BULGARİSTAN GEZİ NOTLARI
BULGARİSTAN
GEZİ NOTLARI (27 Ekim – 31 Ekim 2021)
Yazın Bodrum’da Evşenlerin evde tatil yaparken; Sibel
aradı, “Bodrum’dasınız demek, ben bu keyfi kaçıramam” diyerek ertesi günü
eşiyle Bodrum’a geldi ve de eşini Milas’a akrabalarının yanına yolladı. Kız
kıza tatil yapmayalı yıllar olmuştu. İnternetten Canada’da yaşayan arkadaşımız
Elvan arandı, ona nispet yapıldı. Bizim “Kümes”in aramızdan ayrılan “Büyük
Horoz”unun ruhu şad edildi, Sibel’in eşi “Küçük Horoz”a uzun ömürler dilendi,
Canada’da ki civcivimizi kapan “Tilki”ye selam yollandı. Biz böyle kakara
kikiri yaparken; Sibel “Ablacım gezi notlarında adı geçmeyen bir tek ben
kaldım, ne olur birlikte bir gezi yapalım” demeye başladı. “Tamam Sibelciğim
bir gün yaparız” dedim, dedim ama Sibel çok ısrarlı. “Arabayla gidelim, adını
koyalım” diye tutturdu. “Olur, Cumhuriyet Bayramı tatilinde Bulgaristan
yaparız” deyip konuyu kapattık.
Konuyu kapattık ama, Sibel kapatmadı. Evşen’i aradı,
pasaportu yeniletip yeniletmediğini sordu, beni aradı, tamam değil mi diye
defalarca teyit aldı. Gitme vakti yaklaşırken benim yurt dışında yaşayan oğlum
iki torunu da alarak Türkiye’ye geleceğini söyledi mi?
Çocuklar Ankara’ya geldi. Onların programını dönüşleri İstanbul’dan
olacak şekilde yaptık. Ankara’dan İstanbul’a arabayla gelecek, iki gün Evşen’de
kalacak, çocuklar halaları ile hasret gidereceklerdi. Sonra onlar evlerine
dönecek, Sibel ve Özlem’de bir gün sonra yola çıkacak, ben ve Evşen’i alarak
Bulgaristan’a devam edecektik.
Gel gör ki Evşen’in çalıştığı şirkette Covid patladı. Bizim
Evşen’de kalma planımız suya düştü. Biz
çocuklarla bir gün Topuk Yaylası Fenerbahçe Tesisleri’nde, bir günde
Havaalanına yakın bir otelde kaldık. Onları sağ salim evlerine yolladım. Ben de
bir gece İstanbul’da ki arkadaşım Leyla’da kaldım. Bu arada Evşen’de ne olur ne olmaz diye Covid testi yaptırdı.
Biz 27 Ekim günü yola çıkmayı planlamışken Evşen’in vizesi Yunan Konsolosluğu’ndan 28
Ekim‘den itibaren tarihlenerek geldi. Test daha sonuçlanmadı. Sürekli plan değiştirmek
durumunda kaldık. Evşen, “Olmazsa bensiz gidin” diyor ama, Evşen’siz yola
çıkmak da içimize sinmiyor.
Sonunda gözümü karartıp, İzmir’dekilere yola çıkın dedim.
Ben de Evşen’in eve geçtim. Test pozitif çıkarsa ben Evşen ile evde kalır,
Sibel eşiyle seyahate devam eder diye düşündüm. Yarım saat sonra test sonucu
negatif geldi. Böylece bir etap geçilmiş oldu, bu arada Evşen’in Yunanistan
girişini halletmek üzere internetten araştırmaya giriştim. Edirne Emniyet Müdürlüğü yardımcı oldu, Pazar
Kule diye bir sınır kapısı varmış, beni oraya bağladılar, Pazar Kule sınır
kapısındaki görevli hanım, kapının Edirne’ye on beş dakika mesafede olduğunu,
yalnız Yunanistan’a geçebilmek için ilave form doldurmamız gerektiğini
söyleyerek formun internet adresini verdi.
