ANTAKYA

 

ANTAKYA GEZİSİ 26-30 AGUSTOS 2006

THBT dönem ağamız Bülent Kiymir  “Hayde Antekyeye Gidek !!! diye duyuru yapınca, daha önce Antakya’yı görmüş olmama rağmen çağrıya uydum ve “ Geliyorum Ağam” diyerek ismimi yazdırdım.

 Antakya öyle böyle değil….Dünyanın en eski yerleşim birimlerinden biri… İsa’dan önceki  5 000 yılına ait höyükler bulunmuş, MÖ 3.000 de Akatlar MÖ 2.000 li yıllarda Hurriler’in egemenliği görülmüş. Daha sonra Yambat Krallığının ve MÖ 1575 de de Hititler’in eline geçmiş. Arada kaybolmuş ayak altında kalan yıllar var.. MÖ 900 de Geç Hititler bölgeye hakim olmuş…MÖ 558 de Perslerin eline geçmiş. MÖ 333 de Büyük İskender bölgeye hakim olunca Helenistik kültür yayılmaya başlamış… Büyük iskender’in ölümünden sonra bölge Antiganoslarla yaptığı mücadeleyi kazanan Babil Satrabı Selevcos I. Nicator’un hakimiyetine girmiş… Selevcos Antakya’yı başşehir olarak kurmuş ve buraya babasının adını vermiş… Antiochus…Sonraki 1.yüzyıldan itibaren, Romalılar,Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Haçlılar, Memluklar ve 1516 da Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı İmparatorluğuna katılma.. Dört asır Osmanlıların hakimiyetinde kalmış….. .Kimler gelmiş, kimler geçmiş bu diyardan.. Fransızlar bile oturmuş 1918 de zorla.. Daha sonra bağımsız Hatay Devleti olmuş. Kendine ait cumhurbaşkanı ve meclisi bile varmış… Atatürk’ün hastalığı esnasında en çok dert ettiği konulardan biri olmuş “Hatay Sorunu”…. Ve mutlu son Hatay  29 Haziran 1938’de anavatana katılmış….

Tek Tanrılı semavi dinlerin üçü de  burada kucaklaşmış ve hala huzur içinde bir arada yaşayabiliyorlar..Doğu Akdeniz  kıyılarının doğal zenginlikleri ve renkli kültürü burada harmanlanmış...

 26 Ağustos 2006 Cumartesi

Sabah Vasfiye’nin “Arkadaşlar kalkın” mesajı ile uyandım.  Arkadaşlardan hatırı sayılır bir grup Sabiha Gökçen’den yola çıkıyor, Atatürk Hava Limanı yolcusu olarak ben tek kaldım. 7:00 uçağı ile Adana’ya hareket ettim. Bizim takım Adana Hava Limanı yanındaki Ceren Kafe’de buluşacak…

Sabah 9:00 da Ceren Kafe’ye varıyorum… “Çağrı” yı duyan gelmiş. Ankara, İzmir, İstanbul, Mersin’den akın akın gelmiş millet… 120 kişilik büyük bir kafileyiz… Üç otobüs dolusu insan, beş gün gezecek, görecek, çalıp söyleyeceğiz….

Ağamız tüm dönem ağaları içinde en muzip, en espirili ve yaratıcı ağa olma özelliğini gezinin ilk dakikasında belli ediyor… Otobüslere binecekleri gruplarken her otobüse renk vermiş… Pembe, mavi, sarı… Ameliyat olacak hastalara ya da yeni doğan bebeklere takılan bilekliklerden ismimiz yazılmış olarak birer adet dağıtıyor. Herkes otobüsün rengine göre bilekliklerini takıyor… “Ağam sen çok yaşa” … Bizim gibi evde ebe yardımıyla doğanlara bileklik neyin takılmadığı için, çok şükür şu dar-ı dünyada ağamız sayesinde bilekliğimiz de oldu…. Gerçi bilekliğin rengi mavi ama olsun…..

Otobüslere binerek Antakya’ya doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde Payas beldesine uğruyoruz. Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’ni geziyoruz. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde külliye ile ilgili satırlara göz  atmakta yarar var….

 “Cesur şehir halkı, garip dostu Oğuz taifeleridir. Namazını kılan, imanlı, Allah’ın birliğine inanan derviş meşrepli adamları vardır. Korsan ve haramiler hasaratı, şehre ve yola bir ilişik etseler derhal bu şehir halkının şahbazları pür silah hücum ederek,haramileri avlayıp, gelip geçen Müslüman hacıları ve kara ve deniz tüccarlarını geçirirler..Sözün kısası kale,han, imaret, mescid,medrese,çarşı, hamam hepsi kagir binadır ve hasenatın hepsi Şehit Gazi Sokollu Mehmet paşa’nın binasıdır.o bolluk asırda Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Çok kereler hayır binalarda yemek yemişizdir. Ama hepsinden lüzumlusu bu hacıların geçiş yeri olan Payas şehridir. Miladi 1574 tarihinde yapılmıştır”

Otobüste Halil ve Bülent Ağa’nın önderliğindeki şamatayla Antakya ‘ya nasıl vardığımızı anlamıyoruz. Öğlen yemeği için Anadolu Restoran’a gidiyoruz.  

Yemek yoğurtlu aşur çorbası ile başlıyor.. Yöresel yemek ve mezeyle devam ediyor… Zahter salatası ve humus Antakya mutfağının  vazgeçilmeziymiş… Menü de ayrıca tavuk var… Yemeğin üzerine kabak tatlısı yiyoruz ama bu bildiğimiz kabak tatlısından çok farklı, kerameti kireçteymiş… Ahmet  Titrek’in yolladığı Antakya Yemek tariflerinden birkaçını buraya almakta yarar var…

ZAHTER SALATASI (Kekik Salatası)   250 gr zahter kekik 1 çay kaşığı nar ekşisi 1 orta boy soğan 1 tatlı kaşığı salça veya toz biber 1 çorba kaşığı zeytinyağı Yarım demet maydanoz    Zahterin taze yaprakları alınır, doğranıp yıkanır. Acı suyunun gitmesi için tuzla ovulur, biber, nar ekşisi, maydanoz, zeytinyağı ilave edilerek karıştırılır. Not: Arzu edilirse yeşil zeytin küçük doğranıp ilave edilir. 

 

HUMUS   500 gr. nohut 4 tane limon 1,5 su bardağı tahin Tuz, iki diş sarımsak    Nohut bir gece önceden ıslatılır. Bir tencerede çok iyi pişinceye kadar haşlanır, suyu süzülür. İnce delikli süzgeçten iki defa geçirilir. Limonların suyu sıkılır, sarımsak dövülür, tahin ezilip püre haline getirilmiş nohuta karıştırılıp içine tuz eklenir. Bu karışım bir servis tabağına yayılarak konur. Üstüne kimyon, toz biber serpilir ve zeytinyağı gezdirilir. Üstü domates, turşu ve maydanozla süslenir. Not : Arzuya göre süneber (çam fıstığı) tereyağında kavrularak sade humusun üstüne dökülür

 

BAL KABAĞI TATLISI   5 KG soyulmuş bal kabağı , 5Kg şeker , 10Lt su , 2,5 lt süzülmüş kireç suyu(yarım kireç 3lt suyla ıslatılır kireç dibe çöker üstündeki su alınır), 1 tatlı kaşığı limon tuzu   kabak dilimlenir(istenilen büyüklükte) ,kabaklar kireç suyunda iki saat bekletilecek. sonra iyice yıkanır. 5 kilo şekerle 10 litre suyu kaynatıp kabaklar şerbete koyulur. reçel kıvamına geldiğinde limon tuzu eklenir, 3 dakika kaynatılıp yemeğe hazır hale gelir ,afiyet şeker bal olsun. 

