BULGARİSTAN GEZİ NOTLARI

 


                   


BULGARİSTAN GEZİ NOTLARI  (27 Ekim – 31 Ekim 2021)

Yazın Bodrum’da Evşenlerin evde tatil yaparken; Sibel aradı, “Bodrum’dasınız demek, ben bu keyfi kaçıramam” diyerek ertesi günü eşiyle Bodrum’a geldi ve de eşini Milas’a akrabalarının yanına yolladı. Kız kıza tatil yapmayalı yıllar olmuştu. İnternetten Canada’da yaşayan arkadaşımız Elvan arandı, ona nispet yapıldı. Bizim “Kümes”in aramızdan ayrılan “Büyük Horoz”unun ruhu şad edildi, Sibel’in eşi “Küçük Horoz”a uzun ömürler dilendi, Canada’da ki civcivimizi kapan “Tilki”ye selam yollandı. Biz böyle kakara kikiri yaparken; Sibel “Ablacım gezi notlarında adı geçmeyen bir tek ben kaldım, ne olur birlikte bir gezi yapalım” demeye başladı. “Tamam Sibelciğim bir gün yaparız” dedim, dedim ama Sibel çok ısrarlı. “Arabayla gidelim, adını koyalım” diye tutturdu. “Olur, Cumhuriyet Bayramı tatilinde Bulgaristan yaparız” deyip konuyu kapattık.

Konuyu kapattık ama, Sibel kapatmadı. Evşen’i aradı, pasaportu yeniletip yeniletmediğini sordu, beni aradı, tamam değil mi diye defalarca teyit aldı. Gitme vakti yaklaşırken benim yurt dışında yaşayan oğlum iki torunu da alarak Türkiye’ye geleceğini söyledi mi?

Çocuklar Ankara’ya geldi. Onların programını dönüşleri İstanbul’dan olacak şekilde yaptık. Ankara’dan İstanbul’a arabayla gelecek, iki gün Evşen’de kalacak, çocuklar halaları ile hasret gidereceklerdi. Sonra onlar evlerine dönecek, Sibel ve Özlem’de bir gün sonra yola çıkacak, ben ve Evşen’i alarak Bulgaristan’a devam edecektik.

Gel gör ki Evşen’in çalıştığı şirkette Covid patladı. Bizim Evşen’de kalma planımız suya düştü.  Biz çocuklarla bir gün Topuk Yaylası Fenerbahçe Tesisleri’nde, bir günde Havaalanına yakın bir otelde kaldık. Onları sağ salim evlerine yolladım. Ben de bir gece İstanbul’da ki arkadaşım Leyla’da kaldım. Bu arada  Evşen’de  ne olur ne olmaz diye Covid testi yaptırdı.

Biz 27 Ekim günü yola çıkmayı planlamışken  Evşen’in vizesi Yunan Konsolosluğu’ndan 28 Ekim‘den itibaren tarihlenerek geldi. Test daha sonuçlanmadı. Sürekli plan değiştirmek durumunda kaldık. Evşen, “Olmazsa bensiz gidin” diyor ama, Evşen’siz yola çıkmak da içimize sinmiyor.  

Sonunda gözümü karartıp, İzmir’dekilere yola çıkın dedim. Ben de Evşen’in eve geçtim. Test pozitif çıkarsa ben Evşen ile evde kalır, Sibel eşiyle seyahate devam eder diye düşündüm. Yarım saat sonra test sonucu negatif geldi. Böylece bir etap geçilmiş oldu, bu arada Evşen’in Yunanistan girişini halletmek üzere internetten araştırmaya giriştim.  Edirne Emniyet Müdürlüğü yardımcı oldu, Pazar Kule diye bir sınır kapısı varmış, beni oraya bağladılar, Pazar Kule sınır kapısındaki görevli hanım, kapının Edirne’ye on beş dakika mesafede olduğunu, yalnız Yunanistan’a geçebilmek için ilave form doldurmamız gerektiğini söyleyerek formun internet adresini verdi.

İzmir ekibi saat 17:00 de Evşen’in kapısına ulaştı, valizleri yerleştirir yerleştirmez yola çıktık. Üçüncü Köprüyü geçerek, Edirne’ye doğru yol almaya başladık. Onca olumsuzluğa rağmen, yılmadık, moralimizi bozmadık, sonunda Sibel ile Özlem’in arabasına doluşup yollara düştük. İş bölümünü daha önceden yapmıştık. Özlem arabayı kullanacak, Evşen fotoğraf çekecek, Sibel, rezervasyon para pul işleriyle ilgilenecek, ben de gezi programını yapacak ve gezi sonrası gezinin notlarını yazacaktım. Bu arada Sibel iki hafta önce bize rehberlik etmek için bir arkadaşı ile “Varna Turu”na katılmış, “Tırnova, Varna bende ablacım”  deyip duruyor. Garibim bu geziyi ne kadar çok istemiş.

27 Ekim 2021 Perşembe Saat:20:00  Edirne

Edirne’de arabayı otoparka park ettikten sonra, “Ciğerci Aydın”da açık havada akşam yemeği yiyoruz. Yaprak ciğer nefis, yol boyu ciğer sayıklayarak gelmişiz, sayıkladığımız kadar varmış.

 Tavacının yanında “Tatlı Konağı” diye bir dükkana giriyoruz. İçerisi 50 ve 60 yıllarının objeleri ile donatılmış. Hayat mecmuası, eski radyolar ne ararsan var, tatlı sunumları da harika, hele kahve sunumu tam saray işi.