İzmir ekibi saat 17:00 de Evşen’in kapısına ulaştı,
valizleri yerleştirir yerleştirmez yola çıktık. Üçüncü Köprüyü geçerek,
Edirne’ye doğru yol almaya başladık. Onca olumsuzluğa rağmen, yılmadık,
moralimizi bozmadık, sonunda Sibel ile Özlem’in arabasına doluşup yollara
düştük. İş bölümünü daha önceden yapmıştık. Özlem arabayı kullanacak, Evşen
fotoğraf çekecek, Sibel, rezervasyon para pul işleriyle ilgilenecek, ben de
gezi programını yapacak ve gezi sonrası gezinin notlarını yazacaktım. Bu arada
Sibel iki hafta önce bize rehberlik etmek için bir arkadaşı ile “Varna Turu”na
katılmış, “Tırnova, Varna bende ablacım” deyip duruyor. Garibim bu geziyi ne kadar çok
istemiş.
27
Ekim 2021 Perşembe Saat:20:00 Edirne
Edirne’de arabayı otoparka park ettikten sonra, “Ciğerci
Aydın”da açık havada akşam yemeği yiyoruz. Yaprak ciğer nefis, yol boyu ciğer
sayıklayarak gelmişiz, sayıkladığımız kadar varmış.
Tavacının yanında
“Tatlı Konağı” diye bir dükkana giriyoruz. İçerisi 50 ve 60 yıllarının objeleri
ile donatılmış. Hayat mecmuası, eski radyolar ne ararsan var, tatlı sunumları
da harika, hele kahve sunumu tam saray işi.
Vakit tamam, Yunanistan sınır kapısına varıyoruz. Kimseler
yok, pasaport, evrak derken sorunsuz geçiyoruz. Evşen’in pasaportu Yunanistan
damgası yemiş oluyor. Tabelaları takip ederek, Bulgaristan sınır kapısına
varıyoruz. Oradan da sorunsuz geçip Bulgaristan topraklarına ayak basıyoruz.
Hep beraber bir oh çekerek, asıl gezi şimdi başlıyor diyoruz.
Hedefimiz Filibe. Filibe iki saatlik mesafede. Gecenin bir vakti varıp, ertesi günü
sersem sepelek geçirmektense, ilk
gördüğümüz kasabada konaklayıp, Filibe için yarın yola çıkmaya karar veriyoruz.
Arabada mı kalsak, otelde mi yatsak derken arabanın bir tık üstü konforda bir otelde
kalmaya karar veriyoruz. İnternetten Svilengrad kasabasında Svilenga otelini gözümüze kestiriyoruz. Fiyatı çok uygun, gittiğimizde
de çok temiz ve düzgün bir otelle karşılaşıyoruz. Hem yol yorgunu hem de
günlerin getirdiği gerginlikle yastığa beş kala uyuyoruz.
28
Ekim 2021 Cuma
Svilengrad, Osmanlı dönemindeki adıyla Cisri Mustafa ,
Meriç nehri kıyısında küçük bir kasaba. Kasaba küçük ama, dört,beş adet beş
yıldızlı otel ve otellere bağlı kumarhaneler var. Ağırlıklı olarak Türk
vatandaşları kumar oynamaya bu kasabaya geliyormuş. Otellerin önünde bolca
İstanbul plakalı lüks sınıf arabalar var. Özlem, “Sabah kahvaltısını otel
kumarhanesinde yapalım, kumarhanelerim kahvaltısı çok güzel üstelik de bedava”
diyor. Yalnız içeride dolanabilmek için kumar kartı alıp birkaç leva yükletmek
gerekiyor. Merit International’ın Casinosuna giriyoruz. Bizim elli liralık yurt
dışı çıkış pullarını gösterdiğimizde de 20 leva bonus yükleniyormuş. 20 Levada
cepten vererek her birimiz 40 levalık kartlarla makinaların başına geçiyoruz.
İki leva bir Euroya karşılık geliyor. Yani bir leva bizim paramız ile beş buçuk
TL ediyor. Açık büfe yokmuş, tost ve çay söylüyoruz. Makinalara bas bas
paraları yaparken, Sibel ile Özlem kartları sıfırlıyor, Evşen ile ben 40 levaları
80 leva yaparak oyunu bırakıyoruz. Para kaptırmadan hem kahvaltı yapmış, hem de
eğlenmiş oluyoruz. Sabahın köründe 25.000 Leva yükleyerek kumara başlayanları
görünce iyi ki böyle bir illete tutulmamışız diye şükrediyoruz.
Otelden çıktıktan sonra Meriç üzerindeki Mimar Sinan’ın
eserlerinden Mustafa Paşa Köprüsü’ne (Mosta Köprüsü) gidiyoruz. Köprü araç trafiğine kapalı.
