ANTAKYA
THBT dönem
ağamız Bülent Kiymir “Hayde Antekyeye
Gidek !!! diye duyuru yapınca, daha önce Antakya’yı görmüş olmama rağmen çağrıya
uydum ve “ Geliyorum Ağam” diyerek ismimi yazdırdım.
Antakya
öyle böyle değil….Dünyanın en eski yerleşim birimlerinden biri… İsa’dan önceki 5 000 yılına ait höyükler bulunmuş, MÖ 3.000
de Akatlar MÖ 2.000 li yıllarda Hurriler’in egemenliği görülmüş. Daha sonra Yambat
Krallığının ve MÖ 1575 de de Hititler’in eline geçmiş. Arada kaybolmuş ayak altında
kalan yıllar var.. MÖ 900 de Geç Hititler bölgeye hakim olmuş…MÖ 558 de Perslerin
eline geçmiş. MÖ 333 de Büyük İskender bölgeye hakim olunca Helenistik kültür
yayılmaya başlamış… Büyük iskender’in ölümünden sonra bölge Antiganoslarla
yaptığı mücadeleyi kazanan Babil Satrabı Selevcos I. Nicator’un hakimiyetine
girmiş… Selevcos Antakya’yı başşehir olarak kurmuş ve buraya babasının adını
vermiş… Antiochus…Sonraki 1.yüzyıldan itibaren, Romalılar,Bizanslılar, Araplar,
Selçuklular, Haçlılar, Memluklar ve 1516 da Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı
İmparatorluğuna katılma.. Dört asır Osmanlıların hakimiyetinde kalmış….. .Kimler
gelmiş, kimler geçmiş bu diyardan.. Fransızlar bile oturmuş 1918 de zorla..
Daha sonra bağımsız Hatay Devleti olmuş. Kendine ait cumhurbaşkanı ve meclisi
bile varmış… Atatürk’ün hastalığı esnasında en çok dert ettiği konulardan biri
olmuş “Hatay Sorunu”…. Ve mutlu son Hatay 29 Haziran 1938’de anavatana katılmış….
Tek Tanrılı
semavi dinlerin üçü de burada
kucaklaşmış ve hala huzur içinde bir arada yaşayabiliyorlar..Doğu Akdeniz
kıyılarının doğal zenginlikleri ve renkli kültürü burada harmanlanmış...
26 Ağustos 2006 Cumartesi
Sabah
Vasfiye’nin “Arkadaşlar kalkın” mesajı ile uyandım. Arkadaşlardan hatırı sayılır bir grup Sabiha
Gökçen’den yola çıkıyor, Atatürk Hava Limanı yolcusu olarak ben tek kaldım. 7:00
uçağı ile Adana’ya hareket ettim. Bizim takım Adana Hava Limanı yanındaki Ceren
Kafe’de buluşacak…
Sabah 9:00 da
Ceren Kafe’ye varıyorum… “Çağrı” yı duyan gelmiş. Ankara, İzmir, İstanbul,
Mersin’den akın akın gelmiş millet… 120 kişilik büyük bir kafileyiz… Üç otobüs
dolusu insan, beş gün gezecek, görecek, çalıp söyleyeceğiz….
Ağamız tüm
dönem ağaları içinde en muzip, en espirili ve yaratıcı ağa olma özelliğini
gezinin ilk dakikasında belli ediyor… Otobüslere binecekleri gruplarken her
otobüse renk vermiş… Pembe, mavi, sarı… Ameliyat olacak hastalara ya da yeni
doğan bebeklere takılan bilekliklerden ismimiz yazılmış olarak birer adet
dağıtıyor. Herkes otobüsün rengine göre bilekliklerini takıyor… “Ağam sen çok
yaşa” … Bizim gibi evde ebe yardımıyla doğanlara bileklik neyin takılmadığı
için, çok şükür şu dar-ı dünyada ağamız sayesinde bilekliğimiz de oldu…. Gerçi
bilekliğin rengi mavi ama olsun…..
Otobüslere
binerek Antakya’ya doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde Payas beldesine
uğruyoruz. Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’ni geziyoruz. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nde külliye ile ilgili satırlara göz atmakta yarar var….
“Cesur şehir halkı, garip dostu Oğuz
taifeleridir. Namazını kılan, imanlı, Allah’ın birliğine inanan derviş meşrepli
adamları vardır. Korsan ve haramiler hasaratı, şehre ve yola bir ilişik etseler
derhal bu şehir halkının şahbazları pür silah hücum ederek,haramileri avlayıp,
gelip geçen Müslüman hacıları ve kara ve deniz tüccarlarını geçirirler..Sözün
kısası kale,han, imaret, mescid,medrese,çarşı, hamam hepsi kagir binadır ve
hasenatın hepsi Şehit Gazi Sokollu Mehmet paşa’nın binasıdır.o bolluk asırda
Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Çok kereler hayır binalarda yemek yemişizdir.
Ama hepsinden lüzumlusu bu hacıların geçiş yeri olan Payas şehridir. Miladi
1574 tarihinde yapılmıştır”
Otobüste Halil
ve Bülent Ağa’nın önderliğindeki şamatayla Antakya ‘ya nasıl vardığımızı
anlamıyoruz. Öğlen yemeği için Anadolu Restoran’a gidiyoruz.
Yemek yoğurtlu
aşur çorbası ile başlıyor.. Yöresel yemek ve mezeyle devam ediyor… Zahter
salatası ve humus Antakya mutfağının
vazgeçilmeziymiş… Menü de ayrıca tavuk var… Yemeğin üzerine kabak
tatlısı yiyoruz ama bu bildiğimiz kabak tatlısından çok farklı, kerameti
kireçteymiş… Ahmet Titrek’in yolladığı
Antakya Yemek tariflerinden birkaçını buraya almakta yarar var…
ZAHTER SALATASI (Kekik Salatası) 250 gr zahter kekik 1 çay kaşığı nar ekşisi
1 orta boy soğan 1 tatlı kaşığı salça veya toz biber 1 çorba kaşığı zeytinyağı
Yarım demet maydanoz Zahterin taze
yaprakları alınır, doğranıp yıkanır. Acı suyunun gitmesi için tuzla ovulur,
biber, nar ekşisi, maydanoz, zeytinyağı ilave edilerek karıştırılır. Not: Arzu
edilirse yeşil zeytin küçük doğranıp ilave edilir.
HUMUS 500 gr. nohut
4 tane limon 1,5 su bardağı tahin Tuz, iki diş sarımsak Nohut bir gece önceden ıslatılır. Bir
tencerede çok iyi pişinceye kadar haşlanır, suyu süzülür. İnce delikli
süzgeçten iki defa geçirilir. Limonların suyu sıkılır, sarımsak dövülür, tahin
ezilip püre haline getirilmiş nohuta karıştırılıp içine tuz eklenir. Bu karışım
bir servis tabağına yayılarak konur. Üstüne kimyon, toz biber serpilir ve
zeytinyağı gezdirilir. Üstü domates, turşu ve maydanozla süslenir. Not : Arzuya
göre süneber (çam fıstığı) tereyağında kavrularak sade humusun üstüne dökülür
BAL KABAĞI TATLISI
Yemekten sonra restoranın yanındaki okulun bahçesine film
platosu kurulmuş. Başrollerinden birini Metin Akpınar’ın oynadığı “Eve Giden
Yol “ filmi çekiliyormuş. Konusu I.Dünya savaşı Fransız işgali sırasında geçen filmin döneme uygun giysileri içinde oyuncuları ile
hatıra resmi çektiriyoruz….