 

Yemekten sonra  restoranın yanındaki okulun bahçesine film platosu kurulmuş. Başrollerinden birini Metin Akpınar’ın oynadığı “Eve Giden Yol “ filmi çekiliyormuş. Konusu I.Dünya savaşı Fransız işgali  sırasında geçen filmin  döneme uygun giysileri içinde oyuncuları ile hatıra resmi çektiriyoruz….

 

Dünyanın sayılı müzelerinden ve de mozaik üzerine Tunus’ta ki Bardo Müzesinden sonra ismi geçen “Antakya Müzesi” ne giriyoruz.

Mozaiklerden önce  Antakya Lahdi’ni görüyoruz. Bir apartman kazısı esnasında tesadüfen bulunan lahit üzerindeki kabartmalar muhteşem..

 

Mozaik bölümünde epey oyalanıyoruz. Arkadaşlar burada da şamata yapacak iyi bir konu yakalıyorlar. “Bahtiyar Kambur” mozaiği…  Adam hem kambur hem bahtiyar nasıl olur?  Eh mozaikteki gibi üç bacaklı olursa olur diye gülüşmeler arasında konuyu bağlıyorlar… Konunun orda kaldığını sananlar yanılıyorlar… “Bahtiyar Kambur”un  karşımıza gene çıkacağını nereden bilelim?...

 

Müzedeki, mitolojik figürler, mitolojideki kimin eli kimin cebinde belli olmayan ilişkileri anlatan mozaikleri rehber ile geziyoruz. Yerdeki büyük pano Fransız iki restoratör genç kız tarafından iğneyle kuyu kazarcasına onarılıyor…

 

Müzeden sonra tepedeki St Pierre kilisesine gidiyoruz. Saint Pierre (bizim Aziz Petrus diye bildiğimiz), cennetin anahtarını tutan on iki havariden biri. Kilise Starius(Haç) Dağı’nın batısında, Habib-i Neccar Dağı yamacında kayalara oyulmuş bir mağara. Antakya’daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilmiş. İncil’in ‘Resullarin İşler’ (11:25-27) bölümünde Saint Barnabas’ın Tarsus’a giderek Saint Paul’ü Antakya’ya getirdiğinden bahsedilmekteymiş. Bu ikili bir yıl kadar  burada çalışarak Hristiyanlığı yaymışlar, hatta bu yeni dine inananlara Hristiyan adının verilmesi de ilk kez Antakya’da olmuş.

 

Kilisenin girişindeki taban mozaiği, Saint Pierre‘in mermer heykeli, baskınlarda kaçmaya yarayan tüneller ve de depremlerden suyu azalsa da  şifalı vaftiz suyu günümüze kadar gelenler.

 

Kilisenin ortasındaki lahit kürsü olarak kullanılıyormuş. Günümüzde müze olarak kullanılan kilisede Valiliğin izniyle ve de Müze Müdürlüğünün denetimiyle ayin yapılabiliyormuş. 29 Haziran St Pierre bayramı olarak kutlanıyormuş. Hatta Vatikan bile temsilci yolluyormuş. Devlet katılıyor, tüm dinlerin temsilcileri katılıyormuş. Bayram dediğinde böyle olmalı zaten….

 

Kiliseden sonra otelimize geliyoruz. Geçen gelişimde akşam kahvesi içmeye gelip hayran kaldığım Savon Otel’de kalacağız. Bir daha Antakya’ya gelirsem bu otelde kalmak isterim demiştim. Gezgin dileği olunca yerine geliyor…

 

Akşam otelde Antakya’nın ileri gelenlerinden iki ailenin çocukları evleniyormuş. Otelin bahçesi süslenmiş püslenmiş akşam ki düğünü bekliyor… Biz akşam yemeğini Yaman Restoran’da yiyeceğiz.

 

Yaman Restoran’da zahter salatalı ve humuslu mezelerin yanı sıra tavuk yiyoruz.  Otele döndüğümüzde düğün tüm hızıyla devam etmekte… Havai fişekler atılıyor… Konukların şıklığı gözümüzü kamaştırıyor… Hanımların takıları ve dekoltesi değme İstanbul düğününe taş çıkartır… Her şey modern ve usulünce sürüp gidiyor… Biz de İsmail Işık’ın çaldığı piyano eşliğinde şarkı söylemeye, daha sonra barda türkü faslına devam ediyoruz….

 

27 Ağustos 2006 Pazar

 

Sabahleyin Bülent Ağa’nın dağıttığı bir örnek tişörtlerimizi giyiyoruz. Bülent’e THBT Ağa’lığı az gelmiş kendini “Galaksi Ağa” sı ilan etmiş. Hepimiz sırtımızda uzaylı resimleri ve uzayca yazılmış “Agham Chok  Yasha”  yazısıyla dolanıyoruz. Bizim Ağa’nın gönlü bol ama talihi kıt.. Kendini galaksi Ağa’sı ilan etti etmesine de dokuz olan gezgen sayısı onun ağalık döneminde Plüton’un diskalifiye olması ile sekize indi.  Gezegenini kaybeden Ağa olmak da varmış kaderde….

 

Antakya sıcağı malum insanı bunaltıyor, arada esse de pek hükmü olmuyor. Bizim  

en muzip, en espirili ve en yaratıcı ağamız otobüse bindiğimizde kızı Ceyda’yı hostes olarak alıp anons yapıyor. Otobüsü tanıtıyor. Çıkış kapılarını gösteriyor.. hava sıcaklığından dem vuruyor. “Hava sıcaklığı eğer belli derecenin üzerine çıktığında” derken Ceyda elinde ki küçük aleti sallıyor ve oksijen maskesi çeker gibi kendine çekiyor… Meğer Ağamız kişisel klimatizasyonu sağlamamız için  hepimiz için mini vantilatör  almış. Aletin nasıl kullanılacağını önce Türkçe sonra İngilizce olarak anlatıyor… Organlarımıza on santimetreden fazla yaklaştırmamızı tembih ediyor… Gerisini gülmekten dinleyemiyoruz.  Antakya kalesi’ne gelmişiz kimsede arabadan inecek hal kalmamış… Diğer otobüslerde ki arkadaşlara bir şey belli etmiyoruz. Aynı gösteri diğer otobüslerde de sırayla yapılacak…

 

Antakya şehir surları,MS 526 yılında Justinyen tarafından yaptırılmış. Eski devirlerde Antakya’nın etrafı bu yüksek surlarla çevriliymiş..Selevcos ve Roma Döneminde daha uzun ve yüksek olarak yapılan surlar üzerinde üç yüz altmış nöbetçi kulesi ve Habib-i Neccar dağının en yüksek ve sarp tepesi üzerinde bir iç kale bulunuyormuş. Bugün surların sadece Hacırüküş deresine bakan yamaçlardaki bölümü ile dere üzerinde aynı zamanda bent ve köprü görevi gören  Demirkapı bölümü sağlam..