Filibe 350.00 nüfusu ile başkent Sofya’dan sonra Bulgaristan’ın ikinci büyük
şehri. Filibe ismi Philippopolis’den geliyor. Şehir Makedonya Kralı II.Filip’e
adanmış. II.Filip ise bilindiği üzere Büyük İskender’in babası. Filibe I.Murat
döneminde Osmanlı egemenliği altına alınmış, Yörük Türkmenleri bölgeye iskan
edilmiş. Günümüzde Filibe’de lisan sorunu çekmiyorsunuz. Her yerde Türkçe
konuşuluyor.
Şehir, Bulgar dilinde ve tabelalarda Plovdiv olarak
adlandırılmış. Filibe Osmanlı döneminde kalmış. Arabadan indikten sonra Büyük
Meydan’dan Eski Şehre doğru yürümeye başlıyoruz.
Yolun sağ ve solunda antik buluntular var. Romalılar
dönemine ait Forum ve Odeon gözümüze çarpıyor. Knyaz Aleksandar I Caddesi
boyunca yürüyoruz. Cadde bizim İstiklal Caddesi’ni andırıyor.
Caminin giriş kapısı tarafı ahşap ile kaplanmış, “Bölge Müftülüğü-Filibe”
tabelası konmuş. Caminin alt katında kapısında “1364’den beri Djumaia Türk
kahve ve Çay Evi” yazan kafe var.
Evlerin çoğu restore edilmiş, kimi butik otel, kimi kafe
olmuş. Yol üzerindeki Saints Constantin ve Helena Ordodoks Kilisesi’ni
geziyoruz. Burası İmparator Constantin ve annesi Helena adına yapılmış bir
kilise. MS 4. Yüzyıla kadar tarihleniyor.
Avlu içinde çeşitli amaçlar için kullanılan birkaç kiliseden oluşuyor.
Çok zarif bir çan kulesi var. Ana kilisenin içindeki freskler ve resimler
görsel olarak çok güzel.
Dönüşte farklı bir yol takip ediyoruz. Bulvarı geçerken görmüş olduğumuz tünelin üst tarafından geriye dönerken, bulvarda yürüyen kalabalık bir protestocu gruba denk geliyoruz.
29 Ekim 2021 Cuma
Sabah otelde kahvaltı yapıp kendimizi dışarı atıyoruz.
Özlem, ben kumarhane de dolaşacağım, siz gezin sonra ben sizi olduğunuz yerden
arabayla alırım diyor.
Otelden çıkıp Aslanlı Köprü’ye doğru yürüyoruz. Vladaya
nehri üzerindeki taş köprü, adını köprü üzerindeki dört adet bronz aslan
heykeli nedeniyle almış. 1891 yılında açılmış olan köprü Sofya’da yapılan gül
festivalinin de bir parçasıymış. Atatürk, Sofya’da bulunduğu sırada Sofya’nın gülü olarak anılan bir hanımefendiye
hayranlığını belirtmek için cebindeki son kuruşa kadar gül almış ve bu hanımefendiye hediye etmiş. Bugün 29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı, Atamızın bir zamanlar bu köprü üzerinde gezindiğini,
Vladaya nehrine bakarak sigara içtiğini hayal ediyorum.
Caminin arkasında fıskıyeli havuzun olduğu meydanda hamamın
kalıntılarını görmek mümkün. Meydanın arka tarafında Sofya Tarih Müzesi var.
Meğer, 29 Ekim 1282-1321 yılları arasında Sırbistan kralı
olmuş II. Stephen Uroš Milutin’in ölüm yıl dönümüymüş. Stephen krallığı
döneminde sırp ordokslarını savunmuş ve kırktan fazla kilise ve ayrıca
gezginler için birçok manastır ve pansiyon inşa etmiş. Krallığının son
yıllarında kendini iyice dine verip çilehanelerde vakit geçirmiş. Bu nedenle
Aziz Stefan olarak biliniyor. Öldüğünde Bansk manastırına gömülmüş. İki yıl
sonra mezarı açıldığında cesedinin bozulmadığı görülmüş ve Sveta Nedelya
kilisesine nakledilmiş. Her yıl 29 Ekim’de kralın tabutu açılıyor, malum zevat
kadavranın elini öpüyor, sonra tekrar
tabut kapanarak kilise deki yerine yerleştiriliyormuş. İşte biz bu törenin
sonuna denk gelmişiz.