Dünyanın sayılı
müzelerinden ve de mozaik üzerine Tunus’ta ki Bardo Müzesinden sonra ismi geçen
“Antakya Müzesi” ne giriyoruz.
Mozaiklerden
önce Antakya Lahdi’ni görüyoruz. Bir
apartman kazısı esnasında tesadüfen bulunan lahit üzerindeki kabartmalar
muhteşem..
Mozaik
bölümünde epey oyalanıyoruz. Arkadaşlar burada da şamata yapacak iyi bir konu
yakalıyorlar. “Bahtiyar Kambur” mozaiği…
Adam hem kambur hem bahtiyar nasıl olur?
Eh mozaikteki gibi üç bacaklı olursa olur diye gülüşmeler arasında
konuyu bağlıyorlar… Konunun orda kaldığını sananlar yanılıyorlar… “Bahtiyar
Kambur”un karşımıza gene çıkacağını
nereden bilelim?...
Müzedeki,
mitolojik figürler, mitolojideki kimin eli kimin cebinde belli olmayan
ilişkileri anlatan mozaikleri rehber ile geziyoruz. Yerdeki büyük pano Fransız
iki restoratör genç kız tarafından iğneyle kuyu kazarcasına onarılıyor…
Müzeden
sonra tepedeki St Pierre kilisesine gidiyoruz. Saint Pierre (bizim
Aziz Petrus diye bildiğimiz), cennetin anahtarını tutan on iki havariden biri.
Kilise Starius(Haç) Dağı’nın batısında, Habib-i Neccar Dağı yamacında kayalara
oyulmuş bir mağara. Antakya’daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları
bu mağara Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilmiş.
İncil’in ‘Resullarin İşler’ (11:25-27) bölümünde Saint Barnabas’ın Tarsus’a
giderek Saint Paul’ü Antakya’ya getirdiğinden bahsedilmekteymiş. Bu ikili bir
yıl kadar burada çalışarak Hristiyanlığı
yaymışlar, hatta bu yeni dine inananlara Hristiyan adının verilmesi de ilk kez
Antakya’da olmuş.
Kilisenin girişindeki taban mozaiği,
Saint Pierre‘in mermer heykeli, baskınlarda kaçmaya yarayan tüneller ve de
depremlerden suyu azalsa da şifalı
vaftiz suyu günümüze kadar gelenler.
Kilisenin ortasındaki lahit kürsü
olarak kullanılıyormuş. Günümüzde müze olarak kullanılan kilisede Valiliğin
izniyle ve de Müze Müdürlüğünün denetimiyle ayin yapılabiliyormuş. 29 Haziran St
Pierre bayramı olarak kutlanıyormuş. Hatta Vatikan bile temsilci yolluyormuş.
Devlet katılıyor, tüm dinlerin temsilcileri katılıyormuş. Bayram dediğinde
böyle olmalı zaten….
Kiliseden sonra otelimize geliyoruz.
Geçen gelişimde akşam kahvesi içmeye gelip hayran kaldığım Savon Otel’de
kalacağız. Bir daha Antakya’ya gelirsem bu otelde kalmak isterim demiştim.
Gezgin dileği olunca yerine geliyor…
Akşam otelde Antakya’nın ileri
gelenlerinden iki ailenin çocukları evleniyormuş. Otelin bahçesi süslenmiş
püslenmiş akşam ki düğünü bekliyor… Biz akşam yemeğini Yaman Restoran’da
yiyeceğiz.
Yaman Restoran’da zahter salatalı ve
humuslu mezelerin yanı sıra tavuk yiyoruz.
Otele döndüğümüzde düğün tüm hızıyla devam etmekte… Havai fişekler
atılıyor… Konukların şıklığı gözümüzü kamaştırıyor… Hanımların takıları ve
dekoltesi değme İstanbul düğününe taş çıkartır… Her şey modern ve usulünce
sürüp gidiyor… Biz de İsmail Işık’ın çaldığı piyano eşliğinde şarkı söylemeye,
daha sonra barda türkü faslına devam ediyoruz….
27
Ağustos 2006 Pazar
Sabahleyin Bülent Ağa’nın dağıttığı bir
örnek tişörtlerimizi giyiyoruz. Bülent’e THBT Ağa’lığı az gelmiş kendini
“Galaksi Ağa” sı ilan etmiş. Hepimiz sırtımızda uzaylı resimleri ve uzayca
yazılmış “Agham Chok Yasha” yazısıyla dolanıyoruz. Bizim Ağa’nın gönlü
bol ama talihi kıt.. Kendini galaksi Ağa’sı ilan etti etmesine de dokuz olan
gezgen sayısı onun ağalık döneminde Plüton’un diskalifiye olması ile sekize
indi. Gezegenini kaybeden Ağa olmak da
varmış kaderde….
Antakya sıcağı malum insanı bunaltıyor,
arada esse de pek hükmü olmuyor. Bizim
en
muzip, en espirili ve en yaratıcı ağamız otobüse bindiğimizde kızı Ceyda’yı
hostes olarak alıp anons yapıyor. Otobüsü tanıtıyor. Çıkış kapılarını
gösteriyor.. hava sıcaklığından dem vuruyor. “Hava sıcaklığı eğer belli
derecenin üzerine çıktığında” derken Ceyda elinde ki küçük aleti sallıyor ve
oksijen maskesi çeker gibi kendine çekiyor… Meğer Ağamız kişisel klimatizasyonu
sağlamamız için hepimiz için mini
vantilatör almış. Aletin nasıl
kullanılacağını önce Türkçe sonra İngilizce olarak anlatıyor… Organlarımıza on
santimetreden fazla yaklaştırmamızı tembih ediyor… Gerisini gülmekten
dinleyemiyoruz. Antakya kalesi’ne
gelmişiz kimsede arabadan inecek hal kalmamış… Diğer otobüslerde ki arkadaşlara
bir şey belli etmiyoruz. Aynı gösteri diğer otobüslerde de sırayla yapılacak…
Antakya
şehir surları,MS 526 yılında Justinyen tarafından yaptırılmış. Eski devirlerde
Antakya’nın etrafı bu yüksek surlarla çevriliymiş..Selevcos ve Roma Döneminde
daha uzun ve yüksek olarak yapılan surlar üzerinde üç yüz altmış nöbetçi kulesi
ve Habib-i Neccar dağının en yüksek ve sarp tepesi üzerinde bir iç kale
bulunuyormuş. Bugün surların sadece Hacırüküş deresine bakan yamaçlardaki
bölümü ile dere üzerinde aynı zamanda bent ve köprü görevi gören Demirkapı bölümü sağlam..