 

Antakya surları tam bir rüzgarlı bayır.İsmail Işık kendini rüzgara öyle kaptırıyor ki kollarını açınca Titanik filminin sahnesinde sanıyor kendini. Asi nehri ve Antakya’yı kuşbakışı seyrediyoruz… İsmail Işık’ın eşi Yasemin iki yıl Antakya’da doktorluk yapmış. 

 

Yasemin ile İsmail uzun yıllar Libya’da kalmışlar… Yasemin orada dil problemi nedeniyle çok sıkıntılı bir dönem geçirmiş… “Bir daha Arapça konuşulan yere ayak basmam” diye bir laf etmiş….Türkiye’ye döndüklerinde Doktor olarak atamasını istemiş ve kurada Antakya’yı çekmiş. “Olsun” demiş… “Hiç olmazsa kendi ülkemdeyim, dilimi konuşur, konum komşum olur” demiş.  Arabayla Antakya’ya yola çıkmışlar… Kucağında üç aylık kızı ile Antakya’ya yaklaştıklarında benzin istasyonunda durmuşlar.. Arabanın kapısını açtığında bir de ne görsün herkes Arapça konuşuyor… Yasemin ağlamaya başlamış. “Ben iki yıl buralarda ne yaparım?”  diye…

 

Sonra iki yıl çabuk geçmiş… Ayrılırken tüm Antakya ahalisi Sağlık Ocağı’nın iki yanına dizilmiş. Onlar ağlamışlar, Yasemin  ağlamış.. “Doktor hanım bizi bırakma” diye ellerine sarılmışlar… “Gelirken ağlamıştım ama giderken daha çok ağladım” diyor… Antakya ahalisi çok sıcak, Antakya ahalisi çok medeni, Antakya ahalisi güzel insanlar…  Önümüzdeki günlerde bunu daha iyi anlayacak Antakya’yı daha çok seveceğiz.

 

Kaleden sonra Atçana kazı alanına doğru hareket ediyoruz. Atçana ilk olarak 1930 lu yıllarda İngilizler tarafından kazılmaya başlamış. Kazıyı başlatanlardan biri de arkeolog Max Mallowan, ünlü İngiliz romancı Agahta Christe’nin kocası…

 

 Bu kazılar sonucu MÖ 1500 yıllarına tarihlenen Yamhad Kralı Yarım-Lim’in sarayı ile Nigme-Pa Sarayı’nın kalıntıları ortaya  çıkarılmış. Daha sonra kazılara 1995 yılına kadar ara verilmiş.

 

Kazılar 1995 yılında Chicago Üniversitesi,  Oriental Enstitüsünden, Prof. Dr. Aslıhan Yener ve Prof. Dr. Tony Wilkinson’ un yönetimi altında yeniden başlamış daha sonra kapsamı Asi Deltası yüzey araştırmalarını da içine alacak şekilde genişletilmiş. Günümüzde Atçana höyüğünü Chicago Üniversitesinden Prof. Dr. Aslıhan Yener, Ta’yinat höyüğünü Toronto Üniversitesinden Prof. Dr. Timothy Harrison ve ekibi kazmakta: Asi Deltası (Al-Mina) yüzey araştırmalarını Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Hatice Pamir başkanlığında bir ekip yürütmekteymiş. Bölgede bulunan höyük sayısı 346 yı bulmuş Ta’yinat höyüğünde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan 85 parça tablet Akad, Neo-Hitit kitabeleri külliyatı yaratmış. (Luwian kitabeleri). Bu kitabelerin ortaya çıkarılışı Luwi dilinin çözümlenmesi için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktaymış. Ayrıca bulunan çömlekler bölgenin Kıbrıs ve Ege adaları ile yoğun bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymaktaymış….

 

Kazılarla ilgili Aslıhan Hanım’ın asistanı Bike  bilgi veriyor. Gencecik doktora öğrencisi kız, arkadaşlarıyla beraber güneşin alnında dudakları kurumuş, yüzü marsık gibi yanmış haliyle toprağı eşeliyor. Eşelemede bildiğimiz fırça, süpürge faraş ile milim milim derine inilerek yapılıyor. Kazıda bulunanların bir kısmı Antakya Müzesi’nde sergileniyor…Bir kısmı da Londra’da ki British Museum’da….

 

Kazı alanından sonra kazıcıların kampına gidiyor Aslıhan Şener ile tanışıyoruz. Altmış yaşlarında espirili, genç ruhlu aydın bir  profesör hanımla karşı karşıyayız. Şu anki kazılar Hitit dönemine denk geliyormuş. Aslıhan Hoca  Hititler döneminde ipini koparanın buralara geldiğini, bu döneme ait önemli bulgulara rastladıklarını söylüyor. Kazılara ilk başlayan Agatha’nın kocası ile ilgili çok hoş bir anekdot anlatıyor. Romancı hanım kocasından on iki yaş büyükmüş. Evliliğinin nasıl gittiğini soranlara    “ Çok iyi gidiyor, yıllar geçtikçe kocamın bana olan ilgisi artıyor” dermiş… İlahi Aslıhan Hoca, ilahi Agahta….  Ne yapsak biz de genç bir arkeolog mu bulsak?

 

Kazı Evi’ni ziyaret ettikten sonra öğle yemeği için Yenişehir Gölü kıyısında tuz da tavuk yemeye gidiyoruz. Geldiğimiz günden beri tavuk yiyip duruyoruz. Izgara tavuk, kömürde tavuk, bir de tuz da tavuk yiyeceğiz… Lokantanın kapısına kocaman tabela asmışlar. Üzerine de “Turizm ve Devlet Bakanlığı onaylı tuz da tavuk Türkiye’de ilk defa burada icat edilmiştir” diye yazmışlar….

 

İçeriye girince tuz da tavuğun nasıl yapıldığını görüyoruz. Bizim tuz da balığın, tavuk şekli… Tuz kalıbının içinde pişen tavuk keski çekiç marifetiyle tuz kırıldıktan sonra sofraya geliyor… Tadı enfes…

 

Yemekten sonra göl etrafında turluyoruz. Vasfiye ahalinin tipik Arap olduğunu söylüyor.. Mangal yapıp çayır çimene yayılmış halkın Arap olduğunu anlamak zor değil ama; Vasfiye’nin yorumu hayli  ilginç… “Bak diyor hepsi suya sırtlarını dönmüş. Bunu ancak bir Arap yapar” diyor … Hakikaten ilginç güzelim göle sırtını dönmüş oturuyor millet….

 

Otobüslere binerek  Cilvegözü Sınır kapısına gidiyoruz. Suriye ile sınır teşkil eden dikenli teller hemen karayolunun yanı başında… Gözümüzle görünce anlıyoruz ki “Propaganda” filmi boşuna çevrilmemiş…  Diğer sınır kapılarına yaklaşırken sınıra yaklaştığınızı hissedersiniz. Burada dikenli teller olmasa sınırda olduğunuzu anlamak mümkün değil. Cilvegözü Kapısına vardığımızda da ne Tır kuyruğu var ne kalabalık… Sakin sakin bir sınır kapısı… Halep yazısını görmesek normal bir polis ya da jandarma  noktası olduğunu sanacağız….

