966 yılında tasarlanmış ve1970 yılında inşa edilmiş. Yunan Devlet Televizyonu'nun ilk siyah beyaz yayınları buradan yapılmış.

Hep birlikte arabaya binerek arabayı otoparka götürüyoruz. Otopark asansörlü, arabayı bırakıyorsun, arabayı asansöre bindirip götürüyorlar. Biz de tekrar sahile çıkıp, kuleyi arkamıza alarak kuzeye doğru kordon boyunda yürüyüşe çıkıyoruz. Selanik’in İzmir’i en çok andırdığı yer burası. Sanki Karşıyaka sahilinde geziyoruz.

Daha önceki gelişimde kulenin güney tarafına doğru yürümüştüm. Kulenin hemen arkasında Büyük İskender’in heykeli var. Büyük İskender Heykeli1973 yılında şehir komiteleri tarafından toplanan bağışlar ile dikilmiş. Bronz heykel ünlü heykeltıraş Evangelos Moustakas tarafından İtalya’da dökülmüş ve mermer kaide üzerine oturtulmuş. Heykelin kendisi 6 metre, yüksekliği kaidesi ile birlikte 11 metreyi buluyor.  Heykel İskender’i ünlü atı Bucephalus’un üzerinde yalın kılıç olarak tasvir ediyor.

Heykelin kara tarafındaki hizasında iki önemli yapı var. Bunlardan biri Arkeoloji Müzesi diğeri de Bizans Kültürü Müzesi. Arkeoloji Müzesine gelenlere ilave olarak 1 Euro bilet keserek, Kültür Müzesini de gezmesi tavsiye ediliyordu.

Arkeoloji müzesinde, bizim gibi, soygundan arta kalan eserlerini sergiliyorlar. Avrupa’nın büyük müzelerinde sergilenen eserlerin çoğu Yunanistan’dan, bizden, Orta Doğu ve Mısır’dan kaçırılanlar ile dolu. Louvre Müzesi için bir arkadaşım “Hırsız Müzesi” demişti. Katılmamak elde değil.

Bizans Kültür Müzesi ise bina olarak ilgimi çekmişti, brüt beton ve tuğladan yapılmış, bizim ODTÜ’nün mimarisini andırıyordu. Konferans salonuna Yunanistan'ın 1981 yılında kurulan ilk sosyalist hükümetinde kültür ve bilimler bakanlığı yapan aktris Melina Merkuri'nin adını verdiklerini görmüştüm.

Şehrin güney kıyısında ki Allatini Köşk’ünden de bahsetmek gerekir. Moise Allatini adlı  Musevi iş insanına ait bu köşkün bir yanında seramik fabrikası diğer yanında aileye ait değirmen varmış.1909 yılında Abdülhamit’in   tahttan indirildikten sonra Selanik’e sürgün edildiğinde ailesiyle kaldığı bu köşk, 1912 yılına kadar Abdülhamit ve ailesine ev sahipliği yapmış. Zülfü Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında” adlı kitabı da bu köşkte geçmekte. 2009 yılında bina restore edilmekteydi. Günümüzde Makedonya Bölgesi Merkezi ofis binası olarak kullanılıyor.

Makedonya-Trakya Etnografya ve Folklor Müzesi’ni gezdiğinizde ise iki kültürün birbirine ne kadar yakın olduğunu görebilirsiniz.

Biz Beyaz Kule’den kuzeye doğru giderek, kordon boyu sefası yaparken acıkmışız. Akşama daha çok var. Sahildeki Garçon Cafe’de mola veriyoruz. Güneş batarken karnımızı doyuruyoruz.

Kordonboyu yürüyüşüne devam ediyoruz. Aristotales Meydanı’na varıyoruz. Tarihi binaları ve bina altlarında şık kafelerin olduğu büyükçe bir meydan. Meydanın sağında ünlü yunan filozofu Aristo’nun heykeli var. Meydanda dolaşırken Özlem’in tatlı krizi tutuyor. Pastane Fregio’nun tatlıları da çok güzel görünüyor. Haydi bir de tatlı yiyoruz. Akşam yemeği zor artık Ladadika’ya gidecek gibi değiliz.  