Antakya
surları tam bir rüzgarlı bayır.İsmail Işık kendini rüzgara öyle kaptırıyor ki
kollarını açınca Titanik filminin sahnesinde sanıyor kendini. Asi nehri ve
Antakya’yı kuşbakışı seyrediyoruz… İsmail Işık’ın eşi Yasemin iki yıl
Antakya’da doktorluk yapmış.
Yasemin
ile İsmail uzun yıllar Libya’da kalmışlar… Yasemin orada dil problemi nedeniyle
çok sıkıntılı bir dönem geçirmiş… “Bir daha Arapça konuşulan yere ayak basmam”
diye bir laf etmiş….Türkiye’ye döndüklerinde Doktor olarak atamasını istemiş ve
kurada Antakya’yı çekmiş. “Olsun” demiş… “Hiç olmazsa kendi ülkemdeyim, dilimi
konuşur, konum komşum olur” demiş. Arabayla Antakya’ya yola çıkmışlar… Kucağında
üç aylık kızı ile Antakya’ya yaklaştıklarında benzin istasyonunda durmuşlar..
Arabanın kapısını açtığında bir de ne görsün herkes Arapça konuşuyor… Yasemin
ağlamaya başlamış. “Ben iki yıl buralarda ne yaparım?” diye…
Sonra
iki yıl çabuk geçmiş… Ayrılırken tüm Antakya ahalisi Sağlık Ocağı’nın iki
yanına dizilmiş. Onlar ağlamışlar, Yasemin
ağlamış.. “Doktor hanım bizi bırakma” diye ellerine sarılmışlar…
“Gelirken ağlamıştım ama giderken daha çok ağladım” diyor… Antakya ahalisi çok
sıcak, Antakya ahalisi çok medeni, Antakya ahalisi güzel insanlar… Önümüzdeki günlerde bunu daha iyi anlayacak
Antakya’yı daha çok seveceğiz.
Kaleden
sonra Atçana kazı alanına doğru hareket ediyoruz. Atçana ilk olarak 1930 lu
yıllarda İngilizler tarafından kazılmaya başlamış. Kazıyı başlatanlardan biri
de arkeolog Max Mallowan, ünlü İngiliz romancı Agahta Christe’nin kocası…
Bu kazılar sonucu MÖ 1500 yıllarına tarihlenen
Yamhad Kralı Yarım-Lim’in sarayı ile Nigme-Pa Sarayı’nın kalıntıları
ortaya çıkarılmış. Daha sonra kazılara
1995 yılına kadar ara verilmiş.
Kazılar
1995 yılında Chicago
Üniversitesi, Oriental Enstitüsünden, Prof. Dr. Aslıhan Yener ve Prof.
Dr. Tony Wilkinson’ un yönetimi altında yeniden başlamış daha sonra kapsamı Asi
Deltası yüzey araştırmalarını da içine alacak şekilde genişletilmiş. Günümüzde
Atçana höyüğünü Chicago Üniversitesinden Prof. Dr. Aslıhan Yener, Ta’yinat
höyüğünü Toronto Üniversitesinden Prof. Dr. Timothy Harrison ve ekibi kazmakta:
Asi Deltası (Al-Mina) yüzey araştırmalarını Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi
öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Hatice Pamir başkanlığında bir ekip
yürütmekteymiş. Bölgede bulunan höyük sayısı 346 yı bulmuş Ta’yinat höyüğünde
yapılan kazılarda ortaya çıkarılan 85 parça tablet Akad, Neo-Hitit kitabeleri
külliyatı yaratmış. (Luwian kitabeleri). Bu kitabelerin ortaya çıkarılışı Luwi
dilinin çözümlenmesi için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktaymış. Ayrıca
bulunan çömlekler bölgenin Kıbrıs ve Ege adaları ile yoğun bir ilişki içinde
olduğunu ortaya koymaktaymış….
Kazılarla ilgili Aslıhan Hanım’ın asistanı Bike bilgi veriyor. Gencecik doktora öğrencisi
kız, arkadaşlarıyla beraber güneşin alnında dudakları kurumuş, yüzü marsık gibi
yanmış haliyle toprağı eşeliyor. Eşelemede bildiğimiz fırça, süpürge faraş ile
milim milim derine inilerek yapılıyor. Kazıda bulunanların bir kısmı Antakya Müzesi’nde
sergileniyor…Bir kısmı da Londra’da ki British Museum’da….
Kazı alanından sonra kazıcıların kampına gidiyor
Aslıhan Şener ile tanışıyoruz. Altmış yaşlarında espirili, genç ruhlu aydın bir
profesör hanımla karşı karşıyayız. Şu
anki kazılar Hitit dönemine denk geliyormuş. Aslıhan Hoca Hititler döneminde ipini koparanın buralara
geldiğini, bu döneme ait önemli bulgulara rastladıklarını söylüyor. Kazılara
ilk başlayan Agatha’nın kocası ile ilgili çok hoş bir anekdot anlatıyor.
Romancı hanım kocasından on iki yaş büyükmüş. Evliliğinin nasıl gittiğini
soranlara “ Çok iyi gidiyor, yıllar geçtikçe kocamın
bana olan ilgisi artıyor” dermiş… İlahi Aslıhan Hoca, ilahi Agahta…. Ne yapsak biz de genç bir arkeolog mu bulsak?
Kazı Evi’ni ziyaret ettikten sonra öğle yemeği için
Yenişehir Gölü kıyısında tuz da tavuk yemeye gidiyoruz. Geldiğimiz günden beri
tavuk yiyip duruyoruz. Izgara tavuk, kömürde tavuk, bir de tuz da tavuk
yiyeceğiz… Lokantanın kapısına kocaman tabela asmışlar. Üzerine de “Turizm ve
Devlet Bakanlığı onaylı tuz da tavuk Türkiye’de ilk defa burada icat
edilmiştir” diye yazmışlar….
İçeriye girince tuz da tavuğun nasıl yapıldığını
görüyoruz. Bizim tuz da balığın, tavuk şekli… Tuz kalıbının içinde pişen tavuk
keski çekiç marifetiyle tuz kırıldıktan sonra sofraya geliyor… Tadı enfes…
Yemekten sonra göl etrafında turluyoruz. Vasfiye
ahalinin tipik Arap olduğunu söylüyor.. Mangal yapıp çayır çimene yayılmış
halkın Arap olduğunu anlamak zor değil ama; Vasfiye’nin yorumu hayli ilginç… “Bak diyor hepsi suya sırtlarını
dönmüş. Bunu ancak bir Arap yapar” diyor … Hakikaten ilginç güzelim göle
sırtını dönmüş oturuyor millet….
Otobüslere binerek Cilvegözü Sınır kapısına gidiyoruz. Suriye ile
sınır teşkil eden dikenli teller hemen karayolunun yanı başında… Gözümüzle
görünce anlıyoruz ki “Propaganda” filmi boşuna çevrilmemiş… Diğer sınır kapılarına yaklaşırken sınıra
yaklaştığınızı hissedersiniz. Burada dikenli teller olmasa sınırda olduğunuzu
anlamak mümkün değil. Cilvegözü Kapısına vardığımızda da ne Tır kuyruğu var ne
kalabalık… Sakin sakin bir sınır kapısı… Halep yazısını görmesek normal bir
polis ya da jandarma noktası olduğunu
sanacağız….