  

Yemek işini hallettikten sonra, Selimiye Camii’ni gezmek istiyoruz. Yıllar önce camiyi gezmiş, hayran kamıştım. İnternette 24 saat açık bilgisi var. Camiye gidiyoruz ki cami kapalı. Camide hırsızlık olduğu için yatsıdan sonra kapanıyormuş. Belediye de caminin etrafında düzenleme yapıyormuş, her yer kazılıp dökülmüş. Selimiye  Camii’nin etrafını dolaşıp birkaç poz resim çekip; Büyük Cami’ye geçiyoruz. Gene yıllar önce geldiğimde Ara Güler’in ünlü  “Kadın ve Allah” fotoğrafına öykünerek “Feryal ve Allah” diye fotoğraf çektirmiştim. Büyük Camii’ye geldiğimizde sadece caminin değil, caminin  bahçe kapısının da kapalı olduğunu görüyoruz. Parmaklıklar arasından “Allah” yazısını çekiyoruz. Evşen, parmaklıklar arasından beni fotoğraflamaya çalışıyor, ama olmuyor.

Vakit gece yarısına yaklaşırken, Pazar Kule’ye doğru yola çıkıyoruz. Kapıya varmadan Yunanistan’ın istediği formları ekip olarak dolduruyoruz. Bizim sınır görevlileri, bizi Türkiye’den çıkarıyorlar. Evşen‘in vize başlangıcına yirmi dakika var, polisler bize yanda yer gösteriyor, burada bekleyin diyorlar. Sınır kapısında in cin top oynuyor, ne oradayız ne burada Araf’da bekliyoruz. Arabanın camını polis tıklatıyor, tabak içinde dört tane çay getirmiş. Nasıl makbule geçiyor, nasıl hoşumuza gidiyor, Adını soruyoruz. Utanarak adını söylüyor. Uğur Çakır diyor, Söke’liymiş. Nasıl mütevazi, nasıl terbiyeli o kadar olur. Diğer poliste kulübeden bize el sallıyor.

Vakit tamam, Yunanistan sınır kapısına varıyoruz. Kimseler yok, pasaport, evrak derken sorunsuz geçiyoruz. Evşen’in pasaportu Yunanistan damgası yemiş oluyor. Tabelaları takip ederek, Bulgaristan sınır kapısına varıyoruz. Oradan da sorunsuz geçip Bulgaristan topraklarına ayak basıyoruz. Hep beraber bir oh çekerek, asıl gezi şimdi başlıyor diyoruz.

Hedefimiz Filibe. Filibe iki saatlik  mesafede. Gecenin bir vakti varıp, ertesi günü sersem sepelek geçirmektense,  ilk gördüğümüz kasabada konaklayıp, Filibe için yarın yola çıkmaya karar veriyoruz. Arabada mı kalsak, otelde mi yatsak derken arabanın bir tık üstü konforda bir otelde kalmaya karar veriyoruz. İnternetten Svilengrad kasabasında Svilenga otelini  gözümüze kestiriyoruz. Fiyatı çok uygun, gittiğimizde de çok temiz ve düzgün bir otelle karşılaşıyoruz. Hem yol yorgunu hem de günlerin getirdiği gerginlikle yastığa beş kala uyuyoruz.

 

28 Ekim 2021 Cuma

Svilengrad, Osmanlı dönemindeki adıyla Cisri Mustafa , Meriç nehri kıyısında küçük bir kasaba. Kasaba küçük ama, dört,beş adet beş yıldızlı otel ve otellere bağlı kumarhaneler var. Ağırlıklı olarak Türk vatandaşları kumar oynamaya bu kasabaya geliyormuş. Otellerin önünde bolca İstanbul plakalı lüks sınıf arabalar var. Özlem, “Sabah kahvaltısını otel kumarhanesinde yapalım, kumarhanelerim kahvaltısı çok güzel üstelik de bedava” diyor. Yalnız içeride dolanabilmek için kumar kartı alıp birkaç leva yükletmek gerekiyor. Merit International’ın Casinosuna giriyoruz. Bizim elli liralık yurt dışı çıkış pullarını gösterdiğimizde de 20 leva bonus yükleniyormuş. 20 Levada cepten vererek her birimiz 40 levalık kartlarla makinaların başına geçiyoruz. İki leva bir Euroya karşılık geliyor. Yani bir leva bizim paramız ile beş buçuk TL ediyor. Açık büfe yokmuş, tost ve çay söylüyoruz. Makinalara bas bas paraları yaparken, Sibel ile Özlem kartları sıfırlıyor, Evşen ile ben 40 levaları 80 leva yaparak oyunu bırakıyoruz. Para kaptırmadan hem kahvaltı yapmış, hem de eğlenmiş oluyoruz. Sabahın köründe 25.000 Leva yükleyerek kumara başlayanları görünce iyi ki böyle bir illete tutulmamışız diye şükrediyoruz.

Otelden çıktıktan sonra Meriç üzerindeki Mimar Sinan’ın eserlerinden Mustafa Paşa Köprüsü’ne (Mosta Köprüsü)  gidiyoruz. Köprü araç trafiğine kapalı.


Daha fazla oyalanmadan yola devam ediyoruz. Köy ve kasabalardan geçerek saat 12:00 da Filibe’ye (Plovdiv) varıyoruz. Arabayı Ramada by Wyndham otelin arka sokağına park ediyoruz.

Filibe 350.00 nüfusu ile başkent  Sofya’dan sonra Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri. Filibe ismi Philippopolis’den geliyor. Şehir Makedonya Kralı II.Filip’e adanmış. II.Filip ise bilindiği üzere Büyük İskender’in babası. Filibe I.Murat döneminde Osmanlı egemenliği altına alınmış, Yörük Türkmenleri bölgeye iskan edilmiş. Günümüzde Filibe’de lisan sorunu çekmiyorsunuz. Her yerde Türkçe konuşuluyor.   