Meydanda ilerlerken karşımıza gene protestocular çıkıyor. Pankartlarından anlıyoruz ki daha önce gördüğümüz grup, içlerinden bazıları bize el bile sallıyorlar.

Grup gittikten sonra meydanın ucuna doğru yürüyoruz. Meydanın ucunda oldukça büyük bir papaz heykeli var. Heykel tanıdık. Yunanlılar 15 Mayıs 1919 ‘da İzmir’i işgal ettiğinde İzmir'deki Rumların dinî lideri, yani İzmir Metropoliti olan papaz. Hani eteklerini uçura uçura gelip İşgal komutanı Zafiriu’nun önünde diz çöken, önce komutanın çizmesini , ardından Yunan bayrağını öpen, elindeki haçı havaya kaldırıp, Yunan işgal ordusunu takdis eden malum zat. Askerlere hitaben verdiği vaaz ise akıllara zarar.

"Evlatlarım... Elen çocukları!... Bugün, İsa'nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda, ne kadar Türk kanı döküp içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Ben de bir kâse Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım. Bütün azizler arkanızda. Haydi, buyurun İzmir’e!"

Her ne kadar böyle bir nutuk atılmamıştır dense de  “Metropolit’in askeri birlikleri takdis için yaptığı tören ateşe benzin dökmekten başka bir işe yaramamıştır."  diye de  Ekim 1919'da Paris Barış Konferansı'na sunulan kapı gibi Milletlerarası Tahkik Komisyonu Raporu vardır.

9 Eylül 1922 İzmir’in kurtulduğu gün. Heykel de papazın ölüm Tarihi 27 Ağustos 1922 olarak yazılmış. Papaz efendi,ettiğinin bedelini çok ağır ödemiş, Konak Meydanı'ndan Mezarlıkbaşı'na kadar üç kilometrelik yolda linç edilmiş.

Akşam oldu, yorulduk artık, yürüyerek otoparka gidip arabamızı alıyoruz. Akşam ne olur ne olmaz Ladadika’ya yakın olalım diye Egnetia caddesi üzerindeki Agean Hotel’e yanaşıyoruz. Otelin önünde üç arabalık yer var, biri boş. Otel doluymuş, asansörden sonra, bir kat merdiven ile çıkarsak ilave katta ki iki odayı verebilirlermiş. Burada da kaçak kat çıkma adeti var demek ki. Gerçekten kata çıktığımızda ilave kat olduğunu görüyoruz. Terasta iki oda başka kimse yok. Yok var, koridorda kafes içinde bir papağan var. Odalar yeni yapılmış. Zaten bir gece kalacağız.

Biraz dinlenelim sonra ne yapacağımıza karar veririz diyoruz. Gece ona doğru acıkıyoruz. Haydin acıktık madem Ladadika’ya gidelim diyoruz. Özlem, “Siz kız kıza gidin ben uyuyacağım” diyor. İkiletmeden kendimizi sokağa atıyoruz.

Ladadika, Selanik Limanı’na yakın bir zamanların zeytinyağı tüccarlarının ve yağ depolarının olduğu bir yer. Günümüzde ise bir çeşit bar ve restoranların olduğu bizim İstanbul Nevizade!nin benzeri bir yer. Daha önceki geldiğim yıllarda gittiğimiz restoran kapanmış. Aradan onca yıl geçmiş, üstelikte pandemi de onlarda zarar görmüşler. Sokaklarda dolaşıyor, Akpon Taverna’da karar kılıyoruz. Kız kıza sohbeti özlemişiz. Barbayani sipariş ediyoruz. Gelsin ahtopot, gitsin karides derken gece yarısını geçmişiz. Keyfimiz yerinde, laf bitmiyor, bir yandan da yarın yola çıkacağız. Otele gelip yatıyoruz.

