DOĞA ROCK AND ROLL YAPMAK İSTEDİĞİNDE
DOĞA ROCK
AND ROLL YAPMAK İSTEDİĞİNDE
Yıllar
yıllar önceydi, 17 Ağustos sabahında tüm ülke bir felakete uyanmıştık. Ülkemin
güzel insanları göçük altında kalmış, binlercesi hayatını kaybetmiş, sağ
kalanlar ise uzun yıllar bu travmanın etkisini üzerlerinden atamamışlardı.
Sanayimiz kalbinden vurulmuş, ekonomimizde enkazın altında kalmıştı.
Nergis
telefon etmişti. Ben deprem bölgesine gidiyorum, hiç olmazsa ellerimle enkazı
kazar, bir işe yararım diyordu. Herkes bir şey yapmaya çalışıyordu.
Şirket
olarak, ilk aklımıza gelen, iki kamyon buz temin edip bölgeye yollamak olmuştu.
Proje müdürünün o buz kalıplarını sırtında taşımasını unutamam. Yaz sıcağında sağlık ocaklarında ki ilaçlar bozulmasın diye düşünmüştük.
Ertesi günü,
o zaman ki İzmir Ticaret Odası başkanı Ekrem Demirtaş aramıştı. Aklı başında
cevval bir mühendisin var mı? İzmir olarak çadır kent kuracağız, şantiyeyi
yönetecek birini arıyoruz demişti. Doğrudan sen gidermisin diyemedi herhalde diye düşünerek, Ekrem Bey biz ne güne
duruyoruz, biz gideriz demiştim.
Ortak ile
beraber Gölcük’e gidiyoruz. İzmir Belediyesi, askeriyenin içinde mutfak kurmuş,
Konak Belediye başkanı Erdal İzgi, Bornova Belediye Başkanı Cengiz Bulut’da
oradalar. Askeriyenin tesisleri de mahvolmuş, askerlerimiz de göçük altında
kalmışlar, çadırlarda hizmet vermeye çalışıyorlar. Biz oranın sorumlusu ile tanışıyoruz. O
arada Koç grubundan birisi elinde havalı uydu telefonu ile sağla solla
konuşuyor, yaparız ederiz diyor ama somut bir önerisi yok. Hemen mini bir
toplantı yapılıyor. Biz 500 çadırlık yer
istiyoruz diye söze giriyoruz. Komutan bakıyor ki biz de iş var, hemen
haritadan Değirmendere’de ki bir yeri gösteriyor, gidin bakın, uygun bulursanız
ona göre organize oluruz diyor.
Gösterilen
yeri beğeniyoruz, yola yakın, etrafta bina yok, zeminde kötü görünmüyor, yalnız
temizlenmesi lazım. İşe koyuluyoruz, Köy İşlerinden gelen iş makinalarını bizim
tarafa çeviriyoruz. Kepçeler enkaz temizliğine gidiyor,kepçe haricinde ki dozer
greyder türü ne kadar makine varsa diziliyorlar ve araziyi temizlemeye girişiyorlar. Hiçbir
yetkimiz yok ama, planımız var, irademiz var, duruşumuz var, çok geçmeden
herkes bize komutanım demeye başlıyor. O arada DSİ’nin sondaj makinasını
görüyoruz, su çıkarmak için delecek yer aranıyormuş, kimse gel şurayı kaz
demediği için, makina dolanıp duruyor. Biz gel deyince hemen geliyor. Yirmi metreden suyu çıkarıyor. Yirmi
metreden su çıkması demek, Değirmendere su üzerinde yüzüyor demek. Yıkımın bir
nedeni de bu olsa gerek.
Mıcır lazım,
devletin kurumları birbirinden emir almıyor, yukarıdan emir bekliyor.
Karayolları, sondajı DSİ yaptı, köy işlerinin makinaları var diye mıcır
vermiyor. Arabaya atlayıp karayollarının şantiyesine gidiyorum. Oradakilerde
depremde sersemlemiş haldeler. Bana bakın ben eski kara yolcuyum diyorum. Kara
yolculuğum da üniversitede karayollarında iki ay staj yapmaktan ibaret, sadece
bazı isimleri tanıyorum. Benim müdürüm Rıdvan Dedeoğlu’ydu deyince, yaşlı bir
mühendis hemen telsizle hanımefendi bizden, ne istiyorsa verin diyor. Böylece
mıcır ocağı bize açılıyor.
