Yunanistan Gezi Notları
YUNANİSTAN,
KAVALA, SELANİK GEZİ NOTLARI
(27-
29 OCAK 2023 VE SON ON YIL)
Biz bunları konuşurken Özlem eve gelmiş. “Ya Sibel,
arabanın bakımı geldi, burada çok pahalı, Selanik’de yarı fiyata yapıyorlar,
İstanbul’dan sonra biz Selanik’e mi geçsek?” demiş. Bizim kız da sazan değil,
aynalı sazan “Sen hangisiyle konuştun? Kim söyledi sana Selanik’e gideceğiz
diye? Yeme beni” diyerek, asker bavulu gibi lafın önüne düşmüş. Biz sürpriz
yapalım derken, Özlem ermiş mertebesine ulaşmış da haberimiz yok.
Sonuç olarak Özlem arabasına bakım yaptırmak için, Evşen’de
bugüne dek Selanik’i özellikle de Atatürk’ün doğduğu evi görmediği için
Selanik’e pek bir hevesli olunca, Sibel ile ben de birlikte gezme olsun da
isterse Fizan’a olsun kafasında olunca planlar yapıldı, kardan kıştan bahsetmek
yasaklandı, ertesi günü İstanbul Bostancı
Tren İstasyon’unda buluşmak üzere kavilleşildi.
27
Ocak 2023 Cuma
Öğlen ben tren ile Ankara’dan hareket ediyorum. Sibel ile
Özlem’de araba ile İzmir’den hareket ediyorlar. Sibeller Evşen’i de alıp, akşam
saat 18:00 de Bostancı tren istasyonunda beni karşılıyorlar. Sarılıp öpüştükten
sonra Özlem’e “ Çek İpsala’ya diyoruz”. Her ne kadar sürpriz bozulmuş olsa da
böyle söylemek hoşumuza gidiyor. Hava açık, kar kış yok.
Tekirdağ’a gelince acıktığımızı fark ediyor, şehirde ki
deniz kenarında ki Özcanlar’a kadar tahammülümüz kalmamış, şehrin girişinde ki
Özcanlar’da Tekirdağ köfte yiyoruz.
Yoldayken bir ara sis bastırır gibi olsa da çabuk geçiyor,
tam vaktinde İpsala’ya varıyoruz. Önümüzde iki üç araba var, çabucak gümrükten
geçiyoruz. Meriç köprüsünü geçip, Yunan sınırına varıyoruz, orada da beklemeden
gümrükten geçiyoruz. Gece yarısına varmadan Yunanistan’a giriyoruz. Sibel ile
internetten kısa bir araştırma yaparak, daha önce onların kaldığı Kavala’da ki Oceanis
otelde kalmaya karar veriyoruz. Otelin girişinde Yunan folkloruna ait motifler taşıyan
seramikler dikkatimizi çekiyor. Özellikle şömine üzerindekiler çok güzel.
28
Ocak 2023 Cumartesi
Gece gelir gelmez yattığımız için farkına varmamışız. Otel
cadde üzerinde olmasına rağmen denize çok yakın. Balkondan denizi
seyrediyorsun. Sabah sabah karşımızda ki manzara çok keyifli. Fotoğraf çekip
duruyoruz.
Kahvaltıdan sonra otelden çıkış yapıp, otoparka gidiyoruz.
Otoparkın kenarındaki turunç ağaçları o kadar güzeller ki. Kimse ellememiş.
Yeşil ile turuncunun uyumuna hayran kalıyoruz.
Kavala’da kısa bir tur atıp, buraya yarın tekrar
uğrayacağız nasılsa diyerek Selanik’e (Yunanca adı Tesaloniki) doğru yola çıkıyoruz. Öğlen saatlerinde
Selanik’e varıp, Selanik’in güneyinde ki cadde üzerindeki apartmanlardan
birinin altında ki servis istasyonuna giriyoruz.
Arabayı hemen lifte alıp kaldırıyorlar, bugün Cumartesi
erken paydos edeceklermiş. Özlem arabanın yakınında durmak istiyor, onun müze,
kilise gezmeye pek hevesi yok, sokak aralarında dolaşmayı seviyor.
Evşen, Sibel ve ben, taksi ile şehir merkezine gidiyor ve Agiu
Dimitri caddesi üzerindeki Aya Dimitri Kilise’sinin önünde iniyoruz. Daha
önceki gelişimde kaldığımız otelden Roma Agora’sının kalıntılarını da görerek
bu kiliseye girmiştim. Kilisede zaten Roma Agora’sının bir kısmının kalıntıları
üzerine inşa edilmiş Bizans dönemine ait bir kilise.
Her şehrin bir koruyucu azizi var. Selanik şehrinin koruyucusu
da Selanikli Aziz Dimitri. Kilise de şehrin bu koruyucusuna adanmış. Mezarının
da kilisenin altında olduğu söyleniyor. Kilisenin çatısı bilindik kubbeli
yapıların aksine dikdörtgen ve ahşap tavanlı, yerler halı kaplı. Kilisenin
altında da müze varmış.