 

Gezimizin en can alıcı yerine gidiyoruz. Bülent Ağa’nın eniştesi Cengiz Toma’nın çiftliğine… Amik Gölü’nün etrafı çepeçevre Toma ailesi’ne aitmiş. Yani Cengiz Toma bizim ağa gibi değil, gerçek anlamda bir Toprak Ağa’sıymış… Bülent’in halası Antakya’ya öğretmen olarak atandığında Cengiz Ağa bu genç öğretmene vurulmuş ve onunla evlenmiş…

 

Çiftliğe vardığımızda Cengiz Ağa ve eşi hanım ağa bizleri karşılıyorlar… Hem de top atışıyla… Domuzları ürkütmek için tüple çalışan minyatür top şeklindeki iki adet aparatla ortalık gümbürdüyor… Bizim Bülent Ağa için özel koltuk hazırlanmış, koltuğun önüne de “Züğürt Ağa” yazılmış…. Çok şen şakrak, espirili bir ağa Cengiz Ağa…

 

Çiftlikte eni konu işletme ve çok hoş bir çiftlik evi var. Ev 1933 yılında yapılmış ve vakti zamanında Celal Bayar’ı, Refik Koraltan’ı ağırlamış… Duvarda o günlere ait siyah beyaz fotoğraflar asılı…. Ben hayatımda ilk defa gerçek bir ağa ile karşı karşıyayım dediğimde;Cengiz Ağa, “Benim ağalığımdan ne olacak, asıl ağa benim babamdı.Ben babamın dördüncü hanımının altıncı çocuğuyum” diyor. Babası annesine çok aşıkmış ve bu evi annesi için yaptırmış.

 

Cengiz Ağa bizim ekibin namını duymuş olacak yörenin en iyi iki davulcu ve bir zurnacısını da getirtmiş.  Onca adama biberli peynirli pide ayran ve bir çeşit tulumba tatlısı hazırlatmış. Tatlının adı da çok hoş “Kerane tatlısı” . Genelevin önünde satıldığı için bu adla anılıyormuş…

 

 

Davul zurna eşliğinde oyunlar oynuyoruz, saz çalıp türkü söyleme faslına Cengiz Ağa’mızın isteği üzerine “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsüyle başlıyoruz.  Hanımağa Ankara’lı ya ona jest yapıyor….Hanımağa çok hoş, güleç yüzlü bir hanım. Kaşıyla gözüyle etrafı idare ederek kusursuz ev sahibeliği yapıyor…

 

Akşam güneşi inerken çiftlikten ayrılıyoruz...  Sımsıcak insanlar, hoş bir mekan ve de sazımız sözümüzle kubbede bir hoş seda kalıyor…

 

Otele uğradıktan sonra akşam yemeği için  tekrar toplanıyoruz. Akşam yemeği Antakya’lı Fosil arkadaşımız Jeni Azar Naseh ve eşi Antakya Ortadoks cemaati başkanı Arkeolog  Josep’in organizasyonu ile Ortadoks Kilisesi  bahçesinde…

 

Josep bizi kilisenin kapısında karşılıyor. Kilisenin Süleyman Mabedi’nin benzeri olduğunu söylüyor. Kilise on kolon üzerine oturtulmuş. Musa’nın On Emir’ini çağrıştırıyor.Kilise’nin girişinin hemen sağındaki duvarda Romen rakamıyla yazılı on adet tablet taşıyan Musa tablosu hemen göze çarpıyor. Mabetlerde ki sayısal sembollere ve figürlere burada da uyulmuş. On üç havari resmi, on iki basamaklı merdiven, Nuh’un gemisindeki güvercin…

 

Josep Kilisenin kapısındaki kabartmaları gösteriyor. Buranın kabartmalı, üç boyutlu ilk Ortadoks Kilise kapısı olduğunu söylüyor. Antakya bu yönüyle de yenilikçi bir kent…Josep cemaat başkanlığına seçimle gelmiş.

 

Kilise’nin bahçesinde hazırlanmış masalara oturuyoruz. Barkovizyonda Hatay’ın tarihi anlatılıyor. St Pierre kilisesi’ndeki bu yıl ki ayinin görüntüleri gösteriliyor…

Bu arada misafirlerimiz de var. Toma ailesi. Arkadaşlarımız Toma ailesi için Antakya sokaklarını betimleyen çok hoş bir tablo hediye ediyor. Cengiz Ağa’nın gözleri doluyor. Resimdeki evin doğduğu ev olduğunu söylüyor. Hepimiz şok oluyoruz. Ev ile ilgili tek bir fotoğraf yokmuş.. Şimdi elimde belgem oldu diyor… Bu hoş tesadüfe hemen şaşırıyor hem seviniyoruz…

 

Yemekte mahalli şiveyle konuşan Nurettin Sevindik  gösteri yapıyor. Antakya ağzıyla üç adet mektup okuyor. Masamızda Diyana olmasa tek bir kelime anlamayacağız. Diyana’nın çevirmenliği sayesinde ikinci mektuptan sonra denileni anlamaya başlıyoruz. Çabuk öğrendik valla…

 

Yemekte Antakya Ortadoks Cemaati vakfı üyeleri bize ev sahipliği yapıyor. Peder jan Delluler eşi ve oğluyla, yönetim kurulu üyesi Tony Hüseyinoğlu eşi ve kızıyla, Vakıf sekreteri Laura  Süadioğlu eşiyle birlikte katılmışlar… Çok hoş bir gece geçiriyoruz. Jeni ve Josep’e teker teker teşekkür ediyoruz….

 

 

28 Ağustos 2006 Pazartesi

 

Sabah kahvaltıdan sonra Bülent Ağa’mız bugünde herkese  Acıbadem Hastanesi yazan şapka, buz torbası ve yelpaze dağıtıyor… Ağamız promosyonu ve hizmette sınır tanımamayı abartmış durumda… Kendinden sonra Ağa olacak yandı valla…

 

Promosyon dağıtımından sonra otobüs yerine altı adet minübüsle  Samandağı yolu üzerindeki St Simeon Manastırı’na gidiyoruz. Yol üzerinde ziyaret yazan oklar   var… Bu bölgede türbe yatır bol miktarda .. Ziyaret yazan oklarda onları gösteriyormuş.

 

Yaklaşık kırk dakika dağa tırmandıktan sonra Manastıra varıyoruz. St Simeon manastırının bir bölümü sağlam kayalara oyulmuş, diğer bölümleri dik açık duvarlarla çevrilmiş…Manastırın sekizgen avlusunun ortasında doğal kayada yapılma 12 mt lik  sütun varmış. Bugün kaidesi ve az bir bölümü ayakta… Bu sütunun doğusunda üç kilise , diğer yönlerinde müştemilat varmış.. Manastırın üç giriş kapısı var ve doğu batı ekseni haç şeklinde…St Simeon buraya Halep’ten  MS 541 yılında gelmiş ve kırk yıl avlunun ortasındaki sütunun üzerinde yaşamış ve MS 592 de ölmüş… St Simeon  Terk-i Dünya tarikatının  en önemli temsilcisi aziz mertebesine ulaşmış bir keşişmiş… Dile kolay kırk yıl bir direğin tepesinde çile doldurmak….