Gezimizin en can alıcı yerine gidiyoruz. Bülent
Ağa’nın eniştesi Cengiz Toma’nın çiftliğine… Amik Gölü’nün etrafı çepeçevre
Toma ailesi’ne aitmiş. Yani Cengiz Toma bizim ağa gibi değil, gerçek anlamda
bir Toprak Ağa’sıymış… Bülent’in halası Antakya’ya öğretmen olarak atandığında
Cengiz Ağa bu genç öğretmene vurulmuş ve onunla evlenmiş…
Çiftliğe vardığımızda Cengiz Ağa ve eşi hanım ağa
bizleri karşılıyorlar… Hem de top atışıyla… Domuzları ürkütmek için tüple
çalışan minyatür top şeklindeki iki adet aparatla ortalık gümbürdüyor… Bizim
Bülent Ağa için özel koltuk hazırlanmış, koltuğun önüne de “Züğürt Ağa” yazılmış….
Çok şen şakrak, espirili bir ağa Cengiz Ağa…
Çiftlikte eni konu işletme ve çok hoş bir çiftlik
evi var. Ev 1933 yılında yapılmış ve vakti zamanında Celal Bayar’ı, Refik
Koraltan’ı ağırlamış… Duvarda o günlere ait siyah beyaz fotoğraflar asılı…. Ben
hayatımda ilk defa gerçek bir ağa ile karşı karşıyayım dediğimde;Cengiz Ağa,
“Benim ağalığımdan ne olacak, asıl ağa benim babamdı.Ben babamın dördüncü
hanımının altıncı çocuğuyum” diyor. Babası annesine çok aşıkmış ve bu evi
annesi için yaptırmış.
Cengiz Ağa bizim ekibin namını duymuş olacak yörenin
en iyi iki davulcu ve bir zurnacısını da getirtmiş. Onca adama biberli peynirli pide ayran ve bir
çeşit tulumba tatlısı hazırlatmış. Tatlının adı da çok hoş “Kerane tatlısı” .
Genelevin önünde satıldığı için bu adla anılıyormuş…
Davul zurna eşliğinde oyunlar oynuyoruz, saz çalıp
türkü söyleme faslına Cengiz Ağa’mızın isteği üzerine “Yüksek yüksek tepelere
ev kurmasınlar” türküsüyle başlıyoruz.
Hanımağa Ankara’lı ya ona jest yapıyor….Hanımağa çok hoş, güleç yüzlü
bir hanım. Kaşıyla gözüyle etrafı idare ederek kusursuz ev sahibeliği yapıyor…
Akşam güneşi inerken çiftlikten ayrılıyoruz... Sımsıcak insanlar, hoş bir mekan ve de
sazımız sözümüzle kubbede bir hoş seda kalıyor…
Otele uğradıktan sonra akşam yemeği için tekrar toplanıyoruz. Akşam yemeği Antakya’lı Fosil arkadaşımız Jeni Azar
Naseh ve eşi Antakya Ortadoks cemaati başkanı Arkeolog Josep’in organizasyonu ile Ortadoks Kilisesi bahçesinde…
Josep
bizi kilisenin kapısında karşılıyor. Kilisenin Süleyman Mabedi’nin benzeri
olduğunu söylüyor. Kilise on kolon üzerine oturtulmuş. Musa’nın On Emir’ini
çağrıştırıyor.Kilise’nin girişinin hemen sağındaki duvarda Romen rakamıyla
yazılı on adet tablet taşıyan Musa tablosu hemen göze çarpıyor. Mabetlerde ki
sayısal sembollere ve figürlere burada da uyulmuş. On üç havari resmi, on iki
basamaklı merdiven, Nuh’un gemisindeki güvercin…
Josep
Kilisenin kapısındaki kabartmaları gösteriyor. Buranın kabartmalı, üç boyutlu
ilk Ortadoks Kilise kapısı olduğunu söylüyor. Antakya bu yönüyle de yenilikçi
bir kent…Josep cemaat başkanlığına seçimle gelmiş.
Kilise’nin bahçesinde hazırlanmış
masalara oturuyoruz. Barkovizyonda Hatay’ın tarihi anlatılıyor. St Pierre
kilisesi’ndeki bu yıl ki ayinin görüntüleri gösteriliyor…
Bu arada misafirlerimiz de var. Toma
ailesi. Arkadaşlarımız Toma ailesi için Antakya sokaklarını betimleyen çok hoş
bir tablo hediye ediyor. Cengiz Ağa’nın gözleri doluyor. Resimdeki evin doğduğu
ev olduğunu söylüyor. Hepimiz şok oluyoruz. Ev ile ilgili tek bir fotoğraf
yokmuş.. Şimdi elimde belgem oldu diyor… Bu hoş tesadüfe hemen şaşırıyor hem
seviniyoruz…
Yemekte mahalli şiveyle konuşan Nurettin
Sevindik gösteri yapıyor. Antakya
ağzıyla üç adet mektup okuyor. Masamızda Diyana olmasa tek bir kelime anlamayacağız.
Diyana’nın çevirmenliği sayesinde ikinci mektuptan sonra denileni anlamaya
başlıyoruz. Çabuk öğrendik valla…
Yemekte Antakya Ortadoks Cemaati vakfı
üyeleri bize ev sahipliği yapıyor. Peder jan Delluler eşi ve oğluyla, yönetim
kurulu üyesi Tony Hüseyinoğlu eşi ve kızıyla, Vakıf sekreteri Laura Süadioğlu eşiyle birlikte katılmışlar… Çok
hoş bir gece geçiriyoruz. Jeni ve Josep’e teker teker teşekkür ediyoruz….
28
Ağustos 2006 Pazartesi
Sabah kahvaltıdan sonra Bülent Ağa’mız
bugünde herkese Acıbadem Hastanesi yazan
şapka, buz torbası ve yelpaze dağıtıyor… Ağamız promosyonu ve hizmette sınır
tanımamayı abartmış durumda… Kendinden sonra Ağa olacak yandı valla…
Promosyon dağıtımından sonra otobüs
yerine altı adet minübüsle Samandağı
yolu üzerindeki St Simeon Manastırı’na gidiyoruz. Yol üzerinde ziyaret yazan
oklar var… Bu bölgede türbe yatır bol
miktarda .. Ziyaret yazan oklarda onları gösteriyormuş.
Yaklaşık kırk dakika dağa tırmandıktan
sonra Manastıra varıyoruz. St Simeon manastırının bir bölümü sağlam kayalara
oyulmuş, diğer bölümleri dik açık duvarlarla çevrilmiş…Manastırın sekizgen
avlusunun ortasında doğal kayada yapılma 12 mt lik sütun varmış. Bugün kaidesi ve az bir bölümü
ayakta… Bu sütunun doğusunda üç kilise , diğer yönlerinde müştemilat varmış.. Manastırın
üç giriş kapısı var ve doğu batı ekseni haç şeklinde…St Simeon buraya Halep’ten
MS 541 yılında gelmiş ve kırk yıl
avlunun ortasındaki sütunun üzerinde yaşamış ve MS 592 de ölmüş… St Simeon Terk-i Dünya tarikatının en önemli temsilcisi aziz mertebesine ulaşmış
bir keşişmiş… Dile kolay kırk yıl bir direğin tepesinde çile doldurmak….