Şehir, Bulgar dilinde ve tabelalarda Plovdiv olarak adlandırılmış. Filibe Osmanlı döneminde kalmış. Arabadan indikten sonra Büyük Meydan’dan Eski Şehre doğru yürümeye başlıyoruz.

Yolun sağ ve solunda antik buluntular var. Romalılar dönemine ait Forum ve Odeon gözümüze çarpıyor. Knyaz Aleksandar I Caddesi boyunca yürüyoruz. Cadde bizim İstiklal Caddesi’ni andırıyor.

 Yürürken Milio heykeli ve “Together plovdiv European Capital Cultur” yazan anıtın önünde fotoğraf çektiriyoruz. Plovdiv,  İtalya'nın Matera kenti ile birlikte 2019 yılında Avrupa Kültür Başkenti olmuş.

 

Caddenin sonunda Dzhumaya Meydanında (Cuma Meydanı)  MS 2.yüzyılda İmparator Hadrian tarafından yaptırılmış  Roma Stadyum’u kalıntısı var.30.000 seyirci kapasiteli bu stadyum'da Olimpiyatlar yapılıyormuş. Büyük bölümü, çevredeki mağazaların altında kalan yapının bugün sembolik olarak küçük bir kısmını  görebiliyoruz. 

 

 

Meydanın sağında  Cuma Camii’ni görüyoruz. Cuma Cami, Hüdavendigâr Camii olarak da adlandırılıyor. Sultan I. Murad dönemi yapısıymış. Cami, Osmanlı İmparatorluğu'nun sembolü olacak şekilde 1363-1364 yılları arasında şehir meydanına inşa edilmiş. 

Caminin giriş kapısı tarafı ahşap ile kaplanmış, “Bölge Müftülüğü-Filibe” tabelası konmuş. Caminin alt katında kapısında “1364’den beri Djumaia Türk kahve ve Çay Evi” yazan kafe var.

Camiinin içini geziyoruz. Tavan ve duvardaki işlemeler camiye sevimli bir hava vermiş. Caminin  karşısında ki kafede müftü oturmuş, etrafındakilerle sohbet ediyor. Osmanlı Mahallesini soruyoruz. Tarif ediyorlar. Özlem müftünün olduğu masaya ilişiyor. Özlem bizim gibi haldır haldır gezme meraklısı değil. Camiinin arka duvarında güneş saati gözümüze çarpıyor. Biz üç kız Osmanlı Mahallesine doğru yola çıkıyoruz.


Tsar Boris Obedinitel Bulvarı’nı geçerek merdivenlerden tırmanıyoruz. Yol boyu duvar resimleri ilgimizi çekiyor, her biri sanat eseri.Evlerin mimarisi kendini göstermeye başlıyor. Zemin katlar taştan, üst katları ahşaptan yapılmış cumbalı, yüksek duvarlı evler. Pandemi nedeniyle sadece üç ev ziyarete açıkmış. Bunların en ünlülerinden Balaban Evi’ne giriyoruz. Evin bahçesinde kuyu var, çeşme var, heykel var. Eve giriş adam başı 7 Leva. Evin girişinde büyükçe bir alan, sağ ve solunda yarım merdiven ile çıkılan salonlar var. Bu salonlar iş yeri olarak kullanılıyormuş. Evin ilk sahibi, terzi ve aynı zamanda tefecilik yapan zengin bir adammış, son sahibi ise eve adını veren Hacı Balaban efendi, yahudi cemaatinin önde gelenlerindenmiş. Ahşap merdivenden üst kata çıkıyoruz. Büyük bir sofa, sofaya açılan kocaman dört adet oda var. Döneme ait eşyalar ile döşenmiş, yatak odası yok, yüklük olan odanın yatak odası olduğunu varsayıyoruz. Sofada kocaman bir kuyruklu piyano var.  

 

Evin alt katındaki salonlar resim galerisi olarak düzenlenmiş. Bulgar çağdaş sanatçılarına ait tabloları inceliyoruz. Bize bilet satan görevli hanım, galeride çok oyalandığımızı görünce bizi bodrum kattaki galeriye indiriyor,


Orijinal olduğunu söylediği kocaman bir anahtarla kapıyı açıyor ve “Just A Minute” adlı sergiyle bizi baş başa bırakıyor. Çok güzel fotoğraf çalışmaları var. Sanata doyuyoruz.

Sergiden sonra avluya açılan diğer kapıdan yan evin bahçesine geçiyoruz. Sokağa çıkmadan evden eve komşuya geçilebiliyor. Yan ev de “Hindliyan Evi”. Bir evi gezmek yeter deyip, ikinci evi dışardan fotoğraflayıp tekrar sokağa çıkıyoruz.

Evlerin çoğu restore edilmiş, kimi butik otel, kimi kafe olmuş. Yol üzerindeki Saints Constantin ve Helena Ordodoks Kilisesi’ni geziyoruz. Burası İmparator Constantin ve annesi Helena adına yapılmış bir kilise. MS 4. Yüzyıla kadar tarihleniyor.  Avlu içinde çeşitli amaçlar için kullanılan birkaç kiliseden oluşuyor. Çok zarif bir çan kulesi var. Ana kilisenin içindeki freskler ve resimler görsel olarak çok güzel. 

 Dönüşte farklı bir yol takip ediyoruz. Bulvarı geçerken görmüş olduğumuz tünelin üst tarafından geriye dönerken, bulvarda yürüyen kalabalık bir protestocu gruba denk geliyoruz.