Kilise, 1491 ile 1912 yılları arasında cami olarak
kullanılmış, 1917 senesinde yangın geçirmiş, ancak 1949 yılında restore
edilerek kullanıma açılmış, 1988 yılında ise UNESCO Dünya Kültür Mirası
listesine girmiş.
Kiliseden çıkıp cadde boyunca yürüyerek Türk Konsolosluğu
önüne varıyoruz. Atatürk’ün doğduğu ev olarak bilinen üç katlı pembe evin, Apostolou
Pavlou sokağına bakan cephesinden resimlerini çekiyoruz. Yan sokaktaki giriş
kapısının zilini çalınca kapı hemen açılıyor. Evin bahçesine giriyoruz.
Atatürk’ün bu evde değil de başka evlerde doğduğuna dair
çeşitli rivayetler olsa da çoğunluk Mustafa
Kemal’in bu evde doğduğu görüşünü kabul etmiş. Atatürk’ün babası Ali Rıza
Efendi bu üç katlı pembe evi 1878’de kiralamış ve Ali Rıza Bey’in 1888’de vefatına
kadar aile bu evde yaşamış.
Zübeyde Hanım eşinin ölümünden
sonra bir süre Selanik yakınında ki erkek kardeşinin kahyalık yaptığı
Langaza’da ki çiftlikte kalmış, daha sonra Ragıp Bey ile ikinci evliliğini
yaparak pembe evin bitişiğindeki daha küçük bir eve taşınmış. Günümüze
gelememiş olan o evde aile uzun süre yaşamış; Mustafa Kemal, 1893’te Selanik
Askeri Rüşdiyesi’ne kaydolarak bu evden ayrılmış.
II. Meşrutiyet’in ilanından önce Selanik’te
görevlendirilen Mustafa Kemal, ailenin daha önce oturduğu pembe boyalı geniş evi
satın almış, annesi ve kız kardeşiyle birlikte burada yaşamış. Mustafa Kemal’in
Selanik’te ayrılmasından sonra da bu evde oturan Zübeyde Hanım, Balkan Harbi’nden
sonra Selanik’in işgale uğraması üzerine Selanik’ten ayrılıp kızı Makbule ile birlikte1912’de İstanbul’a
gitmiş.
Selanik Belediyesi, 1933 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşunun onuncu yılı münasebeti ile evi Atatürk’e hediye etmek üzere karar almış,
ancak evin anahtarının Türk Konsolosluğu’na verilmesi 1937 yılını bulmuş. Araya
II. Dünya Savaşı girince evin restorasyonu askıda kalmış ancak 1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın
emriyle restorasyon tamamlanarak Pembe Ev, müze haline getirilmiş.
Selanik’e 2012 yılında ilk geldiğimde evin içinde mobilyalar vardı ve
bir yaşanmışlık hissedebiliyordunuz. Anı defterine de duygularınızı
yazabiliyordunuz.
Ev 2013 yılında yeniden restore edilmiş. Bu restorasyon
sırasında Atatürk’ün kişisel eşyaları ve mobilyaları ile Atatürk büstü ve anı
defteri kaldırılıp Türkiye’deki başka müzelere gönderilmiş. Bu nedenle 2014 yılında ki ziyaretim tam bir hayal
kırıklığıydı. Eski halini salon kısmında ki maketler ile hatırlatmaya
çalışmışlar. Restorasyondan sonra ki tek beğendiğim yan Atatürk’ün ve Zübeyde
Hanımın balmumu heykelleri olmuştu.
Eve bahçe tarafındaki merdivenden çıkarak birinci kattan giriyoruz.
Üçüncü defa gelmeme rağmen aynı heyecanı duyuyorum. Zübeyde Hanımın yaşadığı
zor hayatı, duygularını, dulluğun ve üç çocukla ortada kalmanın çaresizliğinin
acısını hissedebiliyorum. Atatürk’ün ve Makbule Hanımın yetimliğinin hüznü
sarıyor insanı.
İkinci katta ki Atatürk’ün balmumundan yapılmış heykeli önünde fotoğraf
çekiyoruz. Hatta kimselerin olmamasını fırsat bilerek diz çökerek fotoğraf
çektiriyoruz. Atamızın önünde saygıyla eğiliyoruz.
Bahçedeki Ali Rıza Bey’in diktiği rivayet edilen nar ağacı etrafındaki
banklara oturup evi seyrediyoruz. Bu evin üzerine sayfalar yazılmış,
komisyonlar kurularak araştırmalar yapılmış ve ev hala çözülmeyen sırlarını
kendine saklayarak orada karşımızda duruyor. Dünya durdukça da dursun.
Sokak aralarından aşağıya deniz kenarına doğru yürüyoruz. Rotunda’nın
önüne geliyoruz. Rotunda’nın içini daha önceki iki gelişimde de restorasyon
çalışmaları nedeniyle görememiştim. Restorasyon bitmiş ve ziyarete açılmış. 3
Euro’dan bilet alıp giriyoruz.