 

 Samandağı’nın içinden geçiyoruz. Tipik bir kasaba.. Halkın tamamına yakını Aleviymiş. Okumuş ahalinin çok olduğu aydın bir kasaba.. Samandağı’ndan çıkarak  kıyı şeridi boyunca ilerliyoruz.  Nefis bir kumsal ve deniz  manzaralı Çevlik’e geliyoruz. Liman kalıntısının yakınında arabalardan inerek yaya olarak dağa tırmanıyoruz. Titüs tüneli’ne gidiyoruz. Tünel arkadaşlarımızın gözüne tehlikeli görünüyor. Kemal, Şebnem, Sedat ve ben gruptan ayrılarak tünelin kapalı kısmına ilerliyoruz.

 

Tünel, MS 1. yüzyılda limanın Musa Dağından gelen  sel sularının taşıdığı alüvyonla dolmasını engellemek için derivasyon tüneli olarak yapılmış. Vespasianus döneminde başlanmış, oğlu Titus tarafından tamamlanmış. Vespasianus şehirdeki umumi tuvaletlerden para alan ilk hükümdar olarak tarihe geçmiş. Tuvalet parasına pis, diyenlere de paranın kokusu olmaz dermiş… Günümüzde para gelsin de nereden gelirse gelsin zihniyetine Vespasyan denmesi de o nedenleymiş…

 

 Tünelin 130 metresi kapalı, diğer kısmı açık olmak üzere uzunluğu 1.380 mt. Ortalama 7 metre yüksekliğinde, 6 metre genişliğinde kesiti var..İçerisi büyüleyici, tünelin yan duvarlarında su kanalları var. Tünel bir mühendislik harikası.. Gezmesi biraz zahmetli ama değiyor…

 

Titus tünelinin  girdiğimiz deniz tarafındaki ağzından sağa dönerek bahçeler arasında ilerliyoruz. Yüz metre kadar sonra kaya mezarlara ulaşıyoruz. Yüksek bir yardaki kayaya oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok sayıda mezarın en çok ilgi göreni çukurun tabanındaki geniş mağara… Bu mağara diğerlerinden farklı olarak yüksek ve gösterişli yapılmış ve halk arasında da adı “Beşikli Mağara” ymış…

 

Mezarları ziyaretten dönerken şu bizim “Eve Giden Yol” filmi ekibine gene rastlıyoruz. Kızların makyajlarına bakılırsa hepsi dayak yemiş dağılmış haldeler… Tecavüze uğrama sahneleri çekilecekmiş… Birkaçının hatıra olarak resmini çekip otobüslere dönüyoruz….

 

Yemek yiyeceğimiz yere gelmeden önce  yolun ortasında bir türbe gözümüze çarpıyor. Minibüs türbenin etrafında üç tur atıyor…  Buraya her gelen bu ritüeli yerine getiriyormuş… Türbenin olduğu yer  Kuran-ı Kerimin kerh süresi 60-82 ayetlerinde bahsedilen. Hz Hızır Aleyhisselam  ile Musa peygamberin buluştuğu yermiş.

 

Türbenin içinde bir kümbet, kümbetin etrafında da insanlar dua ederek üç kere dönüyorlar, dönüş içinde kimi saat yönünü kimi ters yönü kullanıyor, öyle Budistler gibi ille saat yönünde dönülecek diye bir kuralı yok…

 

Öğle yemeğini Dervişhan restoranda yiyoruz. Denize yakın şirin bir kıyı restoran… Tavuktan farklı olarak, balıklı menü var… Herkes kanımızdaki tavuk miktarı düştü tavuk isteriz diye espri yapıyor…

 

Yemekten sonra  Kapısuyu üzerindeki Dor Mabedine gidiyoruz. Zeus adına yapıldığı söylenen mabet tüm ovaya hakim bir tepe üzerine kurulmuş… Mabetten geriye pek bir şey kalmamış ama aşağının manzarası görülmeye değer..

 

Dor Mabedinden sonra Vakıflı Köyü’ne gidiyoruz. Burası yeşillikler içinde her tarafından suların aktığı Türkiye’nin tek Ermeni köyü. Köyün kilisesini ziyaret ediyoruz. Kilisenin bahçesinde oyalanıyor köyü geziyoruz.

Topraklarının 2/3'ü Vakıflara ait olduğu için sınırlı sayıdaki toprakta organik tarım yapmaya çalışıyorlar Köyde yapılan  reçeldir, şaraptır ürünleri alıyoruz. Bu arada yaşlı bir teyzenin getirdiği tığ işi tepsi örtüsünü de almadan edemiyorum… Köyde hep yaşlılar kalmış, temiz, sıcak ve medeni bir köy…

Vakıflı Köyü, Hatay'ın eğitim seviyesi en yüksek köylerinden. Yaklaşık olarak 40 üniversite mezunu genç varmış . Fakat gençlerin çoğu doğal olarak büyük şehirlerde çalışıyor. Şimdilerde yaklaşık 160 kişinin sürekli olarak yaşadığı köy açık hava müzesi gibi ziyaret ediliyor.Yazın köyün nüfusu 2-3 katına çıkıyormuş . Hatay'ın çok kültürlü ve etnik yapılı ortamında Ermeniler de şimdiye değin diğer gruplarla uyum içinde ve ortak bir Hataylılık kültürü altında sorunsuz olarak günümüze kadar gelmişler. Vakıflı muhtarı "geçmişi unut, geleceği tut" diyerek beklentilerini dile getirmekte. Ekonomik ve sosyal ilişkiler her düzeyde kısıtsız olarak sürdürülürken kız alıp vermedeki kısıtlamalar ancak yeni kuşakta kırılmaya başlamış.

Kilisenin arkasında morg var… Köyün gençleri dışarıda olduğu için, biri öldüğünde bekletebilmek için yapılmış morg… Yaşlılardaki terkedilmiş duygusu içimi acıtıyor…

 

Vakıflı Köyü’nden sonra Hıdırbey Köyüne gidiyoruz. Köyün ortasında asırlık bir çınar ağacı var. Arkadaşlarımız çınarın çevresinde el ele tutuşuyor. Sayım yapıyoruz yirmi kişiyiz…Ağacın dalları yaklaşık bir buçuk dönüm yer kaplıyormuş. Hikayesi de çok hoş…Hz Hıdır ve Hz Musa denizden çıkmışlar ve birlikte Hıdırbey Köyü’ne gelmişler…Hz Musa yoluna devam etmiş ve kendi adıyla bilinen Musa dağına çıkmış…Çıkarken de asasını su kenarına koyarak su içmiş ve de asayı orda bırakmış…Döndüğünde bir bakmış ki ağaç yeşermiş.. O ağacın bu ağaç olduğu söyleniyor… Buralar da o muydu bu muydu diye sorgulamak yok… Halk neye inanıyorsa bizde ona inanıyoruz… Onlar mutlu biz mutlu…

 

Çınarın gölgesinde çay kahve içerken, davulumuz, sazımız ortaya çıkıyor  köyün meydanında bir iki oyun attırıyor bol alkış alıyoruz…

.

Akşam yemeği için otobüslerle Antakya’nın dışında kurulan uydu kentlerden birine gidiyoruz. Havuz başında ki Güngör Restoran’da yer ayrılmış…

 

Yemekten sonra  Demet Hanımağa’nın yeğeni Osmantan Erkır’ın aramızda olduğu anons ediliyor. Osmantan olunca milletin aklına nerden geliyorsa geliyor  THBT-Star yarışması yapmak  geliyor… Kısa sürede senaryo yazılıyor.  Kim şarkı söyleyecek, kim jüri olacak  kim fanatik seyirci olacak diye anında rol dağılımı yapılıyor.