Yollarda ki binaları, duvar resimlerini fotoğraflayarak, Cuma caminin olduğu meydana geri dönüyoruz. Karnımız acıkıyor, doğru düzgün bir restoran bulamıyoruz. Arka sokaklarda “Smokini” diye bir restorana denk geliyoruz. İçerisi çok şık ve zevkli döşenmiş. Saat 17:00 de açıyorlarmış. Bu durumda bir saat daha beklememiz gerekiyor. “Bize uygun bir  yer tavsiye edermisiniz?” diye soruyoruz. Yetkili “O zaman buyurun içeri” diyor. İşte esnaflık budur, hemen servis açıp sipariş alıyorlar. Her birimiz farklı bir tabak istiyoruz. Gelen yemekler çok lezzetli, sunum güzel, keyfimiz yerine geliyor. Yemeğin üzerine sipariş ettiğimiz tatlıların sunumu da çok hoşumuza gidiyor.


Yemekten sonra arabaya doğru yürüyoruz. Gelişte gözümüze çarpan büyük parka giriyoruz. “Tsar Simeon “ bahçesinde sonbahar tüm güzelliği ile bizi karşılıyor. Bahçenin diğer ucundaki havuz kenarındaki banklara oturuyoruz. Buraya “Şarkı Söyleyen Çeşmeler” diyorlar. Hakikaten su oyunları başlıyor. Plovdiv ahalisi ile birlikte çantamızdan çıkardığımız çekirdekleri çitleyerek suların şarkısını dinliyoruz. Akşam karanlığı inerken arabamıza binerek otoyoldan Sofya’ya doğru yola çıkıyoruz.


     Sibel benzinciden otoyol bileti alıyor. Otoyolu kullanarak Sofya’ya varıyor, Ramada Wyndawn Otele yerleşiyoruz. Otel Bizim kumarhaneler kralı Sudi Özkan’a aitmiş. Sabah kahvaltısı gibi akşam yemeğini de kurtarabilirmiyiz diye kumarhaneye giriş yapıyoruz. Kumarhaneye girmemiz ile çıkmamız bir oluyor. Sigara dumanı, gürültü dayanılır gibi değil. Barda adam gibi yemek yiyip odaya gidiyoruz. Kumarhaneye girip çıkmak bile saçlarımızın kül tablası gibi kokmasına sebep oluyor. Banyo yapıp yatıyoruz.

 29 Ekim 2021 Cuma

Sabah otelde kahvaltı yapıp kendimizi dışarı atıyoruz. Özlem, ben kumarhane de dolaşacağım, siz gezin sonra ben sizi olduğunuz yerden arabayla alırım diyor.

Otelden çıkıp Aslanlı Köprü’ye doğru yürüyoruz. Vladaya nehri üzerindeki taş köprü, adını köprü üzerindeki dört adet bronz aslan heykeli nedeniyle almış. 1891 yılında açılmış olan köprü Sofya’da yapılan gül festivalinin de bir parçasıymış. Atatürk, Sofya’da bulunduğu sırada  Sofya’nın gülü olarak anılan bir hanımefendiye hayranlığını belirtmek için cebindeki son kuruşa kadar gül almış ve  bu hanımefendiye hediye etmiş. Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, Atamızın bir zamanlar bu köprü üzerinde gezindiğini, Vladaya nehrine bakarak sigara içtiğini hayal ediyorum.


Köprüyü geçtikten sonra “Knyaginya Maria Luiza" bulvarını takip ederek Mimar Sinan’ın tasarlamış olduğu Banyabaşı Camiine gidiyoruz. Banyabaşı camii büyük bir hamam kompleksinin parçası olarak inşa edilmiş. Tuğladan yapılmış cami 1566’da tamamlanmış. Kubbesi yarım kemerlerle desteklenmiş. Tek şerefeli zarif bir minaresi var.  Günümüzde şehirdeki tek faal durumda olan camiymiş.  Bugün Cuma olduğu için, Cuma namazı için hazırlıklar yapılmakta. Camiye girmeden kapısından bir bakıp geçiyoruz. Camiinin dışı  içerisinden daha görkemli.

Caminin arkasında fıskıyeli havuzun olduğu meydanda hamamın kalıntılarını görmek mümkün. Meydanın arka tarafında Sofya Tarih Müzesi var.


 

Camiden sonra Sveta Nedelya kilisesine gidiyoruz. Sveta Nedelya meydanında düzenleme yapılıyor. Her yer kazılıp dökülmüş. Kilisenin önünde siyah fraklarıyla, ellerinde müzik aletleri ile orkestra elemanları görüyoruz. Konserden çıkmış gibiler. Kilisenin içine girince bir olağanüstü durum olduğunu anlıyoruz. Kafalarındaki taçlardan yüksek rütbeli olduğu anlaşılan din adamları konuşmalar yapıyor, ilahiler okunuyor. Tüm bu zevat üzeri sırma kurdeleli  tabutu taşıyarak camiden çıkıyorlar. Uzun uzun çanlar çalınıyor, trafik duruyor. Kim ölmüş, kimin cenaze törenine katıldık diye merak ederken, kilisenin mum satan gişesindeki hanımdan, törenin Sırp Kralı Stephen Mulitin için yapıldığını öğreniyoruz. Devrik Sırp kralı falan mı diye fikir yürütüyoruz..