30 Ocak 2023 Pazar

Sabah Kavala’ya doğru yola çıkıyoruz. Kavala daha önce Haluk ile vize alma uğruna Yunanistan’ı komşu kapısı yaptığımız, defalarca gezip gördüğüm yer. Haluk’un da ruhunu şad edelim bu arada.

 Kavala’ya vardığımızda arabayı kaleye yakın yere park edip yürüyoruz. Osmanlı döneminde Mısır Hidiv’i olan Mehmet Ali Paşa’nın evine doğru yürüyoruz. Bizi meydanda Mehmet Ali Paşa’nın heykeli karşılıyor. Ben evi daha önce gezmiştim. Özlem’in de müze gezme hevesi yok. Sibel ile Evşen eve giriyorlar. Biz de Özlem ile etrafı geziyoruz.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa ( 1769-1849) , Mısır Hidivi (valisi) olarak bilinir. 19. Yüzyılda Osmanlı idaresine kök söktürmüş, sadece Mısır’ın değil, bugünkü Sudan, Lübnan ve Suriye’nin de hakimi olmuş. Çıkardığı isyanlar ile özellikle II. Mahmut döneminde Osmanlı’nın başına bela olmuş, Abdülmecit döneminde Mısır’ın iradesinin, kendinden sonraki nesillerde en büyük erkek çocuğuna kalması kaydıyla diye anlaşma yapılınca ortalık yatışmış.

Mehmet Ali Paşa okuması yazması olmayan bir adam ama yanına Fransız danışmanlar almış, askeri ve fen  okulları açmış, Avrupa’ya öğrenci göndermiş. Mısır pamuğunun ıslahını sağlamış, bugünkü uzun lifli Mısır pamuğu kalitesini Mehmet Ali Paşa’ya borçlu. Nil Nehri boyunca tarım alanlarını kayıt altına almış, orduyu modernleştirmiş, yani çağın ilerisinde biri. Ömrünün son yıllarında demans ile boğuşmuş.

Kavala’da ki Mehmet Ali Paşa evi, işte bu kişinin evi. Paşanın bilinen ondan fazla hanımı var. Burası muhtemelen eşi Emine Hanım’ın yaşadığı ev. Evde başka hanımda var mı bilinmiyor. Diğer eşlerinin isimlerinin arap isimleri olduğuna bakılırsa onlar Mısır’da ki eşleri olmalı.

Ev tipik Osmanlı zengin evi. Haremlik, selamlık, mutfak, hamam vs. İçi de gayet iyi döşenmiş. Kızlar dışarı çıktıklarında içerde “Karikatür Sergisi” olduğunu söylediler. Bol bol da resim çekmişler.

Bu arada Kavala Arkeoloji Müzesi’nden de bahsetmeden olmaz 1934’de kurulan bu müze mütevazi görünümünün yanı sıra, hem Doğu Makedonya’nın hem de Yunanistan’ın en önemli müzeleri arasında. Müze de o kadar çok çeşit var ki, kil figürler, metal kaplar, avluda Roma dönemine ait eserler. Yani oldukça zengin bir müze.

Kafe Briki’ye giriyoruz. Kavala manzaralı, denize tepeden bakan içi çok hoş döşenmiş bir kafe. Yer bulmak bir mesele. Biraz bekleyip yer buluyor, daha sonra da boşalınca cam kenarına geçiyoruz. Manzaranın tadını çıkara çıkara kahvelerimizi içiyoruz.

Deniz kenarına iniyoruz. Bugün Pazar, her yer kapalı. Çarşıda sora sora Kavala Kurabiyesi satan yer arıyoruz. Sonunda gelirken yol üzerinde gördüğümüz pastaneden ne bulduysak onu alıyoruz.