Samandağı’nın içinden geçiyoruz. Tipik bir
kasaba.. Halkın tamamına yakını Aleviymiş. Okumuş ahalinin çok olduğu aydın bir
kasaba.. Samandağı’ndan çıkarak kıyı
şeridi boyunca ilerliyoruz. Nefis bir
kumsal ve deniz manzaralı Çevlik’e
geliyoruz. Liman kalıntısının yakınında arabalardan inerek yaya olarak dağa
tırmanıyoruz. Titüs tüneli’ne gidiyoruz. Tünel arkadaşlarımızın gözüne
tehlikeli görünüyor. Kemal, Şebnem, Sedat ve ben gruptan ayrılarak tünelin
kapalı kısmına ilerliyoruz.
Tünel, MS 1. yüzyılda limanın Musa
Dağından gelen sel sularının taşıdığı
alüvyonla dolmasını engellemek için derivasyon tüneli olarak yapılmış.
Vespasianus döneminde başlanmış, oğlu Titus tarafından tamamlanmış. Vespasianus
şehirdeki umumi tuvaletlerden para alan ilk hükümdar olarak tarihe geçmiş.
Tuvalet parasına pis, diyenlere de paranın kokusu olmaz dermiş… Günümüzde para
gelsin de nereden gelirse gelsin zihniyetine Vespasyan denmesi de o
nedenleymiş…
Tünelin 130 metresi kapalı, diğer kısmı açık
olmak üzere uzunluğu 1.380 mt. Ortalama
Titus tünelinin girdiğimiz deniz tarafındaki ağzından sağa
dönerek bahçeler arasında ilerliyoruz. Yüz metre kadar sonra kaya mezarlara
ulaşıyoruz. Yüksek bir yardaki kayaya oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok
sayıda mezarın en çok ilgi göreni çukurun tabanındaki geniş mağara… Bu mağara
diğerlerinden farklı olarak yüksek ve gösterişli yapılmış ve halk arasında da
adı “Beşikli Mağara” ymış…
Mezarları ziyaretten dönerken şu bizim
“Eve Giden Yol” filmi ekibine gene rastlıyoruz. Kızların makyajlarına bakılırsa
hepsi dayak yemiş dağılmış haldeler… Tecavüze uğrama sahneleri çekilecekmiş…
Birkaçının hatıra olarak resmini çekip otobüslere dönüyoruz….
Yemek yiyeceğimiz yere gelmeden
önce yolun ortasında bir türbe gözümüze
çarpıyor. Minibüs türbenin etrafında üç tur atıyor… Buraya her gelen bu ritüeli yerine getiriyormuş…
Türbenin olduğu yer Kuran-ı Kerimin kerh
süresi 60-82 ayetlerinde bahsedilen. Hz Hızır Aleyhisselam ile Musa peygamberin buluştuğu yermiş.
Türbenin içinde bir kümbet, kümbetin
etrafında da insanlar dua ederek üç kere dönüyorlar, dönüş içinde kimi saat
yönünü kimi ters yönü kullanıyor, öyle Budistler gibi ille saat yönünde
dönülecek diye bir kuralı yok…
Öğle yemeğini Dervişhan restoranda
yiyoruz. Denize yakın şirin bir kıyı restoran… Tavuktan farklı olarak, balıklı
menü var… Herkes kanımızdaki tavuk miktarı düştü tavuk isteriz diye espri
yapıyor…
Yemekten sonra Kapısuyu üzerindeki Dor Mabedine gidiyoruz.
Zeus adına yapıldığı söylenen mabet tüm ovaya hakim bir tepe üzerine kurulmuş…
Mabetten geriye pek bir şey kalmamış ama aşağının manzarası görülmeye değer..
Dor Mabedinden
sonra Vakıflı Köyü’ne gidiyoruz. Burası yeşillikler içinde her tarafından
suların aktığı Türkiye’nin tek Ermeni köyü. Köyün kilisesini ziyaret ediyoruz.
Kilisenin bahçesinde oyalanıyor köyü geziyoruz.
Topraklarının
2/3'ü Vakıflara ait olduğu için sınırlı sayıdaki toprakta organik tarım yapmaya
çalışıyorlar Köyde yapılan reçeldir,
şaraptır ürünleri alıyoruz. Bu arada yaşlı bir teyzenin getirdiği tığ işi tepsi
örtüsünü de almadan edemiyorum… Köyde hep yaşlılar kalmış, temiz, sıcak ve
medeni bir köy…
Vakıflı Köyü,
Hatay'ın eğitim seviyesi en yüksek köylerinden. Yaklaşık olarak 40 üniversite
mezunu genç varmış . Fakat gençlerin çoğu doğal olarak büyük şehirlerde
çalışıyor. Şimdilerde yaklaşık 160 kişinin sürekli olarak yaşadığı köy açık
hava müzesi gibi ziyaret ediliyor.Yazın köyün nüfusu 2-3 katına çıkıyormuş .
Hatay'ın çok kültürlü ve etnik yapılı ortamında Ermeniler de şimdiye değin
diğer gruplarla uyum içinde ve ortak bir Hataylılık kültürü altında sorunsuz
olarak günümüze kadar gelmişler. Vakıflı muhtarı "geçmişi unut, geleceği
tut" diyerek beklentilerini dile getirmekte. Ekonomik ve sosyal ilişkiler
her düzeyde kısıtsız olarak sürdürülürken kız alıp vermedeki kısıtlamalar ancak
yeni kuşakta kırılmaya başlamış.
Kilisenin arkasında morg var… Köyün
gençleri dışarıda olduğu için, biri öldüğünde bekletebilmek için yapılmış morg…
Yaşlılardaki terkedilmiş duygusu içimi acıtıyor…
Vakıflı Köyü’nden sonra Hıdırbey Köyüne
gidiyoruz. Köyün ortasında asırlık bir çınar ağacı var. Arkadaşlarımız çınarın
çevresinde el ele tutuşuyor. Sayım yapıyoruz yirmi kişiyiz…Ağacın dalları
yaklaşık bir buçuk dönüm yer kaplıyormuş. Hikayesi de çok hoş…Hz Hıdır ve Hz
Musa denizden çıkmışlar ve birlikte Hıdırbey Köyü’ne gelmişler…Hz Musa yoluna
devam etmiş ve kendi adıyla bilinen Musa dağına çıkmış…Çıkarken de asasını su
kenarına koyarak su içmiş ve de asayı orda bırakmış…Döndüğünde bir bakmış ki
ağaç yeşermiş.. O ağacın bu ağaç olduğu söyleniyor… Buralar da o muydu bu muydu
diye sorgulamak yok… Halk neye inanıyorsa bizde ona inanıyoruz… Onlar mutlu biz
mutlu…
Çınarın gölgesinde çay kahve içerken,
davulumuz, sazımız ortaya çıkıyor köyün
meydanında bir iki oyun attırıyor bol alkış alıyoruz…
.