Meğer, 29 Ekim 1282-1321 yılları arasında Sırbistan kralı olmuş II. Stephen Uroš Milutin’in ölüm yıl dönümüymüş. Stephen krallığı döneminde sırp ordokslarını savunmuş ve kırktan fazla kilise ve ayrıca gezginler için birçok manastır ve pansiyon inşa etmiş. Krallığının son yıllarında kendini iyice dine verip çilehanelerde vakit geçirmiş. Bu nedenle Aziz Stefan olarak biliniyor. Öldüğünde Bansk manastırına gömülmüş. İki yıl sonra mezarı açıldığında cesedinin bozulmadığı görülmüş ve Sveta Nedelya kilisesine nakledilmiş. Her yıl 29 Ekim’de kralın tabutu açılıyor, malum zevat kadavranın  elini öpüyor, sonra tekrar tabut kapanarak kilise deki yerine yerleştiriliyormuş. İşte biz bu törenin sonuna denk gelmişiz.

 

 

Çan sesleri dindikten sonra Vitoşa caddesinden yolumuza devam ediyoruz. Vitoşa Sofya’nın, İstiklal Caddesi. Cadde üzerinde marka mağazalar, şık kafeler mevcut. Gül mağazalarına kayıtsız kalamayıp, gülden yapılmış kremlerden alıyoruz. Caddede ki banklara oturup geleni geçeni seyrediyoruz. Hanımlar çok şık. Pabuç çanta uyumuna dikkat ediyorlar. Kıyafetlerindeki renk uyumuna hayran kalıyoruz. Vitoşa caddesi asortik hanımlar resmi geçidi. Bulgar hanımlar çok güzeller, delikanlıları çok yakışıklılar.

 


Vitoşa Caddesi üzerindeki Ulusal Kültür Sarayı’nın olduğu devasa parka geliyoruz. Parkın köşesinden Özlem’i arıyoruz. Çok geçmeden Özlem geliyor, arabayla Bulgaristan Patriği’ne ev sahipliği yapan Aleksandr Nevski Bulgar Ortodoks Katedrali’ne gidiyoruz. Arabayı park edip katedrale giriyoruz.

Neo-Bizans mimari tarzıyla inşa edilen Katedralin inşaatı otuz yıl kadar sürmüş ve 1912 yılında hizmete açılmış. Kentin simgelerinden olduğu kadar dünyanın en büyük Doğu Ortodoks katedrallerinden biriymiş. Aynı anda yaklaşık 10.000 kişiyi içine alabilen katedral  Belgrad'daki Aziz Sava Katedrali'nden sonra Balkanlar'daki ikinci büyük katedralmiş.



Katedralden çıktıktan sonra arabamızın başında polislerin olduğunu görüyoruz. Koşturup polisleri gitmeden yakalıyoruz. Park parası ödemediğimiz için lastiğe kilit takmışlar. Kaldırım kenarında boş bulup park ettiğimiz yer paralıymış. Bilmediğimizden on levalık park parası ödemediğimiz yere otuz leva ödüyoruz. Kumar parası ile kahvaltı yaparsan böyle olur diye gülüşüyoruz.

 Bu kadar Sofya yeter deyip, Varna’ya doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde Plevne’ye mi yoksa Tırnova’ya mı uğrasak diye tartışıp; Tırnova’da karar kılıyoruz.

Otoyolda giderken sonbaharın tüm renkleri bize eşlik ediyor. Kasabalar çok şirin ve düzgün. Sovyetik dönemin izleri pek kalmamış. Nostaljik olarak birkaç yerde ulusal kahramanların resimleri var. Bir duvarda Dimitrov’un afişini  görmek beni heyecanlandırıyor.

Saat 17:00 de Tırnova’ya varıyoruz. Önce arabayla şehrin etrafında tur atıyoruz. Uzaktan Trapeziça kalesini görüyoruz. Arabayı park ederek çarşıya doğru yürüyoruz. Eski evler restore edilmiş, kimi kafe olmuş, kimi restoran kimi de el sanatları, hediyelik eşya satılan dükkan. Yer yer seyir terası gibi yerler var. Oradan şehrin fotoğrafların çekiyoruz. Aşağıda Yantra nehri kıyısında ki Sveta gora parkı görünüyor.

 

 

Tırnova Bulgar tarihi açısından önemli bir şehir, bu nedenle  1965 yılında büyük, yüce anlamlarına gelen veliko unvanı verilmiş ve  Veliko Tırnova olarak adlandırılmış.

Bronz bir heykelin önündeki plaketi okumaya çalışıyorum. Diğer Ortodoks ülkelerde olduğu gibi Bulgaristan’da da kiril alfabesi kullanılıyor. Heykel, Tırnova doğumlu devrimci, gazeteci, yazar, şair ve uzun yıllar başbakanlık yapmış Stefan Nikolov Stambolov’a ait.

Bulgaristan 1876 yılında Osmanlı İmparatorluğundan özerklik almış 1908 ‘de de bağımsızlığını ilan etmiş. Özerklik alındıktan sonra Stefan Stambolov’un Bulgaristan başbakanı olduğu 1887-1894 yılları arasında Bulgar devletinin temelleri atılmış. Şimdiye kadar çalışan kurumlar kurulmuş. Bu, Bulgaristan’ın modern Avrupa devleti olarak kaderini belirlemede önemli rol oynamış. Gene onun döneminde Bulgaristan Devlet Demir Yolları’nın temelleri atılmış, liman inşaatına başlanmış, Sofya Üniversitesi, Bulgar Posta servisi ve Devlet Basım Evi kurulmuş, ilk Bulgar Ticaret Fuarı yapılmış. Kısacık ömrüne bunca işler sığdıran adam kırk bir yaşında Sofya’da suikaste uğrayarak hayatını kaybetmiş.