Neo-Bizans mimari tarzıyla inşa edilen Katedralin inşaatı
otuz yıl kadar sürmüş ve 1912 yılında hizmete açılmış. Kentin simgelerinden
olduğu kadar dünyanın en büyük Doğu Ortodoks katedrallerinden biriymiş. Aynı
anda yaklaşık 10.000 kişiyi içine alabilen katedral Belgrad'daki Aziz Sava Katedrali'nden sonra Balkanlar'daki
ikinci büyük katedralmiş.
Otoyolda giderken sonbaharın tüm renkleri bize eşlik
ediyor. Kasabalar çok şirin ve düzgün. Sovyetik dönemin izleri pek kalmamış.
Nostaljik olarak birkaç yerde ulusal kahramanların resimleri var. Bir duvarda
Dimitrov’un afişini görmek beni
heyecanlandırıyor.
Saat 17:00 de Tırnova’ya varıyoruz. Önce arabayla şehrin
etrafında tur atıyoruz. Uzaktan Trapeziça kalesini görüyoruz. Arabayı park
ederek çarşıya doğru yürüyoruz. Eski evler restore edilmiş, kimi kafe olmuş,
kimi restoran kimi de el sanatları, hediyelik eşya satılan dükkan. Yer yer
seyir terası gibi yerler var. Oradan şehrin fotoğrafların çekiyoruz. Aşağıda
Yantra nehri kıyısında ki Sveta gora parkı görünüyor.
Bronz bir heykelin önündeki plaketi okumaya çalışıyorum.
Diğer Ortodoks ülkelerde olduğu gibi Bulgaristan’da da kiril alfabesi
kullanılıyor. Heykel, Tırnova doğumlu devrimci, gazeteci, yazar, şair ve uzun
yıllar başbakanlık yapmış Stefan Nikolov Stambolov’a ait.
Osmanlı'da
yeniçeri kültürünün yok edilmesinin amaçlandığı zaman diliminde gerçekleşen bu
olayda bazı ölü yeniçeriler, gece vampir olarak şehre dadandıkları ve
korku saldıkları gerekçesiyle mezarlarından çıkarılmış ve göğüslerine
kazık çakılmış, daha sonra da bu cesetler yakılmış. Tırnova Kadısı
Ahmet Şükrü Efendinin hükümet merkezine gönderdiği ve ilk Osmanlı resmi
gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 69. sayısında yayınlanmış yazı olayı açık bir
şekilde özetlemekte.
Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan Yeniçeri Ocağı'na mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk.(O zamanlar ölümden sonra tırnakların ve kılların uzadığı, cesetlerin şiştiği bilinmiyormuş demek ki)
Mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellât eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.
İddialara göre II. Mahmud'un
1826 yılında yeniçeri ocaklarını kaldırmasından sonra gerçekleşen bu
olaydaki asıl amaç halkı yeniçerilerden iyice nefret ettirmek ve yeniçerlere
ait var olan kültürü yok etmekmiş. Keza korku filmlerini aratmayan bu olay
neticesinde halk yeniçerilerden iyice nefret etmeye başlamış ve yeniçeri
mezarları ve mezar taşları yerlerinden sökülerek kültürel miras yok edilmeye
başlanmış.
Halk arasındaki bir diğer rivayete göre; Ali Alemdar ve Abdi Alemdar
adlı yeniçeriler ettikleri kötülüklerin cezasını bulmadan ecelleriyle ölünce,
halk cadı söylencesi ile hınçlarını mezardaki cesetlerden almış.
Tırnova’da akşam olurken Stratilat restorana giriyoruz. Kapanmak üzere
olmalarına rağmen bizi buyur ediyorlar. İçerisi çok katlı ve her bir katı oldukça büyük. Siparişleri epey bekliyoruz. Tavuklu çorbayı taze pişirip getiriyorlar.
Bulgarların şopka salatası ile iyi gidiyor. Şopka salatası, Yunanlıların Feta
salatasına benzeyen peynirli salata. Pizzalar da tam kararında.
Saat 20:00 sularında Varna’ya doğru yola çıkıyoruz. 22:30 da Varna’ya
varıyoruz. Otel Golden Tulip’e yerleşiyoruz.