 

Bana şarkı sözlerini unutan, sesi detone olan fingirdek izmir’li star adayı rolü verilmiş. Önce pop-star yarışması deniyor… Günümüzün şarkılarını ezbere bilmediğim için Jeni’nin kızı Jülyet beni çalıştırma görevini üstleniyor…Havuzbaşı gürültülü olduğu için sessiz diye tuvalette  Yalım’ın “Ellerine Sağlık” şarkısını ezberlemeye çalışıyorum. ..  Daha sonra kızlar “Tek Taşımı Kendim Aldım”ı söylememde karar kılıyorlar. Şarkının sonunu da “ Tek taşımı kendim aldım girmesinler havaya” diye  değil de; “Tek taşımı kendim aldım girmeyin lan havaya “ diye söylemeyi uygun buluyoruz.  Yerimize döndüğümüzde ise  yarışmada türkü söylenecek deniyor.…

 

Diğer yarışmacılar şöyle… Erdinç; Üç bacaklı Bahtiyar  Kambur’dan esinlenerek, Küçük Bahtiyar Kambur olmuş, Behzat; Gelibolu kızlarının elinde harcanmış bakir delikanlı, Sevgi; yalılarda büyümüş bir hanımefendi… Mustafa; Maho Ağa ve Kıpraşan Avratlar dans grubu olarak gelmiş,,, Özlem; kaset çıkarmak için ölüp biten çaylak aday… Fethiye; efe kılıklı kadın star adayı, Memiş’te ; İngiltere’den gelen THBT-Starı adayı…  

 

Jüriye gelince Halil Demir ki Armağan Çağlayan halt etsin yanında… Selami Gedik ağır abi jüri üyesi.. Bülent Ağa’da yelpazesini sallaya sallaya geldi…. Bir de Deniz Seki taklidi hanım üye var.. Sazları da İsmail Işık yönetiyor doğal olarak…

 

Yarışma başladı… Gülmekten kriz geçirirken aklımda kalanlar… Fingirdek izmir’li Efe türküsünü söylenebilecek en kötü şekliyle söyledi. Jüriden de iyi bir fırça yedi.  O da herkese çamur attı. Üstelik seyirci de en çok onu alkışladı…

 

Jüri Özlem’in ayağındaki botlara taktı. Bir de cı cı cı konuşunca “Kızım ayağında pabuç, dilin pabuç senden star olmaz “ diyerek elediler kızı.  Sevgi’ye “Devlet memuru kılıklı karı senin burada ne işin var” dediler… Behzat

 “ Gelibolu’da kuyu var

    Ne bulanık suyu var

    Gelibolu kızlarının

    Gece verme huyu var”

diye türkü söylediği için, Mine Abla kendine teessüf etti…

 

Küçük Bahtiyar Kambur’a baştan ayağa ameliyatla düzeltilmesi, ama pantolona sığmayan üçüncü bacağının bırakılması  önerildi..  Fethiye’nin erkeksi tavırları eleştirildi.. Maho Ağa’nın Kıpraşan Avratları ise jüriyi hem gevşetti hem kızdırdı.. Selami “Gavatmıyız biz ulan “ diyerek  sertleşti…

 

Jürinin herkese çamur atması…  Birbirleriyle kavga etmeleri.. Yarışmacılara seyircinin yaptığı tezahürat…  Velhasıl star yarışmalarının aslını aratmayacak bir şamata… Osmantan bile bu ekip elli iki hafta program yapar dedikten sonra varın gerisini siz düşünün……

 

Sonuçta Küçük Kambur Bahtiyar ile Play-back yapan Memiş finale kaldı ve Memiş’in play-back deki sesi Ümmüşen THBT Starı oldu.  Bizler bu işin süsüydük ama Ümmüşen her zaman bizim THBT’nin sesidir….

 

Bu şamata kolay kolay unutulmaz…. Her şey öyle kendi seyrinde aktı gitti ki,, Bir daha aynı şeyi yap deseler olmaz… Öylesine bir andı ki herkes  bir başka kimliğe girip, o kimliği zirveye taşıdı…

 

Ülkenin anlı şanlı televizyon programlarından aklımızda kalan bayağılığı,  ucuzluğu kendi çapımızda gırgıra aldık, “İşte tüm bunlardan aklımızda kalan bu, milleti böyle oyalıyor, böyle uyutuyorsunuz”  diye Osmantan aracılığı ile bir yerlere mesaj vermeye çalıştık… Anlayana….

 

29 Ağustos 2006 Salı

 

Bugün Antakya’da ki son günümüz… Çevre gezilerinden şehrin içini gezmeye sıra anca geldi… Antakya bir dinler mozaiği, inanç kültürlerinin birbiriyle harmanlandığı bir şehir…

 

Antakya’nın ana arterlerinden biri Asi Nehri’ne paralel  Kurtuluş Caddesi . Yaklaşık  dört kilometre uzunluğunda olan  caddenin altında MÖ 27 MÖ 35 yıllarında zafer yolu varmış. Caddenin  iki kenarında sütunlar varmış ve ilk ışıklı cadde olma özelliğini taşıyormuş… Şimdilerde cadde sağlı sollu apartmanların inşa edildiği  sıradan bir cadde… Müzede ki lahit bu cadde üzerinde ki bir apartmanın kazısında bulunmuş.

 

Cadde üzerinde   İlk önce Havra’ya giriyoruz.  Bir evin ikinci katında büyükçe bir salon. Haham cemaat ve havra hakkında kısa bir bilgi veriyor. Musevi ahali  Kudüs’teki tanrının evi yıkıldıktan sonra buraya gelmişler… Havranın kapısında tanrının on iki adı yer alıyor… (Biz de doksan dokuz adı var) Tüm cemaat kırk yedi kişi kadarmış… Havra da bulunan mukaddes kitapları Tevrat, ceylan derisi üzerine İbranice yazılmış beş yüz yıllık geçmişe sahipmiş…

 

Havra’dan sonra karşı çaprazda ki Katolik Kilisesi’ne giriyoruz… Kiliseye giderken Sarımiye Camii önünden geçiyoruz…… Kilise ile Sarımiye camiini bir duvar ayırıyor Kilisenin papazı İtalyan ve kırk beş yıldır buradaymış. Kilisenin olduğu yer daha önce evmiş… Sahipleri tarafından kiliseye bağışlanmış.. Buranın cemaati de kırk kişi kadarmış…

 

Kilisenin bahçesinde biraz soluklandıktan  sonra Habib-i Neccar camiine giriyoruz.  Habib-i Neccar CamiiAnadolu’da yapılan ilk cami olarak biliniyor... Günümüzdeki cami Osmanlı dönemi eseri, etrafı medrese odaları ile çevrili. Avlusunda 19.yy eseri bir şadırvan bulunuyor. Caminin kuzeydoğu köşesinde Hz. İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya(Pavlos) ile onlara ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi bulunuyor….

Antakya şehri, İslam Devleti’nin lideri Hz. Ömer’in komutanlarından Ubeydullah Bin Cerrah tarafından 636 yılında fethedildiği dönemde fethin simgesi olarak, Habib-i Neccar ve Hz. İsa’nın iki havarisinin mezarının bulunduğu yerde, bir cami inşa edilmiş. 1098 yılında Haçlılar’ın eline geçen ve 1099’da Antakya Prensliği halini alan şehri Memluk Sultanı Melik Zahir Baybars fethedince camiyi yeniden yaptırmış. Caminin medrese duvarlarında üzerinde Baybars’ın adı olan bir kitabe var. Depremlerden zarar gören cami ve minaresi birçok kez yenilenmiş.