Tırnova’ya gelip de Tırnova’nın cadılar olayından bahsetmeden olmaz. Tırnova Olayı olarak tarihe geçmiş vaka. 1833 yılında  Tırnova'da  "yeniçeri vampirleri" ya da "yeniçeri cadıları" avı yapılmış. 

Osmanlı'da yeniçeri kültürünün yok edilmesinin amaçlandığı zaman diliminde gerçekleşen bu olayda bazı ölü yeniçeriler, gece vampir olarak şehre dadandıkları ve korku saldıkları gerekçesiyle mezarlarından çıkarılmış ve göğüslerine kazık çakılmış, daha sonra da bu cesetler yakılmış. Tırnova Kadısı Ahmet Şükrü Efendinin hükümet merkezine gönderdiği ve ilk Osmanlı resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 69. sayısında yayınlanmış yazı olayı açık bir şekilde özetlemekte. 

"Tırnova'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlerin içlerine girerek yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohçaları didikleyip açıyorlar. Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda, 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama bir şey görmemişlerdi. Bu sebeple birçok mahalle sakini evlerini başka yerlere taşımak zorunda kaldılar. Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi.

Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağrıldı ve kendisiyle işi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi.

Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan Yeniçeri Ocağı'na mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk.(O zamanlar ölümden sonra tırnakların ve kılların uzadığı, cesetlerin şiştiği bilinmiyormuş demek ki)

Mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellât eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.

Cadıcı Nikola'ya göre, bunların sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekiyordu. Mezarlarından çıkarttığımız ölülerin karınlarına söylendiği gibi birer ağaç saplayıp, yüreklerini dahi yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladılar. Fakat bunların hiçbirisi kâr etmeyince Nikola bu sefer cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Şer'an izin verildi ve cesetler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız cadı belâsından kurtulmuş oldu!.."

İddialara göre II. Mahmud'un 1826 yılında yeniçeri ocaklarını kaldırmasından sonra gerçekleşen bu olaydaki asıl amaç halkı yeniçerilerden iyice nefret ettirmek ve yeniçerlere ait var olan kültürü yok etmekmiş. Keza korku filmlerini aratmayan bu olay neticesinde halk yeniçerilerden iyice nefret etmeye başlamış ve yeniçeri mezarları ve mezar taşları yerlerinden sökülerek kültürel miras yok edilmeye başlanmış.

Halk arasındaki bir diğer rivayete göre; Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adlı yeniçeriler ettikleri kötülüklerin cezasını bulmadan ecelleriyle ölünce, halk cadı söylencesi ile hınçlarını mezardaki cesetlerden almış.

Tırnova’da akşam olurken Stratilat restorana giriyoruz. Kapanmak üzere olmalarına rağmen bizi buyur ediyorlar. İçerisi çok katlı ve  her bir katı oldukça  büyük. Siparişleri epey bekliyoruz.  Tavuklu çorbayı taze pişirip getiriyorlar. Bulgarların şopka salatası ile iyi gidiyor. Şopka salatası, Yunanlıların Feta salatasına benzeyen peynirli salata. Pizzalar da tam kararında.

Saat 20:00 sularında Varna’ya doğru yola çıkıyoruz. 22:30 da Varna’ya varıyoruz. Otel Golden Tulip’e yerleşiyoruz.

30 Ekim Cumartesi

Sabah kahvaltısını otelde yapıyor, Varna’nın kuzeyinde Karadeniz kıyısında bulunan Balchic’e  gidiyoruz. Balchic’e gitmekte ki amacımız, Balchic’e 2 km uzaklıktaki Romanya Kraliçesi Marie tarafından 1924 yılında yaptırılmış olan hem mimari parkı hem de yazlık sarayı görmek.

Kraliçe Marie İngiltere Kraliyet ailesinin bir üyesi. Gençlik yıllarında daha sonra kral olacak günümüz İngilteresinin kraliçesi II. Elizabeth’in babası V.George’a gönül vermiş. Gel gör ki o yıllarda V.George’un kral olma ihtimali pek yok. O nedenle aile bu evliliğe onay vermemiş ve Marie 1893 yılında on yedi yaşındayken Romanya veliaht prensi Ferdinand ile evlendirilmiş.

Prenses Marie 1914’de Ferdinand’ın tahta çıkması ile kraliçe olmuş. I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra eşini Üçlü İtilaf (Fransa-İngiltere-Rusya’nın yaptığı birliktelik) ile ittifak yapması ve Almanya'ya savaş ilan etmesi konusunda teşvik etmiş. Nede olsa kraliçenin babası İngiliz annesi Rus. Ferdinand’da, 1916'da üçlü itilafa katılmış. Savaşın ilk dönemlerinde Bükreş'in İttifak DevletleriAlmanyaAvusturya-Macaristan ve Osmanlı Devletinden oluşan devletler ittifakı) tarafından işgal edilmesiyle Marie, Ferdinand ve beş çocukları Moldova'ya sığınmışlar.  Marie ve üç kızı burada askerî hastanelerde hemşirelik yapmışlar ve koleradan kırılan askerlere yardım etmişler.  

1 Aralık 1918'de Besarabya ve Bukovina'nın ardından Erdel de Eski Krallık ile birleşmiş. Bu tarihten itibaren Büyük Romanya'nın kraliçesi hâline gelen Marie, Paris Barış Konferansı'na bile katılmış ve sınırları genişleyen Romanya'nın uluslararası topluluk tarafından tanınması için çalışmış.1922'de Marie ve Ferdinand'ın taç giyme töreni, Alba Iulia'da bu olay için özel olarak inşa ettirilen bir katedralde yapılmış. Kral Ferdinand’ın1927'de ölümüyle Marie'nin kraliçeliği de sona ermiş. Bu arada Marie’nin altı çocuğu olmuş. Büyük oğlu gelecekte Romanya Kralı, kızlarından biri Yunanistan kraliçesi, diğeri de Yugoslavya kraliçesi olmuş.