Öncelikli
olarak iki kamyonu peşime takarak çadır kente ulaşıyorum. Şantiyeye geliyorum
makinaların yakıtları bitmiş, hepsi durmuş. Bütün akaryakıt istasyonları
depremde hasar görmüş, akaryakıt sadece askeriyede var. Hemen ortakla arabaya atlayıp
askeriyeye gidiyoruz. Askeriye yakıt verecek ama kamyona verebiliyor. Paletli
dozerleri on kilometre getir, on kilometre götür yaparak mı yakıt dolduracağız?
Bize bir kamyonet ve birkaç varil lazım.
Ortak ile belki
bir yerlerden buluruz diye aranmaya başlıyoruz. Her bir enkazın başında bir
kepçe, insanlar bekliyor. Enkaz altından bir ses bir nefes umuyorlar. İnsanlar
delirmiş gibi, kimi ağlıyor, kimileri naralar atıyorlar. Kimi ellerini
başlarının arasına almış ağlıyorlar.
Sokak
aralarından, altımızda ki arabanın altının yüksekliğine güvenerek, yol namına
ne kaldıysa üzerinden geçerek ilerliyoruz. Boş bir arsada bir kepçe görüyoruz.
Kepçenin yanında bir kamyon ve de bir kamyonet, kamyonetin üzerinde de iki
varil var. Ortağa ben hayal görmüyorum değil mi diyorum. Yok ben de görüyorum
diyor.
Arabadan
atlayıp kepçenin yanında ki adama koşarak gidiyorum. Bize kamyonetin lazım
diyorum. Adam şaşkın şaşkın, kim olduğumu soruyor. Biz İzmirliyiz, çadır kent
kuruyoruz. Makinaların yakıtı bitti, kamyonet ile varil lazım diyorum.
Adam boynuma
sarılıyor, “Abla seni Allah mı gönderdi?” diyor. Tepeköylüymüş, adı da benim
ortak ile aynı Hüseyin. Depremin olduğunu duyar duymaz, kepçesini kamyona
yüklemiş, kepçe operatörü kamyonu kullanmış, kendisi de iki varil yakıtı kamyonete
yükleyerek direksiyona geçmiş, kendi yiyeceklerini de yanlarında getirmişler, bir işe yararız diye gelmişler. Enkazdan ceset çıkarmaktan morali
bozulmuş, yakıtı da bitmiş, ne yapacağını bilmez halde kepçeyi ve kamyoneti boş
arsa bulup oraya çekmiş.
İzmirli
hemşerilerine kamyonette varilde feda olsunmuş, ama işimiz bitince varilleri
dolu olarak ona verecekmişiz. Gel kardeş, mazot işi kolay deyip, kamyonetle
askeriyeye dönüyoruz. Varilleri doldurup doldurup şantiyeye gidiyoruz,
makinalara yakıt ikmali yapıyoruz. Son iki varili de Tepeköylü Hüseyin’e
veriyoruz. Abla bir şey diyeceğim. Ben de sizin oradaki çalışmaya getireyim
kepçeyi diyor.
O arada
Ekrem Bey arıyor, yardımlar çığ gibi diyor, beş yüz çadırı bine
çıkarabilirmiyiz diyor? Çıkarırız Ekrem Bey çıkarırız diyorum. Tepeköylü
Hüseyin’i anlatıyorum. Ekrem Bey’in telefondaki sesi titriyor. Ortak, ihtiyaç
listesini veriyor, ilk olarak konteyner, jeneratör ve bilgisayar istiyoruz. Ekrem Bey bilgisayara
takılıyor, bin kişilik bir mahalle kuruluyor, kaydının tutulması lazım diyoruz.