Habib-i Neccar Efsanesine gelince; Habib-i Neccar Antakyalı bir inanç abidesi ve Kur’anı Kerim ‘de Yasin süresinde övülen şehit…Marangozluk yaptığı için Neccar ismiyle anılmış  Efsaneye gore, M.S. 40’lı yıllarda Hz. İsa, havarilerinden Yunus ve Yahya’yı Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken koyunlarını otlatan marangoz Habib-i Neccar ile karşılaşır . Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine Hz. İsa'nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakyalılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. Hz. İsa, bunun üzerine Barbanas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk Hz. İsa’nın dinine inanmaz ve onları öldürmeyi planlar. Bunu öğrenen Habib-i Neccar, şehre giderek Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hak dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye seslenir. Hz. İsa'nın elçileri de, Habib-i Neccar da işkence altında şehit olurlar. Habib-i Neccar Allah tarafından cennetle müjdelenir.

 

Camiyi gezdikten sonra Antakya sokaklarını geziyoruz. Dar sokakları gezerken rehberimiz yöre sanatçısı şair Ali Yücel’in dizelerini okuyor….

 

“Antakya sokakları dar…

 Antakya sokakları bir kişilik

 Sen giderken ben gelemem

 Bir gönlümü bahar almış

 Bir gönlümü yaz

Antakya sokakları bir kişilik

Öte git biraz”

 

Antakya sokaklarında rehber bir evin kapısını tıklatıyor. Finlandiyalı karı koca buradan ev almış ve de senenin yarısını burada geçiriyorlarmış. Kapıyı orta yaşlı bir hanım ve ondan biraz genç bir bey açıyor. Evin içini kendilerine göre tadil etmiş, yaşanır hale getirmişler… Kısa ziyaretten sonra birden anlıyoruz bunlar misyoner… Evet evet Antakya’da misyonerler cirit atıyor… Daha sonra gezdiğimiz Protestan Kilisesi’de buna örnek…  Antakya’da hiç Protestan olmamasına rağmen kilisesi var. Güney Koreliler finanse etmiş ve buraya gelip ayin yapıyorlarmış. Kilisedeki görevli hanım ise ortodoks…. Şaka gibi…..

 

Bunca dini bilgi ve de mabet gezintisinden sonra otobüslere binerek Kurtuluş caddesinin sonundaki Harbiye’ye gidiyoruz. Antakya’nın 10 km güneyinde şelaleleriyle tanınan Harbiye, antik dönemde Daphne (Defne) olarak anılıyomuş. Roma döneminde Antakya’lı zenginler, çağlayanları ve havuzlarıyla ünlü yazlık sayfiye yeri Defne’ye villalar yaptırmışlar. Villa kalıntılarının tabanlarından çıkan mozaiklerin bir bölümü Antakya müzesinde….

Mitolojide Daphne Irmak Tanrısının kızı olan bir su perisinin adı. Apollon Daphne’ye aşık olur. Ama kız onu reddeder. Apollon onun peşine düşer. Daphne kendini kurtarması için toprağa "Toprak ana, beni sakla" der. Toprak ana Daphne’yi bugün Harbiye Çağlayanlarının olduğu yerde ağaca dönüştürür.

Su perisi Daphne’nin dönüştüğü ağacın defne ile bir ilişkisinin olup olmadığı bilinmiyor ama Harbiye’de defne yağı ve yaprağından üretilen, saç ve cilt bakımında doktorlarca önerilip kullanılan sabunların üretimi yıllardır sürüyor.

Daphne aynı zamanda bir olimpiyat merkeziymiş. Apollo tapınağı, tiyatrosu, eğlence yerleri ve stadyumu ile görkemli bir kent görünümündeymiş. Ama ne yazık ki, bugüne hemen hemen hiç bir kalıntı ulaşmamış. Antakyalılar Romalı atalarını izleyip bu güzel yere yazlık villalar yaptırmışlar.

Harbiye’nin yakın tarih açısından da önemi var. Şimdi kent meydanında bulunan Defne Oteli, Hatay Cumhuriyeti’nin Meclis binası olarak kullanılmış ve Türkiye’ye katılma kararı bu binada alınmış. Bina şu anda boş ve viran durumda.

Harbiye şelaleleri, yeşillikler içinden dökülen çok sayıda küçük şelaleden oluşuyor. Şelale çevresi şimdi bir mesire yeri kimliğinde. Çok sayıda restoran, kafeterya ve otel hizmet veriyor. Biz de öğlen yemeğini Harbiye Kule restoranda yiyoruz… Yemekten sonra heykeltıraş Abdullah Özal’ın atölyesini ziyaret ediyoruz. Antik heykel taklitlerini kimimiz alıyor, kimimiz seyrediyor…

Heykel alış verişinden sonra herkes yol boyunca ipek alış verişine girişiyor. Harbiye ipekçi dükkanları ile de ünlü.. Kadınların çul çaput merakına erkeklerde eşlik edince ortalık  naylon torbayla doluyor….

Harbiye’den sonra şehre dönüyor ve bir kısmımız Uzun Çarşı’yı gezmeye gidiyoruz. Uzun Çarşı şehrin ruhunu yansıtan en iyi yerlerden biri… Kılık kıyafetlerde arap etkisi var… Halkın çoğunluğu arapça konuşuyor… Kadınlar çoğunlukta… Kadın erkek ayrımı yok… Bol bol künefe hamuru yapılıp satılıyor. Kadayıfların tel tel dökülmesini seyrediyoruz.  Çarşı da yok yok … Halkın günlük ihtiyacını karşılayacak her türlü gereç burada satılıyor.. Kimi arkadaşlar yorulup yarı yoldan dönüyor. Ben, Erdinç ve Özlem ile tura devam ediyorum… Çarşının renkliliğini bırakıp otel odasına tıkılmak bana göre değil….

Çarşıyı dolaştıktan sonra Ata Köprüsü’nden karşıya geçiyoruz.Eski kentle yeniyi birbirine bağlayan köprü, eski taş köprünün yerine yapılmış. Son derece sağlam olan Roma dönemine ait tarihi taş köprü, Amik ovasının kurutulması için uygulamaya konan projeye kurban gitmiş.

Asi nehri boyunca uzanan Belediye Parkına giriyoruz. Kilisenin bahçesinde yemek yerken bize yerel şiveyle sunum yapan  Nutrettin Sevdik’in çay bahçesini buluyoruz. Nurettin, Antakya’da ilklerin adamıymış. İlk mini golf sahası, ilk Türk Filmleri gösterisi onun bahçesinde yapılmış. Dört çocuğunun dördü de yüksek tahsil yapmış. Çay içmek istiyoruz. Ben her zaman olduğu gibi “Açık olsun” diyorum. Nurettin “Hele bir gelsin beğenmezsen açarız çayını” diyor. Görüp görebileceğim en koyu çay geliyor ve de içip içebileceğin en güzel çayı içiyorum. Bu nasıl bir harmandır, bu nasıl demlemedir, o da onun sırrı…

Özlem,Nurettin’in özel sarımı  sigaradan içiyor. Nedense benim de canım çekiyor… Bu sigara bu kadar mı güzel olur? Bu kadar mı keyifle içilir?  İyi ki Antakya’da yaşamıyorum… Çay ve sigara tiryakisi olmuştum çoktan….