Gelelim kraliçenin Balchik aşkına. Kraliçe Marie 1921 yılında oğlu ile Balchik’e geldiğinde bu küçük balıkçı kasabasına aşık oluyor ve içinde botanik bahçesi olan muhteşem bir bahçe ve yazlık saray inşa ettiriyor. Burası 1924 yılından itibaren yazlık saray olarak kullanılırken 1927 yılında kralın ölümüyle kraliçe Bükreş’den ayrılıyor ve 1938’de sirozdan ölene kadar Balchik’de yaşıyor.

Rivayet odur ki bunca çalkantılı siyasi döneme rağmen kral çapkın ve kraliçeyi mutlu eden bir adam değilmiş. Marie ise sanatçı ruhlu, ressam, çocuklar için masal kitapları yazan, şair ve aynı zamanda  romen kültürüne de hayranmış..

Gene rivayet odur ki kraliçe ömrünün son demlerinde altmışlı yaşlarındayken  yazlık sarayında günlerini  bahçesi ile uğraşarak,  resim yaparak, gergef işleyerek, terasından kara denizin hırçın dalgalarını seyredip hülyalara dalarak geçirirken yirmi yaşındaki bir balıkçı ile gönül macerası yaşamış. Kraliçe yazlık saraydayken onu korumak üzere kral olan oğlunun yolladığı bir tabur asker ve onca hizmetkarın ortasında yirmili yaşlardaki balıkçı Hasan ile ne yaşadı nasıl yaşadı pek mümkün görünmese de ahali bu hikayeden çok hoşlanmış. Kraliçenin Hasan yüzünden Müslüman olduğunu bile söyleyenler olmuş. Hasan ise nedendir bilinmez şüpheli bir şekilde ölünce söylentiler iyice alevlenmiş. Biz söylenenlerin yalancısıyız.

Bahçeyi gezmek saatler alıyor. Bahçe içindeki binalardan birinde şarap tadımı yapılıyor. Bahçede çeşitli bölümler var. Girit labirentleri diye adlandırılan bölüm, şelalelerin aktığı bölüm, İngiliz bahçesi ve de Türk tipi mütevazi bir yazlık saray. Sarayın yanında da bir minare inşa edilmiş .Minare sadece mimari bir ögeymiş, kesinlikle dini bir anlamı yokmuş, kraliçenin kültürlere saygısını gösteriyormuş. Panoda  “Sessiz Yuva” diye sarayın hikayesi bu şekilde anlatılıyor. Balchik’den ayrılırken bahçenin ve bitkilerin rengarenk cümbüşü aklımıza kazınıyor. Cennetteydik sanki.

Balchik Nazım Hikmet’i de çok etkilemiş hatta Mavi Liman şiirini Balchik’de yazdığı söylenir.

   Mavi Liman

   Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.

   Seyir defterini başkası yazsın.

   Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.

   Beni o limana çıkaramazsın...




Balchic dönüşü arabayı otelin önüne park edip yürüyerek Varna’yı keşfe çıkıyoruz. İlk durağımız otelden görünen Dormition of the Virgin ( Meryem’in Yurdu) katedraline gidiyoruz. Burası 1886 da açılmış bir ortodoks  kilisesi. Dış cephesinde iskele kurulmuş, restorasyon yapılıyor. Katedral içine girmek isterken kapıda kuyruk olmuş kalabalığa denk geliyoruz. En önde gelin ve damat hep birlikte kiliseye giriyoruz. Pandemi koşullarında az sayıda aile üyesi eşliğinde düğün töreni başlıyor. Biz de heyecanla töreni baştan sona izliyoruz. Gelin ve damadın arkasında sağdıç ve nedime duruyor. Dikkatimizi çeken, gelin ve damadın beyanı alınmıyor. Başlarına taç takılıp çıkarılıyor, şarap içip ekmek yiyorlar, ilahiler eşliğinde rahip dualar ediyor. Masanın etrafında dönüyorlar ve sonra da tebrikleri kabul ediyorlar.



Kilisenin içi muhteşem, mavi ağırlıklı resim ve süslemeleri var. Katedralden sonra Prestlav caddesini takip ederek deniz tarafına doğru yürüyoruz. Varna Drama Tiyatrosu’nun önünden geçiyoruz. Bulgaristan’a geldik geleli hiç müze gezmedik, Etnografya Müzesine gezelim diyoruz. Sokak aralarında araya sora müzeyi buluyoruz. Dünyanın her yerinde müzeler Pazartesi kapalı olurken Varna’da Etnografya Müzesi Cumartesi Pazar kapalı çıkıyor. Gerisin geriye ana caddeye dönüyoruz.

    

   
Oradan oraya koştururken acıkmışız, “İyi mal iyi kuyruk” diye düşünerek, önünde kuyruk olan krepçide karar kılıyoruz. Sokak da boş masa bulup gelen geçeni seyrediyoruz. Krepler kapı önündeki kuyruğu hak edecek lezzette. Cadde de sağlı sollu bronz heykeller var. Kimi kah elinde balık tutan bir balıkçı, kimi yunus. Heykeller daha çok deniz ile ilgili.

       



Caddenin sonunda ki “Sea Garden” (Deniz Bahçe) Parkına gidiyoruz. Bahçe göz alabildiğine uzanıyor. Deniz tarafında ki banklara oturuyoruz. Gene rivayet odur ki Nazım Hikmet bu banklara oturup karşı tarafa bakarmış.