Akşam
askeriyede yatacağız. İzmir Büyükşehir Belediyesi, belediye otobüslerinin içine
ranza koyarak yatakhane yapmış, alt ranzaya yatıyorum, yanımda vinç operatörü,
üzerimde kimbilir kim? Öyle adrenalin yükseltmişim ki yorgunluğuma rağmen uyku
tutmuyor. Ben burada ne arıyorum? Nasıl bir kabusun içindeyim? Kendi kendime,
bana bak diyorum, yanmış yıkılmış memleketimin insanlarının yardımına koşmuşsun
ne güzel işte, yat uyu diyorum.
Sabah
kahvaltıda Cengiz Bulut ile çevreyi gezmeye çıkıyoruz. O makine mühendisi, ben
inşaat mühendisi yıkık binaların resmini çekiyor, yıkımları kendimizce
yorumluyoruz. Ah bu son kata demir bırakıp, daha sonra kat çıkmalar yok mu? 15
cm birdirme payıyla dikilen kolonlar yok mu? Hiç olmadı bir kaynakçı çağırıp
kaynatsaydınız. Asansör kulelerinin
etrafındaki betonarme perdeler, beşinci kata kadar çıkmış, beşinci kattan sonra
perde kalıbını yapan usta işi bırakmış
herhalde son üç kat tuğladan yapılmış. O zamanlar betonda sülfat korozyonu
bilinmiyor, deniz kumuyla betonları karıp karıp dökmüşler kalıbın içine, bir de
ekipler kendi kafalarına göre bir
teskere çimento, iki teskere kum diyerek el terazi göz nizam kardıkları
betonlarla dikmişler apartmanları. Ahhh ahhh mühendisliği bizden mi
öğrenecekler, yapmışlar işte. Deprem öldürmesin, sel öldürmesin, rüzgar
öldürmesin diye inşaat mühendisliği diye bir ilim oluşturulmuş. Yerin altında
ne var ne yok, ne yapar, ne eder anlamak için jeoloji diye bir ilim var. Kime
diyom ben?
Biz böyle
dolaşırken yanımıza örme yelekli, altında pijama bir vatandaş geliyor. Cengiz
Bey ile bir samimiyeti var belli. Adam perişan, uykusuz, moralsiz. Adama
yanaşıyorum, kardeşim git çoluğunun çocuğunun başına, dolaşma buralarda senin
görevin ne ise biz yaparız, sen felaketzedesin, hadi git diyorum. Sağol abla,
deyip gidiyor. Cengiz Bey abla sen kimi azarladığını biliyormusun diyor. Gölcük
mü Değirmendere mi şimdi hatırlamıyorum, bir yerin belediye başkanıymış. Bu
depremden çok iyi bir ders alıyoruz. Felaket
bölgesindeki yöneticilerde felakete uğruyorlar. O nedenle civardan, felakete
uğramamış yerlerden yöneticiler işi ele almalı.
Cengiz Bey
ile şantiyeye dönüyoruz. Ege Yıldız’ın tuvalet ve banyo konteynerleri
indiriliyor. Gönderdiği ustalar, su ve pis su için boruları çekiyorlar. İki boş
konteyneri çamaşırhane yapalım diyorum. Kadın gözüyle bakınca ihtiyaçlar farklı
oluyor. Ekrem Bey’den beş adet çamaşır makinası istiyorum. Onun gideri içinde
ayrı foseptik çukuru açtırıyorum. Elli adet çöp konteyneri istiyor, onun yerini
de temizletiyorum. Bu arada konteyner ve bilgisayar gelmiş. Çadır kente gelecek
ahaliden bir kısmı çalışmaları seyrediyor, onların arasından genç bir çocuğu
muhtar seçiyoruz. Hüseyin hemen bilgisayar ve kayıt işlerine girişiyor.
Çadırkent planını çıkarıyor. Bu arada bizim Tepeköylü Hüseyin, üç makinanın
yaptığı işi yapıyor, akşama doğru arazi temizliği bitiyor.
Artık kanka
olduk, karayolcular arka arkaya mıcır kamyonlarını gönderiyorlar, onlar
boşaltıyor, köy işleri seriyor. Bir bakıyoruz, karayolları hızını alamamış bir de silindir yollamış.
Devletin bütün kurumları birbiri ile barışmış, herkes birbiriyle yarışıyor.