Rotunda MS 4.yüzyılda Pagan inanışı ile Hırıstiyan inanışın
dönüm noktasında inşa edilmiş anıtsal bir yapı. Dairesel formda ki yapının
tapınak olarak mı yoksa, Hırıstiyanlığı ilk kabul eden Roma İmparatoru I. Konstantin (Büyük Konstantin MS 306-337) için anıt mezar olarak mı
yapıldığı hala tartışılmakta. Yapının çapı 24,50 metre, yüksekliği 29,80 metre
çapı ve 6,30 metre duvar kalınlığı var. Duvarların içinde odalar mevcut. Çatısı
kubbeli, mimari olarak Roma’da ki Panteon tapınağı ile karşılaştırılabilir.
Bina, Zafer Yolu üzerindeki, Galerius Kemeri’nin (Zafer Takı) hemen yanıbaşında. İnşa
edildikten kısa bir süre sonra, uzun yıllar varlığını sürdüren Bizans İmparatorluğu’nun (330-1453) ilk
yıllarından itibaren, doğu tarafına apsis ilave edilerek kiliseye çevrilmiş ve
mozaik sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği duvar süslemeleri yapılmış.
Bizans metinlerine göre, kilise Hırıstiyan inancında ki baş meleklere
(Uriel,Gabriel,Mikael ve Raphael) adanmış 1524 ve 1591 yılları arasında Katedral
olarak kullanılmış. 1591 yılında camiye çevrilmiş, bahçesine de minare ve
şadırvan ilave edilmiş.1912 yılına kadar
Hortacı Cami olarak hizmet görmüş. 1912’den sonra kiliseye çevrilerek Aziz George’a adanmış. Günümüzde Yorga Rotundası
ve Aziz George Kilisesi olarak anılıyor. Bahçedeki minarenin külahı yıkılmış
olsa da ,şerefeye kadar olan kısmı ile şadırvan duruyor. Cami olarak kullanılan
zamanlarda ki nakışlardan eser kalmamış.
Selanik’de Museviler denize yakın aşağı mahallelerde, müslümanlar
yüksekteki kalenin eteklerinde, hırıstiyanlar da köylerde yaşamışlar. 1917
yılında Musevi mahallerini yok eden yangın esnasında binlerce kişi evsiz kalmış
ve kiliselere sığınmış.
Günümüzde binanın içinde kurtarılabilen mozaiklerin yanı sıra
panolarda Balkan Savaşını, büyük
yangını, mübadelenin tarihini karşı
tarafın gözünden görmek mümkün. Kilise 1923 mübadelesi esnasında da mübadillere
ev sahipliği yapmış. Panolarda ki resimleri incelediğinizde acılarda da ortak
kültürü paylaştığımızı görüyoruz.
20012 yılında geldiğimde taksi ile kaleye çıkmıştım. Kaleden
Selanik’i seyrederken, sanki Kadife Kale’den İzmir’i seyrediyorum hissine
kapılmıştım. Kaleden aşağılara inerken Osmanlı mimarisi ile inşa edilmiş ve
günümüze kadar korunmuş evlerin fotoğrafını çekmelere doyamamıştım.
Rotunda’dan çıktıktan sonra Egnetia Caddesi üzerinde ki, Kamara
(Kemer) adıyla bilinen, Maximianus
Galerius’un Zafer Takı’nın olduğu yere geliyoruz. Bu yapı MS 297’de Perslerle
yapılan savaşın zaferle sonuçlanması anısına MS 298-305 yılları arasında inşa
edilmiş.
Zafer Takı ortada
büyük bir yarım daire ve yanlarda daha küçük iki yarım daireden oluşuyor..
Günümüzde Egnetia Caddesine denk gelen küçük yarım dairelerden biri ortada yok.
Zafer Takı tuğladan yapılmış ve üzeri mermer ile kaplanmış. Mermer
kaplamalarda Galerius’un ve Romanın
gücünü gösteren rölyefler var.
Galerius Kemeri’nin hemen yakınında ki Panagia Deksia Kutsal
Kilisesi’ne gidiyoruz. Diğer tapınaklar kadar tarihi olmasa da yol üzerinde renkli
duvar resimleri ve ikonaları görülmeye değer. Hristiyan geleneğine ve yerel
halkın anlattığı hikayelere göre bu ikonalardan biri mucizevi kabul ediliyor. Bizans
dini ikonalarının büyük çoğunluğunun aksine, bu ikona, Meryem Ana'nın küçük
bebek İsa'yı sol tarafında değil sağ tarafında tutması nedeniyle Dexia (Sağ El)
olarak adlandırılıyor.
1956'da inşa edilen Panagia Deksia, birçok
Yunan Ortodoks tapınağına benzer şekilde, bazı modern - neo klasik etkilerle
birlikte harika Bizans mimarisine sahip.