Akşam yemeği için otobüslerle
Antakya’nın dışında kurulan uydu kentlerden birine gidiyoruz. Havuz başında ki
Güngör Restoran’da yer ayrılmış…
Yemekten sonra Demet Hanımağa’nın yeğeni Osmantan Erkır’ın
aramızda olduğu anons ediliyor. Osmantan olunca milletin aklına nerden
geliyorsa geliyor THBT-Star yarışması
yapmak geliyor… Kısa sürede senaryo
yazılıyor. Kim şarkı söyleyecek, kim
jüri olacak kim fanatik seyirci olacak
diye anında rol dağılımı yapılıyor.
Bana şarkı sözlerini unutan, sesi detone
olan fingirdek izmir’li star adayı rolü verilmiş. Önce pop-star yarışması
deniyor… Günümüzün şarkılarını ezbere bilmediğim için Jeni’nin kızı Jülyet beni
çalıştırma görevini üstleniyor…Havuzbaşı gürültülü olduğu için sessiz diye
tuvalette Yalım’ın “Ellerine Sağlık”
şarkısını ezberlemeye çalışıyorum. ..
Daha sonra kızlar “Tek Taşımı Kendim Aldım”ı söylememde karar
kılıyorlar. Şarkının sonunu da “ Tek taşımı kendim aldım girmesinler havaya”
diye değil de; “Tek taşımı kendim aldım
girmeyin lan havaya “ diye söylemeyi uygun buluyoruz. Yerimize döndüğümüzde ise yarışmada türkü söylenecek deniyor.…
Diğer yarışmacılar şöyle… Erdinç; Üç
bacaklı Bahtiyar Kambur’dan esinlenerek,
Küçük Bahtiyar Kambur olmuş, Behzat; Gelibolu kızlarının elinde harcanmış bakir
delikanlı, Sevgi; yalılarda büyümüş bir hanımefendi… Mustafa; Maho Ağa ve
Kıpraşan Avratlar dans grubu olarak gelmiş,,, Özlem; kaset çıkarmak için ölüp
biten çaylak aday… Fethiye; efe kılıklı kadın star adayı, Memiş’te ;
İngiltere’den gelen THBT-Starı adayı…
Jüriye gelince Halil Demir ki Armağan
Çağlayan halt etsin yanında… Selami Gedik ağır abi jüri üyesi.. Bülent Ağa’da
yelpazesini sallaya sallaya geldi…. Bir de Deniz Seki taklidi hanım üye var.. Sazları
da İsmail Işık yönetiyor doğal olarak…
Yarışma başladı… Gülmekten kriz
geçirirken aklımda kalanlar… Fingirdek izmir’li Efe türküsünü söylenebilecek en
kötü şekliyle söyledi. Jüriden de iyi bir fırça yedi. O da herkese çamur attı. Üstelik seyirci de en
çok onu alkışladı…
Jüri Özlem’in ayağındaki botlara taktı.
Bir de cı cı cı konuşunca “Kızım ayağında pabuç, dilin pabuç senden star olmaz
“ diyerek elediler kızı. Sevgi’ye
“Devlet memuru kılıklı karı senin burada ne işin var” dediler… Behzat
“
Gelibolu’da kuyu var
Ne bulanık suyu var
Gelibolu kızlarının
Gece verme huyu var”
diye türkü söylediği için, Mine Abla
kendine teessüf etti…
Küçük Bahtiyar Kambur’a baştan ayağa
ameliyatla düzeltilmesi, ama pantolona sığmayan üçüncü bacağının bırakılması önerildi..
Fethiye’nin erkeksi tavırları eleştirildi.. Maho Ağa’nın Kıpraşan
Avratları ise jüriyi hem gevşetti hem kızdırdı.. Selami “Gavatmıyız biz ulan “
diyerek sertleşti…
Jürinin herkese çamur atması… Birbirleriyle kavga etmeleri.. Yarışmacılara
seyircinin yaptığı tezahürat… Velhasıl
star yarışmalarının aslını aratmayacak bir şamata… Osmantan bile bu ekip elli
iki hafta program yapar dedikten sonra varın gerisini siz düşünün……
Sonuçta Küçük Kambur Bahtiyar ile
Play-back yapan Memiş finale kaldı ve Memiş’in play-back deki sesi Ümmüşen THBT
Starı oldu. Bizler bu işin süsüydük ama
Ümmüşen her zaman bizim THBT’nin sesidir….
Bu şamata kolay kolay unutulmaz…. Her
şey öyle kendi seyrinde aktı gitti ki,, Bir daha aynı şeyi yap deseler olmaz…
Öylesine bir andı ki herkes bir başka
kimliğe girip, o kimliği zirveye taşıdı…
Ülkenin anlı şanlı televizyon programlarından
aklımızda kalan bayağılığı, ucuzluğu
kendi çapımızda gırgıra aldık, “İşte tüm bunlardan aklımızda kalan bu, milleti
böyle oyalıyor, böyle uyutuyorsunuz” diye Osmantan aracılığı ile bir yerlere mesaj
vermeye çalıştık… Anlayana….
29
Ağustos 2006 Salı
Bugün Antakya’da ki son günümüz… Çevre
gezilerinden şehrin içini gezmeye sıra anca geldi… Antakya bir dinler mozaiği,
inanç kültürlerinin birbiriyle harmanlandığı bir şehir…
Antakya’nın ana arterlerinden biri Asi
Nehri’ne paralel Kurtuluş Caddesi . Yaklaşık dört kilometre uzunluğunda olan caddenin altında MÖ 27 MÖ 35 yıllarında zafer
yolu varmış. Caddenin iki kenarında
sütunlar varmış ve ilk ışıklı cadde olma özelliğini taşıyormuş… Şimdilerde
cadde sağlı sollu apartmanların inşa edildiği
sıradan bir cadde… Müzede ki lahit bu cadde üzerinde ki bir apartmanın
kazısında bulunmuş.
Cadde üzerinde İlk önce Havra’ya giriyoruz. Bir evin ikinci katında büyükçe bir salon.
Haham cemaat ve havra hakkında kısa bir bilgi veriyor. Musevi ahali Kudüs’teki tanrının evi yıkıldıktan sonra
buraya gelmişler… Havranın kapısında tanrının on iki adı yer alıyor… (Biz de
doksan dokuz adı var) Tüm cemaat kırk yedi kişi kadarmış… Havra da bulunan
mukaddes kitapları Tevrat, ceylan derisi üzerine İbranice yazılmış beş yüz yıllık
geçmişe sahipmiş…
Havra’dan sonra karşı çaprazda ki
Katolik Kilisesi’ne giriyoruz… Kiliseye giderken Sarımiye Camii önünden
geçiyoruz…… Kilise ile Sarımiye camiini bir duvar ayırıyor Kilisenin papazı
İtalyan ve kırk beş yıldır buradaymış. Kilisenin olduğu yer daha önce evmiş…
Sahipleri tarafından kiliseye bağışlanmış.. Buranın cemaati de kırk kişi
kadarmış…
Kilisenin bahçesinde biraz soluklandıktan sonra Habib-i Neccar camiine giriyoruz. Habib-i Neccar CamiiAnadolu’da yapılan ilk
cami olarak biliniyor... Günümüzdeki cami Osmanlı
dönemi eseri, etrafı medrese odaları ile çevrili. Avlusunda 19.yy eseri bir
şadırvan bulunuyor. Caminin kuzeydoğu köşesinde Hz. İsa’nın
havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya(Pavlos) ile
onlara ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi bulunuyor….