TEK’den
mühendisler geliyor, elektrik sorununu çözüyoruz. Kaç kişi gelecek buraya
diyor, gerekli notları alıp gidiyorlar. Bir saat sonra koca bir direk ve küçük
direkler geliyor, DSİ’nin sondaj makinesi gitmek üzereyken yoldan çeviriyoruz,
direk için çukuru açtırıyoruz. Karayolları beton yolluyor, direği dikiyoruz.
Yarın üzerine trafo konulacak.
Her şey
yolunda giderken, aşağı caddeden bağrışlar geliyor, ne oluyor diye gidiyoruz
ki, halk bölgeye dört gün sonra gelen siyasileri yuhalıyormuş. Zevat arabadan
inemeden bölgeden ayrılıyor.
Şantiyeye
komutan geliyor. Siz ne yapmışınız böyle? diyor. Diğer gruplar nasıl diye
soruyoruz? Hala toplantı yapıp konuşuyorlarmış. Komutana çay bile ikram
ediyoruz.
Üçüncü gün,
Hüseyin burası yola girdi, sen artık dön, ben birkaç gün daha kalırım diyor,
otobüsteki ranzalarda sürünmeme daha fazla gönlü razı olmuyor.
Vapur ile
İstanbul’a gidiyorum. Bir arkadaşım beni vapurdan alıp havaalanına götürüyor.
Atatürk Havalimanı büyütme çalışmaları yapılıyor, kendisi de oradaki şantiyede
çalışıyor, inşaat sahasını gezdiriyor, monte edilmek üzere yerde istiflenmiş camlar
birbirlerinin üzerine yıkılmış, ortalık cam kırıkları ile dolu. Can kırıkları,
cam kırıkları, ülke kırık dökük, ah güzel ülkem.
Akşam
İzmir’de evimdeyim ama aklım Gölcük’te, Değirmendere’de, Karamürsel’de kalıyor.
Günlerden sonra banyo yapıp kanepeye uzandığımda içimi bir suçluluk kaplıyor.
Hayat ne kadar garip, eşimi kaybettiğimde dünya başıma yıkıldı sanmıştım, dünya
insanın başına nasıl yıkılıyormuş depremi görünce anlıyorum. İnsanlar ailesini
kaybetmiş, evlerini kaybetmiş, yaşama sevinçlerini kaybetmişler. Kendi acım
yüreğimde küçülüyor, küçücük kalıyor. Ben sıcacık evimdeyim, insanlar çadırda
yer bulduğuna seviniyor, bir kap yemek için şükrediyor, böyle bir acı tekrar
yaşanmaz umarım.
Çadır
kentimiz faaliyete geçiyor. İzmir olarak Örnek bir mahalle yaptık, Ekrem Bey
yönetiminde tüm İzmir’in ticaret erbabı
lojistik de bizi hiç yalnız bırakmadı, İzmir belediyesi yemek ve yatacak
yer sağladı. Askeriye her daim yanımızdaydı. Devletin Karayolları, DSİ’si, Köy
İşleri, TEK’i, civar belediyeleri can siperane çalıştılar. Halkımız hiçbir
karşılık beklemeden kepçesi ile , kamyonu ile çıkıp geldi. Bu ülke yıkılmaz,
yeter ki inansın ve doğru yönetilsin, biz iki genç mühendis, işin başına
geçtik, herkes bize güvendi ve inandı bir haftada bin çadırlık mahalleyi kurduk. Felaket anlarında insanların güvenmeye ve
doğru yönetilmeye ihtiyaçları var.
Depremden
iki yıl sonra yeni deprem yönetmeliği çıkıyor. Denetim şirketleri kuruluyor,
hele şükür mühendisliğin kıymetini anladılar derken yıllar geçiyor, dün gene
ülkem bir felakete uyanıyor. Yer yerinden oynamış. Doğa rock and roll dansı
yapmış. Yerin altı üstüne gelmiş. Gene aynı manzara, gene bir şey olmaz zihniyeti ile cahil
cesareti ile yapılan binalar, gene ülkece içimiz yanıyor. İnsanlarımızı
kaybediyoruz, fabrikalarımızı kaybediyoruz. Ekonomimiz kötüye giderken, Antep’ten
vızır vızır tırlar Ankara İstanbul otoyolunda gidip geliyor, aman ihracatımız
bizi ayakta tutuyor derken başımıza bu geliyor.