Kiliseden çıktıktan sonra Beyaz Kule’ye doğru
yürüyoruz. Şehrin her yerinde karşımıza çıkan Roma kalıntılarından biri daha
önümüze çıkıyor. Galerius’un Sarayı ve Hipodromun olduğu yerdeyiz. Hipodrom
bugünkü modern yapıların altında kalmış.
Tarihi kalıntıların etrafında resim çekerken, ellerinde
pankartlar sloganlar atarak bir grup bize doğru geliyorlar. Antifaşist Sol Platform
üyeleriymiş. Öndeki pankartta da
“Faşizme Hiçbir Yerde Geçit Yok” yazıyormuş. Robokop gibi giyinmiş, tam
teçhizatlı polislerde çevreyi kuşatmış vaziyette bekliyorlar. Çatışma çıkar mı, biber gazı sıkarlar mı diye
kızlar biraz tırsıyorlar. Kızlar burası Avrupa, panik yok. Nitekim biz polis
çemberinin dışına çıkıyoruz, protestocularda bildiri okuduktan sonra
dağılıyorlar.
Özlem arabayı almış, Beyaz Kule’nin önünde bizi
bekliyor. Biz de Beyaz Kule’ye çok yakınız. Kızlar yoruldular, kuleyi gezmek
onlara pek cazip gelmiyor.
Ben 2012 de geldiğimde yalnız içini gezebilmiştim.
Soğuk ve fırtına nedeniyle terasa çıkamamıştım. 2014’de ki gelişimde ise kuleyi
baştan aşağı sindire sindire gezmiş, her bir katta ki multivizyon gösterilerini
tek tek izlemiştim.
Beyaz Kule muhtemelen 1450-1470 yıllarında inşa
edilmiş, şehrin 15.yüzyılda ki Osmanlı surlarından geriye kalan tek yapı. Kule 33,90
metre yüksekliğinde, 22,70 metre çapında, altı katlı silindirik bir yapı. Altıncı
katta kulenin etrafındaki manzaraya bakan bir çatı var. Tuvaletlerin,
şöminelerin ve bacaların varlığı, kulenin yalnızca savunma amaçlı değil, aynı
zamanda askeri konaklama yeri olarak tasarlandığını gösteriyor
İlk yapıldığında Aslan Kulesi denmiş. Halk
arasında ise “Yeniçeri Kulesi”, “Kalamar Kalesi” adıyla anılmış. Yeniçeri ocağı
dağıtıldıktan sonra, yeniçeri döneminde yapılan işkence ve infazlar nedeniyle
adı Kanlı Kule’ye çıkmış.1883 yılında bina beyaza boyanarak, Beyaz Kule adını almış.
1884'te Selanik'i ziyaret eden Sırbistan'ın Londra Başkonsolosu James George
Cotton Minchin ise "Selanik'in tüm badanaları orada dökülen masum kanı
temizleyemeyecek" diye buyurmuş. Konsolos efendi önce kendi döktükleri
kana baksın.
1530'larda Arnavutluk'un Avlona kentinde inşa
edilen kuleye benzerliğinden yola çıkılarak Kule'nin mimarının Mimar
Sinan olduğu varsayılmış. Beyaz Kule'de kullanılan kütüklerin tarihlendirilmesi
1535 yılını gösterse de, bu kütüklerin kulede kullanılan ilk malzememi yoksa daha sonra tamirde kullanılan malzememi
olduğu belirlenememiş. Bu nedenle Rönesans dönemi Osmanlı askeri mimarisine ait
anıtların tarihlendirilmesi sıkıntılı.
Beyaz Kule 2006'dan beri Selanik Şehir Müzesi
olarak kullanılıyor. 2008'den bu yana,
şehrin kuruluşundan modern çağa uzanan kalıcı bir sergiye ev sahipliği yapıyor.
Anadolu’nun dört bir yanından gelen mübadillere ait fotoğraf ve belgeler kat
kat sergileniyor.
Beyaz Kule’nin biraz ilerisinde arabayı
görüyoruz. Özlem OTE Kulesinin tam karşısında park etmiş bizi bekliyor. 20012
yılında bu kuleye çıkmış, dönen
restoranda yemek yemiştim. Tüm Selanik’i tepeden görmüş, şehrin tadını
çıkarmıştım.
OTE (Hellenic Telecommunication Organization) Kulesi,
tüm Avrupa'da türünün en büyük etkinliklerinden biri olan Uluslararası Selanik
Sergisi'nin bulunduğu yerde inşa edilmiş, 76 metre yüksekliğinde bir
telekomünikasyon kulesi.Mimar Alexandros Anastasiadis tarafından 1966 yılında
tasarlanmış ve1970 yılında inşa edilmiş. Yunan Devlet Televizyonu'nun ilk siyah
beyaz yayınları buradan yapılmış.