  “Karşı yaka memleket,
  sesleniyorum Varna’dan,
  işitiyor musun?
  Memet! Memet!
  Karadeniz akıyor durmadan,
  deli hasret, deli hasret,
  oğlum, sana sesleniyorum,
  işitiyor musun?
  Memet! Memet!” 

Bahçenin sol tarafına doğru yürüyoruz. Sonbaharın tüm renkleri, Bulgar halk kahramanlarının heykelleri, git git bitmiyor. Bir geldiğimiz kadarı da bahçenin sağında var. Çok yoruluyoruz. Bahçeden ana yola çıkıyoruz. Ara sokaklardan birinde taksi bulup otele gidiyoruz. Taksi on iki leva alıyor. Normalde otelden falan taksiyi çağırdığınızda dört leva ödüyorsunuz.



Otelde asansör beklerken yanı başımızda kümbet dikkatimizi çekiyor. Otel inşa edilirken bu höyük ortaya çıkmış, höyüğü koruma altına alarak oteli inşa etmişler. Alıcı gözle lobiye baktığımızda da tüm mobilyaların özel tasarım olduğunu görüyoruz.

Akşam için, Bulgaristan’da son gecemiz, kah erken gidip, kah geç kalıp  yalvar yakar yediğimiz akşam yemeklerinden sonra, yer ayırtarak şık bir yer de yiyelim diyoruz. Otelin tavsiyesi ile limandaki “Nemo Restoran”da yer ayırtıyoruz.

Otelin çağırdığı taksi ile limana kadar uzun mesafe gitmemize rağmen dört leva ödüyoruz. Nemo Restoran’ı çok beğeniyoruz. Şef garson yerel rakı  yerine Yunan uzosu Plomari’yi tavsiye ediyor. Mezeler ve balıklar muhteşem. Yiyoruz, içiyoruz, Özlem ile Sibel’in tanışma hikayelerini bu kez Özlem tarafından dinliyoruz. Çok keyifli bir akşam geçiriyoruz.

 31 Ekim Pazar  

Bulgaristan Avrupa ülkesi olduğu için saatler bir saat geri alınarak kış saatine geçmişler. O nedenle sabahleyin bir saat daha fazla uyumuş oluyoruz.

Bugün yurda döneceğiz, dönmeden bir yer daha görmek istiyor ve Nesebar kasabasına uğramaya karar veriyoruz. Nesebar’a gelmeden Janet markete uğruyoruz. Markette içkiler gümrük satış mağazalarından daha ucuzmuş.

Alış verişi tamamladıktan sonra Nesebar’a gidiyoruz. Nesebar’da IV. Yüzyıldan günümüze çeşitli dönemlerde yapılmış kilise bazilika kalıntıları mevcut. X.yüzyıldan bu yana olanlar ayakta duruyor. Sokaklar çok neşeli, rengarenk. Restore edilmiş evler, kafeler, hediyelik eşya mağazaları ile turistlere hitap eden ne ararsan var. Şehir 1983’de UNESCO’nun dünya mirası listesine alınmış.

 

Denize tepeden bakan Kalisto restoranda öğle yemeği yiyoruz. Bulgar birası Zagorka eşliğinde paella ve midye yiyoruz. Kapanış muhteşem oluyor doğrusu.

Navigasyonu Kapıkule’ye ayarlıyoruz. Bir yandan da Türkiye’yi gösteren tabelaları takip ederken hiç bilmediğimiz bir kapıya geliyoruz. Tırların kalabalığından bir kapıya geldik ama burası Kapıkule değil. Navigasyona göre daha 64 km var. Özlem arabadan inip Tır şoförlerine soruyor. Hamzabeyli  sınır kapısına gelmişiz. Tır kuyruğu var ama arabalar için de ayrı giriş kulübesi var. Hamzabeyli’den yurda giriş yapıyoruz. Setur bile var. Üstelikte fiyatları yarıya indirmişler. Tüm ekip hiç aklımızda yokken birer saat alıyoruz.

Artık İstanbul’da Evşen’in evindeyiz. Sibel ile Özlem’i İzmir’e yarın gidersiniz diyerek bırakmıyoruz.  Bu ekip onca yol geldi,  onca içki içti, kimse kimseye sıkıntı yaratmadı. Bu ekip dünyayı gezer diye bir sonraki gezinin planlarını yapıyoruz.

 

Kasım 2021

ANKARA

 

 

Yorumlar

  1. Şimdi benim güzel ablam, yazamam ne büyük haksizlikmis coğrafyada gezilip görülen yerlere. Bir çok yazı, anlatılır kaleme alınmış yer anlatan aktarimlar okuyorum başkalarınca yazılmış. Soruyorum kendime , Feryal abla ne yapıyor da bu lezzet ve bu tamamen gezinin içinde yol alma hali oluyor.. Cevap hazır, gittiği yer, gördüğü şehir yada dağ her neyse, görmeni sağlayacak kadar iyi anlatıyor ve içine alıyor o anlatının. Kocaman yürekli ablam, sakın mola verme... Çok gez çok yorul demiyorum, sen Kuğulu parktan Çankaya ya yürürken gorduklerini yaz ben yine o yüzlerce kez yurudugum yolu ilk kez gider gibi okur, yürürüm. Güzel gönlüne keder değmesin 🥰🙏

    YanıtlaSil
  2. Ne kadar güzel yazmışsın Feryalcim, gitmiş kadar olduk

    YanıtlaSil
  3. Harika yazmışsın yine Feryalcim

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AL SANA İRAN

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024

YUNANİSTAN BOYDAN BOYA NİSAN 2024