Antakya
şehri, İslam Devleti’nin lideri Hz. Ömer’in
komutanlarından Ubeydullah Bin Cerrah
tarafından 636
yılında fethedildiği dönemde fethin simgesi olarak, Habib-i Neccar ve Hz. İsa’nın
iki havarisinin mezarının bulunduğu yerde, bir cami inşa edilmiş. 1098 yılında Haçlılar’ın eline geçen ve 1099’da Antakya Prensliği
halini alan şehri Memluk Sultanı Melik
Zahir Baybars fethedince camiyi yeniden yaptırmış. Caminin medrese
duvarlarında üzerinde Baybars’ın adı olan bir kitabe var. Depremlerden zarar
gören cami ve minaresi birçok kez yenilenmiş.
Habib-i Neccar
Efsanesine gelince; Habib-i
Neccar Antakyalı bir inanç abidesi ve Kur’anı Kerim ‘de Yasin süresinde övülen şehit…Marangozluk
yaptığı için Neccar ismiyle anılmış Efsaneye
gore, M.S. 40’lı yıllarda Hz. İsa, havarilerinden Yunus ve Yahya’yı Antakya’ya
gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken koyunlarını otlatan marangoz Habib-i
Neccar ile karşılaşır . Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından
iyileştirilmesi üzerine Hz. İsa'nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakyalılar
elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. Hz. İsa,
bunun üzerine Barbanas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm
çabalarına rağmen halk Hz. İsa’nın dinine inanmaz ve onları öldürmeyi planlar. Bunu
öğrenen Habib-i Neccar, şehre giderek Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret
talep etmeden Hak dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye
seslenir. Hz. İsa'nın elçileri de, Habib-i Neccar da işkence altında şehit
olurlar. Habib-i Neccar Allah tarafından cennetle müjdelenir.
Camiyi
gezdikten sonra Antakya sokaklarını geziyoruz. Dar sokakları gezerken
rehberimiz yöre sanatçısı şair Ali Yücel’in dizelerini okuyor….
“Antakya
sokakları dar…
Antakya sokakları bir kişilik
Sen giderken ben gelemem
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Antakya
sokakları bir kişilik
Öte git biraz”
Antakya
sokaklarında rehber bir evin kapısını tıklatıyor. Finlandiyalı karı koca
buradan ev almış ve de senenin yarısını burada geçiriyorlarmış. Kapıyı orta
yaşlı bir hanım ve ondan biraz genç bir bey açıyor. Evin içini kendilerine göre
tadil etmiş, yaşanır hale getirmişler… Kısa ziyaretten sonra birden anlıyoruz
bunlar misyoner… Evet evet Antakya’da misyonerler cirit atıyor… Daha sonra
gezdiğimiz Protestan Kilisesi’de buna örnek…
Antakya’da hiç Protestan olmamasına rağmen kilisesi var. Güney Koreliler
finanse etmiş ve buraya gelip ayin yapıyorlarmış. Kilisedeki görevli hanım ise
ortodoks…. Şaka gibi…..
Bunca dini
bilgi ve de mabet gezintisinden sonra otobüslere binerek Kurtuluş caddesinin
sonundaki Harbiye’ye gidiyoruz. Antakya’nın
Mitolojide Daphne Irmak Tanrısının kızı
olan bir su perisinin adı. Apollon Daphne’ye aşık olur. Ama kız onu reddeder.
Apollon onun peşine düşer. Daphne kendini kurtarması için toprağa "Toprak
ana, beni sakla" der. Toprak ana Daphne’yi bugün Harbiye Çağlayanlarının
olduğu yerde ağaca dönüştürür.
Su perisi Daphne’nin dönüştüğü ağacın
defne ile bir ilişkisinin olup olmadığı bilinmiyor ama Harbiye’de defne yağı ve
yaprağından üretilen, saç ve cilt bakımında doktorlarca önerilip kullanılan
sabunların üretimi yıllardır sürüyor.
Daphne aynı zamanda bir olimpiyat
merkeziymiş. Apollo tapınağı, tiyatrosu, eğlence yerleri ve stadyumu ile görkemli
bir kent görünümündeymiş. Ama ne yazık ki, bugüne hemen hemen hiç bir kalıntı
ulaşmamış. Antakyalılar Romalı atalarını izleyip bu güzel yere yazlık villalar
yaptırmışlar.
Harbiye’nin yakın tarih açısından da
önemi var. Şimdi kent meydanında bulunan Defne Oteli, Hatay Cumhuriyeti’nin
Meclis binası olarak kullanılmış ve Türkiye’ye katılma kararı bu binada alınmış.
Bina şu anda boş ve viran durumda.
Harbiye şelaleleri, yeşillikler içinden
dökülen çok sayıda küçük şelaleden oluşuyor. Şelale çevresi şimdi bir mesire yeri
kimliğinde. Çok sayıda restoran, kafeterya ve otel hizmet veriyor. Biz de öğlen
yemeğini Harbiye Kule restoranda yiyoruz… Yemekten sonra heykeltıraş Abdullah
Özal’ın atölyesini ziyaret ediyoruz. Antik heykel taklitlerini kimimiz alıyor,
kimimiz seyrediyor…
Heykel alış verişinden sonra herkes yol
boyunca ipek alış verişine girişiyor. Harbiye ipekçi dükkanları ile de ünlü..
Kadınların çul çaput merakına erkeklerde eşlik edince ortalık naylon torbayla doluyor….
Harbiye’den sonra şehre dönüyor ve bir
kısmımız Uzun Çarşı’yı gezmeye gidiyoruz. Uzun Çarşı şehrin ruhunu yansıtan en
iyi yerlerden biri… Kılık kıyafetlerde arap etkisi var… Halkın çoğunluğu arapça
konuşuyor… Kadınlar çoğunlukta… Kadın erkek ayrımı yok… Bol bol künefe hamuru
yapılıp satılıyor. Kadayıfların tel tel dökülmesini seyrediyoruz. Çarşı da yok yok … Halkın günlük ihtiyacını
karşılayacak her türlü gereç burada satılıyor.. Kimi arkadaşlar yorulup yarı
yoldan dönüyor. Ben, Erdinç ve Özlem ile tura devam ediyorum… Çarşının
renkliliğini bırakıp otel odasına tıkılmak bana göre değil….
Çarşıyı dolaştıktan sonra Ata
Köprüsü’nden karşıya geçiyoruz.Eski kentle yeniyi birbirine bağlayan köprü,
eski taş köprünün yerine yapılmış. Son derece sağlam olan Roma dönemine ait tarihi
taş köprü, Amik ovasının kurutulması için uygulamaya konan projeye kurban
gitmiş.