Sibel biz de olmayıp Bulgaristan ve Yunanistan’da oldukça yaygın Lidl marketin müdavimi. Hem ucuz hem de kaliteli ürünler satıyorlar. Krem üretiminde oldukça popüler, Alman Cien ile özel anlaşmaları var. Gel gör ki bugün Pazar, açık Lidl bulacağız diye Kavala’nın girmediğimiz sokağı, gezmediğimiz caddesi kalmıyor. Bu kadar Kavala yeter deyip İskeçe’ye doğru yola çıkıyoruz. İnternette orada ki Lidl açık görünüyor.

Haluk ile daha önce geldiğimde Serez ve İskeçe’ye ayrı vakit ayırmıştık. Serez ‘de Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in asıldığı çarşıyı aramıştık. Çarşı falan kalmamış ama bize bahane olmuştu. Haluk’un büyük anne ve büyük babaları Serezliymiş. Türkler çiftçilik yaptıklarına göre şehir dışında ki yerlerde yaşamışlardır diye düşünmüş,şehrin dış mahallerine doğru çıkmıştık. Ne tarla kalmış, ne çift ne çubuk. Etrafı gezelim derken, dönüp dolaşıp aynı yere çıkmaya başlamıştık. Üçüncü turda da aynı yere çıkınca  “Yahu Haluk seninkiler bizi bırakmıyor, bir Fatiha oku istersen” demiştim. Haluk’da esprimi ciddiye alıp, arabayı kenara çekmiş, Fatiha okumuştu. Sonra ne mi olmuşdu?  Gene  aynı yoldan gitmemize rağmen bu sefer ana yola çıkmıştık. Bunu her hatırladıkça ürperirim. 

Neyse, İskeçe’ye ( Yunanca adı Xanti) doğru ilerlerken ben, özellikle eski şehrin güzelliğini anlatıp duruyorum. Dar bir sokakta bir tarafta Osmanlı evi, karşısında Rum evi, biri cumbadan diğeri balkondan birbirlerine tabak uzatmışlar.

2014 Mayısında İskeçe’de dolanırken günümüzde müze olarak kullanılan  bir ev gözüme çarpmıştı. Müzede çocuklara etkinlik düzenlenmekteydi ve ziyaretçi almıyorlardı. İsminin Sami Karabıyıkoğlu olduğunu öğrendiğim gazeteci, Türk olduğumu söyleyince beni içeri almış, müzenin müdürü Paskalis Santapulos ile tanıştırmış  ve evi gezdirmişti. 

Ev 1860 yıllarında, tütüncülükle zengin olmuş baba Kuyumcuoğlu  tarafından iki oğlu için yaptırılmış. İki oğlan demek, iki de gelin demek. Salonun ortasında kayar bir kapı var. Gelinler kavga ettiğinde kapı kapanıyor, ev iki ayrı bağımsız bölüm oluyor, barıştıklarında kapı açılıyormuş. Bahçe de iki hamam var. Önce hamam tekmiş, gelinler paylaşamayınca mecburen ikinci hamam yapılmış. E ne demişler “Eltilerin  hamamda bohçası bile çekişirmiş”

İskeçe’nin en önemli özelliği Yunanistan’ın ilk sanayi kentlerinden bir olmasıymış. Tütün yetiştirildiği için tütün fabrikaları kurulmuş. Tütünde ve fabrikada çalışmak üzere işçi göçü olmuş. İskeçe en zengin dönemini 19.yüzyıl da yaşamış. Üç adet banka, büyük elçilikler ve 53 adet  otel açılmış. Çok büyük bir hastane yapılmış, sinema ve tiyatro gelmiş. Rehberim “Egemen sınıf batı etkisinde kalmış, bu yüzden eklektizm kaçınılmazdı”  diyor. Osmanlı ve Ermeniler, zengin sınıfı oluşturuyordu diye devam ediyor. Halk nasıldı? diye sorunca da onlarda Yunan, Ermeni ve Osmanlı’ydı diyor. Yani o dönemde Yunan halkı egemen ve zengin olamamışlar

Göçle gelen Ermeni, Yunan vs milletler örgütlenmeye başlamış, sendikalar kurulmuş. İskeçe I. Dünya ve II.Dünya savaşından nasibini almış. Bulgaristan, Yunanistan arasında elden ele gezmiş. Günümüzde de Türklerin yoğun olarak bulunduğu şehirlerden biri.