Hep birlikte arabaya binerek arabayı otoparka
götürüyoruz. Otopark asansörlü, arabayı bırakıyorsun, arabayı asansöre bindirip
götürüyorlar. Biz de tekrar sahile çıkıp, kuleyi arkamıza alarak kuzeye doğru
kordon boyunda yürüyüşe çıkıyoruz. Selanik’in İzmir’i en çok andırdığı yer
burası. Sanki Karşıyaka sahilinde geziyoruz.
Daha önceki gelişimde kulenin güney tarafına
doğru yürümüştüm. Kulenin hemen arkasında Büyük İskender’in heykeli var. Büyük İskender
Heykeli1973 yılında şehir komiteleri tarafından toplanan bağışlar ile dikilmiş.
Bronz heykel ünlü heykeltıraş Evangelos Moustakas tarafından İtalya’da dökülmüş
ve mermer kaide üzerine oturtulmuş. Heykelin kendisi 6 metre, yüksekliği kaidesi
ile birlikte 11 metreyi buluyor. Heykel
İskender’i ünlü atı Bucephalus’un üzerinde yalın kılıç olarak tasvir ediyor.
Heykelin kara tarafındaki hizasında iki önemli
yapı var. Bunlardan biri Arkeoloji Müzesi diğeri de Bizans Kültürü Müzesi.
Arkeoloji Müzesine gelenlere ilave olarak 1 Euro bilet keserek, Kültür Müzesini
de gezmesi tavsiye ediliyordu.
Arkeoloji müzesinde, bizim gibi, soygundan arta
kalan eserlerini sergiliyorlar. Avrupa’nın büyük müzelerinde sergilenen
eserlerin çoğu Yunanistan’dan, bizden, Orta Doğu ve Mısır’dan kaçırılanlar ile
dolu. Louvre Müzesi için bir arkadaşım “Hırsız Müzesi” demişti. Katılmamak elde
değil.
Bizans Kültür Müzesi ise bina olarak ilgimi çekmişti, brüt beton ve tuğladan yapılmış, bizim ODTÜ’nün mimarisini andırıyordu. Konferans salonuna Yunanistan'ın 1981 yılında kurulan ilk sosyalist hükümetinde kültür ve bilimler bakanlığı yapan aktris Melina Merkuri'nin adını verdiklerini görmüştüm.
Şehrin güney kıyısında ki Allatini Köşk’ünden
de bahsetmek gerekir. Moise Allatini adlı
Musevi iş insanına ait bu köşkün bir yanında seramik fabrikası diğer
yanında aileye ait değirmen varmış.1909 yılında Abdülhamit’in tahttan
indirildikten sonra Selanik’e sürgün edildiğinde ailesiyle kaldığı bu köşk, 1912
yılına kadar Abdülhamit ve ailesine ev sahipliği yapmış. Zülfü Livaneli’nin
“Kaplanın Sırtında” adlı kitabı da bu köşkte geçmekte. 2009 yılında bina
restore edilmekteydi. Günümüzde Makedonya Bölgesi Merkezi ofis binası olarak
kullanılıyor.
Makedonya-Trakya Etnografya ve Folklor
Müzesi’ni gezdiğinizde ise iki kültürün birbirine ne kadar yakın olduğunu
görebilirsiniz.
Biz Beyaz Kule’den kuzeye doğru giderek, kordon
boyu sefası yaparken acıkmışız. Akşama daha çok var. Sahildeki Garçon Cafe’de
mola veriyoruz. Güneş batarken karnımızı doyuruyoruz.
Kordonboyu yürüyüşüne devam ediyoruz. Aristotales
Meydanı’na varıyoruz. Tarihi binaları ve bina altlarında şık kafelerin olduğu
büyükçe bir meydan. Meydanın sağında ünlü yunan filozofu Aristo’nun heykeli
var. Meydanda dolaşırken Özlem’in tatlı krizi tutuyor. Pastane Fregio’nun
tatlıları da çok güzel görünüyor. Haydi bir de tatlı yiyoruz. Akşam yemeği zor
artık Ladadika’ya gidecek gibi değiliz.
Meydanda ilerlerken karşımıza gene
protestocular çıkıyor. Pankartlarından anlıyoruz ki daha önce gördüğümüz grup,
içlerinden bazıları bize el bile sallıyorlar.
Grup gittikten sonra
meydanın ucuna doğru yürüyoruz. Meydanın ucunda oldukça büyük bir papaz heykeli
var. Heykel tanıdık. Yunanlılar 15 Mayıs 1919 ‘da İzmir’i işgal ettiğinde
İzmir'deki Rumların dinî lideri, yani İzmir Metropoliti olan papaz. Hani
eteklerini uçura uçura gelip İşgal komutanı Zafiriu’nun önünde diz çöken, önce
komutanın çizmesini , ardından Yunan bayrağını öpen, elindeki haçı havaya
kaldırıp, Yunan işgal ordusunu takdis eden malum zat. Askerlere hitaben verdiği
vaaz ise akıllara zarar.