Asi nehri boyunca uzanan Belediye
Parkına giriyoruz. Kilisenin bahçesinde yemek yerken bize yerel şiveyle sunum
yapan Nutrettin Sevdik’in çay bahçesini
buluyoruz. Nurettin, Antakya’da ilklerin adamıymış. İlk mini golf sahası, ilk
Türk Filmleri gösterisi onun bahçesinde yapılmış. Dört çocuğunun dördü de
yüksek tahsil yapmış. Çay içmek istiyoruz. Ben her zaman olduğu gibi “Açık
olsun” diyorum. Nurettin “Hele bir gelsin beğenmezsen açarız çayını” diyor. Görüp
görebileceğim en koyu çay geliyor ve de içip içebileceğin en güzel çayı
içiyorum. Bu nasıl bir harmandır, bu nasıl demlemedir, o da onun sırrı…
Özlem,Nurettin’in özel sarımı sigaradan içiyor. Nedense benim de canım
çekiyor… Bu sigara bu kadar mı güzel olur? Bu kadar mı keyifle içilir? İyi ki Antakya’da yaşamıyorum… Çay ve sigara
tiryakisi olmuştum çoktan….
Otobüsün saati yaklaşırken güzel
insan Nurettin’e veda ediyoruz. Otele
döndükten sonra tekrar Antakya
sokaklarına kendimi atmak istiyorum ama ne çare yorgunluktan adım atacak
halim kalmamış… Gazeteyi alıp biraz uzanıyorum…
Akşam Otelin bahçesinde Ağamız veda
gecesi düzenlemiş. Kazancı Bedih’in tayfasından Kazım Kiriş ve ekibini “Sıra
gecesi” için getirtmiş…. Kazım Kiriş hangi türküyü söylese o yöreye göre
oynuyoruz. Adana, Diyarbakır, Ankara, Aydın, Artvin dolandıktan sonra adam
uyanıyor. “Yahu siz kimsiniz?, Nerenin adamısınız?” diyor… Sonunda pes ederek
ekibini alıp gidiyor ve de meydan bize kalıyor… Sazlar ortaya çıkıyor ve de
zebaha kadar türkü söylemek üzere herkes yerini alıyor… Bu esnada Bülent Ağa
“Künefe yemek isteyen var mı?” diyor … “Gecenin yarısına az kalmış ne
künefesi?” dememize karşı “Burası Hatay nöbetçi künefeci varmış” diyor….
Minibüse biniyor ve Cumhuriyet Meydanına
gidiyoruz. Gerçekten Ata Köprüsünün başında ki künefeci açık … Sabaha kadar da
açıkmış…. Künefeleri sipariş ediyoruz hem de dondurmalı olarak… Antakya’nın
neredeyse milli tatlısı bu künefe…
PEYNiRLi KÜNEFE
Künefe faslından sonra tekrar otele
dönüyor; türkü faslına kaldığımız yerden devam ediyoruz…….
30
Ağustos 2006 Çarşamba
Sabahleyin Keşif Tur’un sahibine ve
rehber arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Önce kendi arabalarıyla gelen arkadaşları
uğurluyor, sonra da otobüslere binerek Adana’ya doğru yola çıkıyoruz.
Jeni ve kızı Jülyet bizle birlikte Adana’ya kadar geliyorlar.
Yolda İskenderun civarındaki Soğukoluk denilen fuhuş batakhanelerinin olduğu
bölge gösteriliyor. Uğur Dündar’ın “Arena” da ki programından sonra Soğukoluk diye bir yer kalmamış, iyi de
olmuş….
Adana’ya varıyoruz. Seyhan barajından
geçiyoruz. Seyhan barajı,Seyhan nehri üzerinde, gölü kent içi en büyük göl
olan,en uzun çevre yolu ve en uzun köprüsü olan Çukurova’ya hayat veren en eski
barajlarımızdan…Gölün üzerinde yılın on
iki ayı su sporları yapılıyormuş…
Bir de Karpuzbaşı diye bir yer varmış.
Victoria Şelalesinde doksan beş metreden düşen su, burada altmış beş metreden
düşüyormuş ve de beş dereceli rafting parkuruymuş….
Öğle yemeği için Sercan restoran da mola
veriyoruz. Adana kebap, şalgam suyu derken gene sazlar ortaya çıkıyor, biraz
çalıp söyledikten sonra Ankara otobüsünü uğurluyoruz…
Adana marabası Yaşar Ateşoğlu
rehberliğinde otobüslerle Adana şehir
turu yapıyoruz. Taş köprü, Gar Binası, Atatürk’ün kaldığı ev, Sabancı camii
derken vakit geçiyor…
Evli evine köylü köyüne demek üzere
Havaalanına varıyoruz. En son uçak benimki… Fırsat bu fırsat diyerek okul
arkadaşım Ümit Özgümüş’ü arıyorum… “Nerdesin? Alanda mısın? Dur bekle seni aldırıyorum” diyor…
Beni almaya resmi plakalı bir araç
geliyor. Meğer Ümit Adana Sanayi Odası başkanı olmuş.. Fabrikaya vardığımda sekreter
kapıda karşılıyor… Doğru Ümit’in odasına… Delikanlı Ümit, yakışıklı Ümit, güzel
Ümit hiç değişmemiş… Bir o konuşuyor bir ben…
Bayağı dilli dişli bir muhalif
olmuş… “Bak bir Çin atasözü var “ diyor…
“Evi camdan olan, başkasının penceresine taş atamaz “ diyor. “Bu ülkede
herkesin evi camdan o yüzden kimsenin sesi çıkmıyor, benimse korkum yok”
diyor.. Çocuklardan konuşuyoruz…
Muammer’i anıyoruz. .. Fabrikaya en son on beş yıl evvel gelmiştim… İşlerini
geliştirmiş, çevresini geliştirmiş, taşra kentinde adam gibi adam olmuş
Ümit… 30 Ağustos resepsiyonuna gideceği
için istemeye istemeye ayrılıyoruz… Beni tekrar alana bıraktırıyor…
Alana geliyorum ki kimse gitmemiş..
Herkes yukarıdaki salonda oturuyor..
Kimi kağıt oynuyor, kimi gazete, kitap okuyor… Uçakları arıza yapmış,
yeni uçak bekleniyormuş.. En son gidecek olan ben, herkesten önce uçağa
biniyorum… Benimki de gezgin şansı herhalde…
Bir gezinin daha sonuna geldim. Ağzım
kulaklarımda …. Dostların arasında,
sazımızla sözümüzle şahane bir beş gün
geçirdim… Ömrümün keyifli sayfalarına yeni sayfalar ekledim… İyi ki dostlar
var… İyi ki yüreği yürek, bileği bilek , sözü söz olan
insanlar var…
“Ağam sen çok yaşa, Demet, Ceyda sizler
çok yaşayın… Sizler bizi mutlu ettiniz, Sizlerde mutlu olun, şen kalın…..
Feryal BEKDİK
Eylül 2006
Yorumlar
Yorum Gönder