Müzede ki etkinliğin adı da çok hoştu doğrusu  “Masallarla Irkçılığa Gol Atıyoruz” . Yaşayın siz çocuklar, bol gollü maçlarınız olsun.

İskeçe’den sonra Porta Lagos’a gitmiştik. Vistonida gölü kıyısında dolaşmış, flamingoları, Dalmaçya pelikanlarını seyretmiştik. Göle tahta köprü ile bağlanan, yüzen kilise Aya Nikola kilisesini gezmiştik. El arabasında garip bir mahlukat satan adama bu ne demiştim? “Hohliz” demişti. Çocukluğumun Urla’sına gittim bir anda.  Urla’da Giritli arkadaşlarımın evlerinde yemiştim, tatlı ete benzeyen hohlizi. Bildiğiniz sümüklü böcek.Tatlarımız ortak, müziğimiz ortak, kültürümüz ortak, biz neyin kavgasındayız allasen?

Gelelim günümüze, İskeçe’de ki Lidl’da kapalı, gelmişken Saat Kulesi’ne kadar gidelim bari diyoruz. Hacı Emin Ağa tarafından 1870 yılında yaptırılan şehrin sembolü Saat Kulesi’ne kadar gidip geriye dönüyoruz.

Artık akşam olmak üzere, acıktık da, yemek için Dedeağaç’a (Yunanca adı Aleksandrapoli- İskender’in şehri) gidelim diyoruz. Sibellerin daha önceden keşfettikleri, Nisiotika Restorana gidiyoruz.  Türkiye’de böylesini bulamayız diyerek, gene ahtapot, karides ve de Barbayani’yle sofrayı donatıyoruz. Buranın bir de kabak kızartması var ki vallahi iki tabak anında bitiyor. Üzerine de bir tatlı kokteyli geliyor ki adamlar bu işi biliyor.

Hesap, Euro’nun 20 TL’lerde gezmesine rağmen, Türkiye’de ki fiyatların neredeyse yarısına geliyor. İki günlük gezide yeme, içme, gezme, konaklama, benzin parası hatta yurt dışı çıkış harcı dahil kişi başı 200 Euro harcıyoruz.

Mart 2023  

İSTANBUL-ANKARA

Not: Yazıyı yazmaya başladığım sırada  6 Şubat Pazartesi, ülke olarak bir kabusa uyandık. Son satırları yazmak için bir ay elim klavyeye gitmedi. Yıkılan evler değil, yıkılan hepimizdik. İnşaat Mühendisi olarak yapılan cahilliklere canım sıkılıyor,. yönetimin beceriksizliği, insanların çaresizliği canımı yakıyordu. Tüm ülkemin başı sağ olsun. Umarım tez zamanda sağalırız.

Yorumlar

  1. Her zaman söylerim.. seninle gezmenin ayrıcalığını yaşamak kadar güzel bir duygu yok… ha bide Evşen’siz olmaz 🤗❤️❤️🤗

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Ferysl, her zamanki gibi güzel bir gezi yazısı. Selanik' e gitmedim, Kavala'ya kurabiye almak ve kalamar ızgara yemek için uğramıştık, Meteora'yı da gezdiğimiz yıl. Güzeldi okumak kaleminden satırlarla gezmek. 20012 yılında gezmiş olman da ayrıca, gelecekten haberdi. )):

    YanıtlaSil
  3. Sağolun Abla'cım

    YanıtlaSil
  4. Kalemine sağlık Feryal'im, okurken yaşatiyorsun...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AH LENİN AH

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024