"Evlatlarım... Elen çocukları!... Bugün, İsa'nın
en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda, ne kadar Türk kanı döküp
içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Ben de bir kâse Türk kanı
içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım. Bütün azizler
arkanızda. Haydi, buyurun İzmir’e!"
Her ne kadar böyle bir nutuk
atılmamıştır dense de “Metropolit’in
askeri birlikleri takdis için yaptığı tören ateşe benzin dökmekten başka bir
işe yaramamıştır." diye de
Ekim 1919'da Paris Barış Konferansı'na sunulan kapı gibi
Milletlerarası Tahkik Komisyonu Raporu vardır.
9 Eylül 1922 İzmir’in kurtulduğu gün. Heykel de
papazın ölüm Tarihi 27 Ağustos 1922 olarak yazılmış. Papaz efendi,ettiğinin bedelini
çok ağır ödemiş, Konak Meydanı'ndan Mezarlıkbaşı'na kadar üç kilometrelik yolda linç edilmiş.
Akşam oldu, yorulduk artık, yürüyerek otoparka
gidip arabamızı alıyoruz. Akşam ne olur ne olmaz Ladadika’ya yakın olalım diye
Egnetia caddesi üzerindeki Agean Hotel’e yanaşıyoruz. Otelin önünde üç arabalık
yer var, biri boş. Otel doluymuş, asansörden sonra, bir kat merdiven ile
çıkarsak ilave katta ki iki odayı verebilirlermiş. Burada da kaçak kat çıkma
adeti var demek ki. Gerçekten kata çıktığımızda ilave kat olduğunu görüyoruz.
Terasta iki oda başka kimse yok. Yok var, koridorda kafes içinde bir papağan
var. Odalar yeni yapılmış. Zaten bir gece kalacağız.
Biraz dinlenelim sonra ne yapacağımıza karar
veririz diyoruz. Gece ona doğru acıkıyoruz. Haydin acıktık madem Ladadika’ya
gidelim diyoruz. Özlem, “Siz kız kıza gidin ben uyuyacağım” diyor. İkiletmeden
kendimizi sokağa atıyoruz.
Ladadika, Selanik Limanı’na yakın bir zamanların
zeytinyağı tüccarlarının ve yağ depolarının olduğu bir yer. Günümüzde ise bir
çeşit bar ve restoranların olduğu bizim İstanbul Nevizade!nin benzeri bir yer.
Daha önceki geldiğim yıllarda gittiğimiz restoran kapanmış. Aradan onca yıl
geçmiş, üstelikte pandemi de onlarda zarar görmüşler. Sokaklarda dolaşıyor,
Akpon Taverna’da karar kılıyoruz. Kız kıza sohbeti özlemişiz. Barbayani sipariş
ediyoruz. Gelsin ahtopot, gitsin karides derken gece yarısını geçmişiz.
Keyfimiz yerinde, laf bitmiyor, bir yandan da yarın yola çıkacağız. Otele gelip
yatıyoruz.
30 Ocak 2023 Pazar
Sabah
Kavala’ya doğru yola çıkıyoruz. Kavala daha önce Haluk ile vize alma uğruna
Yunanistan’ı komşu kapısı yaptığımız, defalarca gezip gördüğüm yer. Haluk’un da
ruhunu şad edelim bu arada.
Kavala’ya vardığımızda arabayı kaleye yakın
yere park edip yürüyoruz. Osmanlı döneminde Mısır Hidiv’i olan Mehmet Ali
Paşa’nın evine doğru yürüyoruz. Bizi meydanda Mehmet Ali Paşa’nın heykeli
karşılıyor. Ben evi daha önce gezmiştim. Özlem’in de müze gezme hevesi yok.
Sibel ile Evşen eve giriyorlar. Biz de Özlem ile etrafı geziyoruz.
Kavalalı
Mehmet Ali Paşa ( 1769-1849) , Mısır Hidivi (valisi) olarak bilinir. 19.
Yüzyılda Osmanlı idaresine kök söktürmüş, sadece Mısır’ın değil, bugünkü Sudan,
Lübnan ve Suriye’nin de hakimi olmuş. Çıkardığı isyanlar ile özellikle II.
Mahmut döneminde Osmanlı’nın başına bela olmuş, Abdülmecit döneminde Mısır’ın
iradesinin, kendinden sonraki nesillerde en büyük erkek çocuğuna kalması
kaydıyla diye anlaşma yapılınca ortalık yatışmış.
Mehmet
Ali Paşa okuması yazması olmayan bir adam ama yanına Fransız danışmanlar almış,
askeri ve fen okulları açmış, Avrupa’ya
öğrenci göndermiş. Mısır pamuğunun ıslahını sağlamış, bugünkü uzun lifli Mısır
pamuğu kalitesini Mehmet Ali Paşa’ya borçlu. Nil Nehri boyunca tarım alanlarını
kayıt altına almış, orduyu modernleştirmiş, yani çağın ilerisinde biri. Ömrünün
son yıllarında demans ile boğuşmuş.