Otobüsün saati yaklaşırken güzel insan  Nurettin’e veda ediyoruz. Otele döndükten sonra tekrar Antakya  sokaklarına kendimi atmak istiyorum ama ne çare yorgunluktan adım atacak halim kalmamış… Gazeteyi alıp biraz uzanıyorum…

Akşam Otelin bahçesinde Ağamız veda gecesi düzenlemiş. Kazancı Bedih’in tayfasından Kazım Kiriş ve ekibini “Sıra gecesi” için getirtmiş…. Kazım Kiriş hangi türküyü söylese o yöreye göre oynuyoruz. Adana, Diyarbakır, Ankara, Aydın, Artvin dolandıktan sonra adam uyanıyor. “Yahu siz kimsiniz?, Nerenin adamısınız?” diyor… Sonunda pes ederek ekibini alıp gidiyor ve de meydan bize kalıyor… Sazlar ortaya çıkıyor ve de zebaha kadar türkü söylemek üzere herkes yerini alıyor… Bu esnada Bülent Ağa “Künefe yemek isteyen var mı?” diyor … “Gecenin yarısına az kalmış ne künefesi?” dememize karşı “Burası Hatay nöbetçi künefeci varmış” diyor….

Minibüse biniyor ve Cumhuriyet Meydanına gidiyoruz. Gerçekten Ata Köprüsünün başında ki künefeci açık … Sabaha kadar da açıkmış…. Künefeleri sipariş ediyoruz hem de dondurmalı olarak… Antakya’nın neredeyse milli tatlısı bu künefe…

PEYNiRLi KÜNEFE    1 kg künefe 800 gr tuzsuz beyaz peynir 300 gr tereyağı Şurubu: 1 kg şeker Şeker üstünü kapatacak miktarda suyla kaynatılarak ağdalı bir şurup elde edilir. Ateşten indirmeden önce biraz limon suyu damlatılır.    İnce kenarlı 60 cm çapında bir tepside künefenin ortası açılıp tereyağı konulur. Hafif ateşte yağ künefeye yedirilip elle iyice tiftiklenir. Ateşten indirilen künefe ikiye ayrılır. Aynı tepsiye biraz tereyağı sürülüp ayrılan künefenin yarısı yarım cm. incelikte yayılıp sıkıca bastırılır. Üstüne ufalanmış tuzsuz taze peynir kenarlara taşmayacak biçimde yerleştirilir. Künefenin diğer yarısı peynirin üstünü kapatacak şekilde yarım cm incelikte, düzgün bir biçimde yayılıp, sıkıştırılarak kuvvetli ateşin üstünde hafif hafif döndürülerek altı pembeleşinceye kadar kızartılır. Ayrı yağlanmış bir tepsiye alt üst edilir. Diğer tarafı da kızartılıp pembeleştikten sonra bir tarafa alınır. Üzerine hazırlanan sıcak şurup dökülür. Sıcak servis yapılır. 

Künefe faslından sonra tekrar otele dönüyor; türkü faslına kaldığımız yerden devam ediyoruz…….

30 Ağustos 2006 Çarşamba

Sabahleyin Keşif Tur’un sahibine ve rehber arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Önce kendi arabalarıyla gelen arkadaşları uğurluyor, sonra da otobüslere binerek Adana’ya doğru yola çıkıyoruz.

Jeni ve kızı Jülyet  bizle birlikte Adana’ya kadar geliyorlar. Yolda İskenderun civarındaki Soğukoluk denilen fuhuş batakhanelerinin olduğu bölge gösteriliyor. Uğur Dündar’ın “Arena” da ki programından sonra  Soğukoluk diye bir yer kalmamış, iyi de olmuş….

Adana’ya varıyoruz. Seyhan barajından geçiyoruz. Seyhan barajı,Seyhan nehri üzerinde, gölü kent içi en büyük göl olan,en uzun çevre yolu ve en uzun köprüsü olan Çukurova’ya hayat veren en eski barajlarımızdan…Gölün üzerinde  yılın on iki ayı su sporları yapılıyormuş…

Bir de Karpuzbaşı diye bir yer varmış. Victoria Şelalesinde doksan beş metreden düşen su, burada altmış beş metreden düşüyormuş ve de beş dereceli rafting parkuruymuş….

Öğle yemeği için Sercan restoran da mola veriyoruz. Adana kebap, şalgam suyu derken gene sazlar ortaya çıkıyor, biraz çalıp söyledikten sonra Ankara otobüsünü uğurluyoruz…

Adana marabası Yaşar Ateşoğlu rehberliğinde  otobüslerle Adana şehir turu yapıyoruz. Taş köprü, Gar Binası, Atatürk’ün kaldığı ev, Sabancı camii derken vakit geçiyor…

Evli evine köylü köyüne demek üzere Havaalanına varıyoruz. En son uçak benimki… Fırsat bu fırsat diyerek okul arkadaşım Ümit Özgümüş’ü arıyorum… “Nerdesin? Alanda mısın?  Dur bekle seni aldırıyorum” diyor…

Beni almaya resmi plakalı bir araç geliyor. Meğer Ümit Adana Sanayi Odası başkanı olmuş.. Fabrikaya vardığımda sekreter kapıda karşılıyor… Doğru Ümit’in odasına… Delikanlı Ümit, yakışıklı Ümit, güzel Ümit hiç değişmemiş… Bir o konuşuyor bir ben…

Bayağı dilli dişli bir muhalif olmuş…  “Bak bir Çin atasözü var “ diyor… “Evi camdan olan, başkasının penceresine taş atamaz “ diyor. “Bu ülkede herkesin evi camdan o yüzden kimsenin sesi çıkmıyor, benimse korkum yok” diyor..  Çocuklardan konuşuyoruz… Muammer’i anıyoruz. .. Fabrikaya en son on beş yıl evvel gelmiştim… İşlerini geliştirmiş, çevresini geliştirmiş, taşra kentinde adam gibi adam olmuş Ümit…  30 Ağustos resepsiyonuna gideceği için istemeye istemeye ayrılıyoruz… Beni tekrar alana bıraktırıyor…

Alana geliyorum ki kimse gitmemiş.. Herkes yukarıdaki salonda oturuyor..  Kimi kağıt oynuyor, kimi gazete, kitap okuyor… Uçakları arıza yapmış, yeni uçak bekleniyormuş.. En son gidecek olan ben, herkesten önce uçağa biniyorum… Benimki de gezgin şansı herhalde…

Bir gezinin daha sonuna geldim. Ağzım kulaklarımda ….  Dostların arasında, sazımızla sözümüzle  şahane bir beş gün geçirdim… Ömrümün keyifli sayfalarına yeni sayfalar ekledim… İyi ki dostlar var… İyi ki yüreği yürek, bileği bilek , sözü söz   olan insanlar var…

“Ağam sen çok yaşa, Demet, Ceyda sizler çok yaşayın… Sizler bizi mutlu ettiniz, Sizlerde mutlu olun, şen kalın…..

Feryal BEKDİK

Eylül 2006

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AH LENİN AH

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024