O bölgede ki barajlarımız ne halde?
Bunu düşünen vardır umarım, bir de insanları sele kaptırmayalım. TV’lerde
belediye başkanları konuşuyor, perişan, uykusuzlar. Civar bölgelerdeki
başkanların, felaket bölgesindeki başkanların yanlarına gidip idareyi ele almaları lazım.
Yönetimin, askerini, polisini seferber etmesi, bize oy veren, bize oy vermeyen
psikolojisinden çıkması lazım. Ülke için bu deprem Marmara Depreminden daha
büyük bir felaket, paniğe kapılmadan gereken yapılmalı.
İnsanların
psikolojileri çok kötü, bu ruh hali en az iki üç yıl daha devam ediyor,
psikolojik destek gerekiyor. Yıkılan ev
yapılır, fabrikalar yapılır, giden canlar geriye gelmez, amma yaşayan canların
ayakta kalması, hayata tutunması ve desteklenmesi lazım.
Yurdum
insanı el birliği ile bu yarayı sarar. Marketleri yağmalayan üç beş çapulcu her
zaman vardır. Marmara depreminde enkazdan altın çalmaya çalışan, ölülerin altın
dişini çekmeye çalışan, kadınlara tecavüz etmeye çalışan yok muydu? Vardı. Ama tüm ülke seferber olmuştuk, iyilik
çoğunluktaydı. Enseyi karartmaya gerek
yok, bunun da üstesinden geliriz. Felaket anlarında iyimiz, kötümüzden kat kat
fazladır.
Güzel ülkem, başın sağ olsun, enkaz
altında kalanlar sağ salim yer yüzüne çıksın, insanlarımız yaralarını sarsın,
sağalsın. Sevdiklerini kaybeden tüm yurttaşlarıma sabırlar diliyorum.
Feryal Bekdik
İnşaat Mühendisi
07 Şubat 2023 İstanbul
Kalemine klavyene sağlık Ferya cim
YanıtlaSilÇok duygulandın. Öylesine haklısın ki.Bu yazını paylaşıyorum .
YanıtlaSilKalemine sağlık
YanıtlaSilSevgili Feryal ne güzel anlatmışsın , olay bire bir gözümde canlandı , her şeyi girişkenliğinle çözmüş , insanları kaynaştırmışsın , seninle gurur duydum , sonra senin ilk yerinde sana “ KADINDAN ŞANTİYECİ Mİ OLURMUŞ “ diyenler geldi aklıma , bir baktım gözlerim dolmuş , İYİ Kİ varsın .
YanıtlaSilİzin verirsen bu güzel çabanı , seydişehir alüminyum tesisleri grubumda ve petkim Aliağa Montaj grubumda paylaşmak isterim . Her iki grubumda yüzlerce mühendisten oluşan , tesislerin montajında çok emeği geçmiş idealist arkadaşlarım
İstediğimiz yerde paylaşın, çok sevinirim
SilFeryal izin verdiğin için teşekkürler . Meral Kara
SilFeryalcim yine ne güzel anlat mişsin. Emeğine sağlık, bu günler için de Feryaller çıkar da derde derman olurlar . Ben de 1999 depremini bizzat oğlumla yaşayanım . Sonrasında evde oturup tv de izleyen olmadım, kendimce, yeterli olmasa da bir şeyler yapmaya çalışmıştım.
YanıtlaSilFeryal helal olsun sana arkadaşım.
YanıtlaSilİyi ki varsın ortak. Kalemine sağlık. 👏👏👏
YanıtlaSilCanım Feryal ablam, yine gözyaşlarıyla okudum
YanıtlaSilİzmir Türkcell otomasyon ve hizmet binasından şantiye arkadaşım Feryal ablam Hüseyin Cimşit abim, sizi hala seviyorum o günleri bize anlattıkların ile hatırlıyorum o zaman çiçeği burnunda bir kız evlat babasıydım. Mustafa Kartal Ben elektrik şantiye şefi.
YanıtlaSil