Kavala’da
ki Mehmet Ali Paşa evi, işte bu kişinin evi. Paşanın bilinen ondan fazla hanımı
var. Burası muhtemelen eşi Emine Hanım’ın yaşadığı ev. Evde başka hanımda var
mı bilinmiyor. Diğer eşlerinin isimlerinin arap isimleri olduğuna bakılırsa
onlar Mısır’da ki eşleri olmalı.
Ev
tipik Osmanlı zengin evi. Haremlik, selamlık, mutfak, hamam vs. İçi de gayet iyi
döşenmiş. Kızlar dışarı çıktıklarında içerde “Karikatür Sergisi” olduğunu
söylediler. Bol bol da resim çekmişler.
Bu
arada Kavala Arkeoloji Müzesi’nden de bahsetmeden olmaz 1934’de
kurulan bu müze mütevazi görünümünün yanı sıra, hem Doğu Makedonya’nın hem de
Yunanistan’ın en önemli müzeleri arasında. Müze de o kadar çok çeşit var ki, kil
figürler, metal kaplar, avluda Roma dönemine ait eserler. Yani oldukça zengin
bir müze.
Kafe Briki’ye giriyoruz. Kavala manzaralı,
denize tepeden bakan içi çok hoş döşenmiş bir kafe. Yer bulmak bir mesele.
Biraz bekleyip yer buluyor, daha sonra da boşalınca cam kenarına geçiyoruz.
Manzaranın tadını çıkara çıkara kahvelerimizi içiyoruz.
Deniz kenarına iniyoruz. Bugün Pazar, her yer
kapalı. Çarşıda sora sora Kavala Kurabiyesi satan yer arıyoruz. Sonunda
gelirken yol üzerinde gördüğümüz pastaneden ne bulduysak onu alıyoruz.
Sibel biz de olmayıp Bulgaristan ve
Yunanistan’da oldukça yaygın Lidl marketin müdavimi. Hem ucuz hem de kaliteli
ürünler satıyorlar. Krem üretiminde oldukça popüler, Alman Cien ile özel
anlaşmaları var. Gel gör ki bugün Pazar, açık Lidl bulacağız diye Kavala’nın
girmediğimiz sokağı, gezmediğimiz caddesi kalmıyor. Bu kadar Kavala yeter deyip
İskeçe’ye doğru yola çıkıyoruz. İnternette orada ki Lidl açık görünüyor.
Haluk ile daha önce geldiğimde Serez ve
İskeçe’ye ayrı vakit ayırmıştık. Serez ‘de Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in
asıldığı çarşıyı aramıştık. Çarşı falan kalmamış ama bize bahane olmuştu.
Haluk’un büyük anne ve büyük babaları Serezliymiş. Türkler çiftçilik
yaptıklarına göre şehir dışında ki yerlerde yaşamışlardır diye düşünmüş,şehrin
dış mahallerine doğru çıkmıştık. Ne tarla kalmış, ne çift ne çubuk. Etrafı
gezelim derken, dönüp dolaşıp aynı yere çıkmaya başlamıştık. Üçüncü turda da
aynı yere çıkınca “Yahu Haluk seninkiler
bizi bırakmıyor, bir Fatiha oku istersen” demiştim. Haluk’da esprimi ciddiye
alıp, arabayı kenara çekmiş, Fatiha okumuştu. Sonra ne mi olmuşdu? Gene aynı yoldan gitmemize rağmen bu sefer ana yola
çıkmıştık. Bunu her hatırladıkça ürperirim.
Neyse, İskeçe’ye ( Yunanca adı Xanti) doğru
ilerlerken ben, özellikle eski şehrin güzelliğini anlatıp duruyorum. Dar bir
sokakta bir tarafta Osmanlı evi, karşısında Rum evi, biri cumbadan diğeri
balkondan birbirlerine tabak uzatmışlar.
2014 Mayısında İskeçe’de dolanırken günümüzde
müze olarak kullanılan bir ev gözüme
çarpmıştı. Müzede çocuklara etkinlik düzenlenmekteydi ve ziyaretçi
almıyorlardı. İsminin Sami Karabıyıkoğlu olduğunu öğrendiğim gazeteci, Türk
olduğumu söyleyince beni içeri almış, müzenin müdürü Paskalis Santapulos ile
tanıştırmış ve evi gezdirmişti.
Ev 1860 yıllarında, tütüncülükle zengin olmuş
baba Kuyumcuoğlu tarafından iki oğlu
için yaptırılmış. İki oğlan demek, iki de gelin demek. Salonun ortasında kayar
bir kapı var. Gelinler kavga ettiğinde kapı kapanıyor, ev iki ayrı bağımsız
bölüm oluyor, barıştıklarında kapı açılıyormuş. Bahçe de iki hamam var. Önce
hamam tekmiş, gelinler paylaşamayınca mecburen ikinci hamam yapılmış. E ne
demişler “Eltilerin hamamda bohçası bile
çekişirmiş”
İskeçe’nin en önemli özelliği Yunanistan’ın
ilk sanayi kentlerinden bir olmasıymış. Tütün yetiştirildiği için tütün
fabrikaları kurulmuş. Tütünde ve fabrikada çalışmak üzere işçi göçü olmuş.