30 Ekim
Cumartesi
Sabah kahvaltısını otelde yapıyor, Varna’nın kuzeyinde Karadeniz
kıyısında bulunan Balchic’e gidiyoruz.
Balchic’e gitmekte ki amacımız, Balchic’e 2 km uzaklıktaki Romanya Kraliçesi
Marie tarafından 1924 yılında yaptırılmış olan hem mimari parkı hem de yazlık
sarayı görmek.
Kraliçe Marie İngiltere Kraliyet ailesinin bir üyesi.
Gençlik yıllarında daha sonra kral olacak günümüz İngilteresinin kraliçesi II.
Elizabeth’in babası V.George’a gönül vermiş. Gel gör ki o yıllarda V.George’un
kral olma ihtimali pek yok. O nedenle aile bu evliliğe onay vermemiş ve Marie 1893
yılında on yedi yaşındayken Romanya veliaht prensi Ferdinand ile evlendirilmiş.
Prenses Marie 1914’de Ferdinand’ın tahta çıkması ile kraliçe
olmuş. I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra
eşini Üçlü İtilaf (Fransa-İngiltere-Rusya’nın
yaptığı birliktelik) ile ittifak yapması ve Almanya'ya savaş ilan etmesi
konusunda teşvik etmiş. Nede olsa kraliçenin babası İngiliz annesi Rus.
Ferdinand’da, 1916'da üçlü itilafa katılmış. Savaşın ilk dönemlerinde
Bükreş'in İttifak Devletleri ( Almanya- Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devletinden oluşan devletler
ittifakı) tarafından işgal edilmesiyle Marie, Ferdinand ve beş çocukları
Moldova'ya sığınmışlar. Marie ve üç kızı burada askerî hastanelerde
hemşirelik yapmışlar ve koleradan kırılan askerlere yardım etmişler.
1 Aralık 1918'de Besarabya ve Bukovina'nın
ardından Erdel de Eski Krallık ile birleşmiş.
Bu tarihten itibaren Büyük Romanya'nın kraliçesi hâline gelen
Marie, Paris Barış Konferansı'na bile katılmış ve
sınırları genişleyen Romanya'nın uluslararası topluluk tarafından tanınması
için çalışmış.1922'de Marie ve Ferdinand'ın taç giyme töreni, Alba Iulia'da
bu olay için özel olarak inşa ettirilen bir katedralde yapılmış. Kral
Ferdinand’ın1927'de ölümüyle Marie'nin kraliçeliği de sona ermiş. Bu arada
Marie’nin altı çocuğu olmuş. Büyük oğlu gelecekte Romanya Kralı, kızlarından
biri Yunanistan kraliçesi, diğeri de Yugoslavya kraliçesi olmuş.
Gelelim kraliçenin Balchik aşkına. Kraliçe Marie 1921
yılında oğlu ile Balchik’e geldiğinde bu küçük balıkçı kasabasına aşık oluyor ve
içinde botanik bahçesi olan muhteşem bir bahçe ve yazlık saray inşa ettiriyor. Burası
1924 yılından itibaren yazlık saray olarak kullanılırken 1927 yılında kralın
ölümüyle kraliçe Bükreş’den ayrılıyor ve 1938’de sirozdan ölene kadar
Balchik’de yaşıyor.
Rivayet odur ki bunca çalkantılı siyasi döneme rağmen kral
çapkın ve kraliçeyi mutlu eden bir adam değilmiş. Marie ise sanatçı ruhlu,
ressam, çocuklar için masal kitapları yazan, şair ve aynı zamanda romen kültürüne de hayranmış..
Gene rivayet odur ki kraliçe ömrünün son demlerinde altmışlı
yaşlarındayken yazlık sarayında
günlerini bahçesi ile uğraşarak, resim yaparak, gergef işleyerek, terasından
kara denizin hırçın dalgalarını seyredip hülyalara dalarak geçirirken yirmi
yaşındaki bir balıkçı ile gönül macerası yaşamış. Kraliçe yazlık saraydayken
onu korumak üzere kral olan oğlunun yolladığı bir tabur asker ve onca
hizmetkarın ortasında yirmili yaşlardaki balıkçı Hasan ile ne yaşadı nasıl
yaşadı pek mümkün görünmese de ahali bu hikayeden çok hoşlanmış. Kraliçenin
Hasan yüzünden Müslüman olduğunu bile söyleyenler olmuş. Hasan ise nedendir
bilinmez şüpheli bir şekilde ölünce söylentiler iyice alevlenmiş. Biz
söylenenlerin yalancısıyız.