İskeçe en zengin dönemini 19.yüzyıl da yaşamış. Üç adet banka, büyük elçilikler
ve 53 adet otel açılmış. Çok büyük bir
hastane yapılmış, sinema ve tiyatro gelmiş. Rehberim “Egemen sınıf batı
etkisinde kalmış, bu yüzden eklektizm kaçınılmazdı” diyor. Osmanlı ve Ermeniler, zengin sınıfı
oluşturuyordu diye devam ediyor. Halk nasıldı? diye sorunca da onlarda Yunan,
Ermeni ve Osmanlı’ydı diyor. Yani o dönemde Yunan halkı egemen ve zengin
olamamışlar
Göçle gelen Ermeni, Yunan vs milletler
örgütlenmeye başlamış, sendikalar kurulmuş. İskeçe I. Dünya ve II.Dünya
savaşından nasibini almış. Bulgaristan, Yunanistan arasında elden ele gezmiş.
Günümüzde de Türklerin yoğun olarak bulunduğu şehirlerden biri.
Müzede ki etkinliğin adı da çok hoştu
doğrusu “Masallarla Irkçılığa Gol
Atıyoruz” . Yaşayın siz çocuklar, bol gollü maçlarınız olsun.
İskeçe’den sonra Porta Lagos’a gitmiştik.
Vistonida gölü kıyısında dolaşmış, flamingoları, Dalmaçya pelikanlarını
seyretmiştik. Göle tahta köprü ile bağlanan, yüzen kilise Aya Nikola kilisesini
gezmiştik. El arabasında garip bir mahlukat satan adama bu ne demiştim?
“Hohliz” demişti. Çocukluğumun Urla’sına gittim bir anda. Urla’da Giritli arkadaşlarımın evlerinde
yemiştim, tatlı ete benzeyen hohlizi. Bildiğiniz sümüklü böcek.Tatlarımız
ortak, müziğimiz ortak, kültürümüz ortak, biz neyin kavgasındayız allasen?
Gelelim günümüze, İskeçe’de ki Lidl’da
kapalı, gelmişken Saat Kulesi’ne kadar gidelim bari diyoruz. Hacı Emin Ağa
tarafından 1870 yılında yaptırılan şehrin sembolü Saat Kulesi’ne kadar gidip
geriye dönüyoruz.
Artık akşam olmak üzere, acıktık da, yemek
için Dedeağaç’a (Yunanca adı Aleksandrapoli- İskender’in şehri) gidelim
diyoruz. Sibellerin daha önceden keşfettikleri, Nisiotika Restorana
gidiyoruz. Türkiye’de böylesini
bulamayız diyerek, gene ahtapot, karides ve de Barbayani’yle sofrayı
donatıyoruz. Buranın bir de kabak kızartması var ki vallahi iki tabak anında
bitiyor. Üzerine de bir tatlı kokteyli geliyor ki adamlar bu işi biliyor.
Hesap, Euro’nun 20 TL’lerde gezmesine rağmen,
Türkiye’de ki fiyatların neredeyse yarısına geliyor. İki günlük gezide yeme,
içme, gezme, konaklama, benzin parası hatta yurt dışı çıkış harcı dahil kişi
başı 200 Euro harcıyoruz.
Mart 2023
İSTANBUL-ANKARA
Not:
Yazıyı yazmaya başladığım sırada 6 Şubat
Pazartesi, ülke olarak bir kabusa uyandık. Son satırları yazmak için bir ay
elim klavyeye gitmedi. Yıkılan evler değil, yıkılan hepimizdik. İnşaat
Mühendisi olarak yapılan cahilliklere canım sıkılıyor,. yönetimin
beceriksizliği, insanların çaresizliği canımı yakıyordu. Tüm ülkemin başı sağ
olsun. Umarım tez zamanda sağalırız.
Her zaman söylerim.. seninle gezmenin ayrıcalığını yaşamak kadar güzel bir duygu yok… ha bide Evşen’siz olmaz 🤗❤️❤️🤗
YanıtlaSilSevgili Ferysl, her zamanki gibi güzel bir gezi yazısı. Selanik' e gitmedim, Kavala'ya kurabiye almak ve kalamar ızgara yemek için uğramıştık, Meteora'yı da gezdiğimiz yıl. Güzeldi okumak kaleminden satırlarla gezmek. 20012 yılında gezmiş olman da ayrıca, gelecekten haberdi. )):
YanıtlaSilSağolun Abla'cım
YanıtlaSilKalemine sağlık Feryal'im, okurken yaşatiyorsun...
YanıtlaSil