Bahçeyi gezmek saatler alıyor. Bahçe içindeki binalardan
birinde şarap tadımı yapılıyor. Bahçede çeşitli bölümler var. Girit
labirentleri diye adlandırılan bölüm, şelalelerin aktığı bölüm, İngiliz bahçesi
ve de Türk tipi mütevazi bir yazlık saray. Sarayın yanında da bir minare inşa
edilmiş .Minare sadece mimari bir ögeymiş, kesinlikle dini bir anlamı yokmuş,
kraliçenin kültürlere saygısını gösteriyormuş. Panoda “Sessiz Yuva” diye sarayın hikayesi bu
şekilde anlatılıyor. Balchik’den ayrılırken bahçenin ve bitkilerin rengarenk
cümbüşü aklımıza kazınıyor. Cennetteydik sanki.
Balchik Nazım Hikmet’i de çok etkilemiş hatta Mavi Liman
şiirini Balchik’de yazdığı söylenir.
Mavi Liman
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni
o limana çıkaramazsın...
Bahçenin sol tarafına doğru yürüyoruz. Sonbaharın tüm
renkleri, Bulgar halk kahramanlarının heykelleri, git git bitmiyor. Bir
geldiğimiz kadarı da bahçenin sağında var. Çok yoruluyoruz. Bahçeden ana yola
çıkıyoruz. Ara sokaklardan birinde taksi bulup otele gidiyoruz. Taksi on iki
leva alıyor. Normalde otelden falan taksiyi çağırdığınızda dört leva
ödüyorsunuz.
Akşam için, Bulgaristan’da son gecemiz, kah erken gidip,
kah geç kalıp yalvar yakar yediğimiz
akşam yemeklerinden sonra, yer ayırtarak şık bir yer de yiyelim diyoruz. Otelin
tavsiyesi ile limandaki “Nemo Restoran”da yer ayırtıyoruz.
Otelin çağırdığı taksi ile limana kadar uzun mesafe
gitmemize rağmen dört leva ödüyoruz. Nemo Restoran’ı çok beğeniyoruz. Şef
garson yerel rakı yerine Yunan uzosu
Plomari’yi tavsiye ediyor. Mezeler ve balıklar muhteşem. Yiyoruz, içiyoruz,
Özlem ile Sibel’in tanışma hikayelerini bu kez Özlem tarafından dinliyoruz. Çok
keyifli bir akşam geçiriyoruz.
31 Ekim Pazar
Bulgaristan Avrupa ülkesi olduğu için saatler bir saat geri
alınarak kış saatine geçmişler. O nedenle sabahleyin bir saat daha fazla uyumuş
oluyoruz.
Bugün yurda döneceğiz, dönmeden bir yer daha görmek istiyor
ve Nesebar kasabasına uğramaya karar veriyoruz. Nesebar’a gelmeden Janet
markete uğruyoruz. Markette içkiler gümrük satış mağazalarından daha ucuzmuş.
Alış verişi tamamladıktan sonra Nesebar’a gidiyoruz. Nesebar’da
IV. Yüzyıldan günümüze çeşitli dönemlerde yapılmış kilise bazilika kalıntıları
mevcut. X.yüzyıldan bu yana olanlar ayakta duruyor. Sokaklar çok neşeli,
rengarenk. Restore edilmiş evler, kafeler, hediyelik eşya mağazaları ile
turistlere hitap eden ne ararsan var. Şehir 1983’de UNESCO’nun dünya mirası
listesine alınmış.
Navigasyonu Kapıkule’ye ayarlıyoruz. Bir yandan da
Türkiye’yi gösteren tabelaları takip ederken hiç bilmediğimiz bir kapıya
geliyoruz. Tırların kalabalığından bir kapıya geldik ama burası Kapıkule değil.
Navigasyona göre daha 64 km var. Özlem arabadan inip Tır şoförlerine soruyor.
Hamzabeyli sınır kapısına gelmişiz. Tır
kuyruğu var ama arabalar için de ayrı giriş kulübesi var. Hamzabeyli’den yurda
giriş yapıyoruz. Setur bile var. Üstelikte fiyatları yarıya indirmişler. Tüm
ekip hiç aklımızda yokken birer saat alıyoruz.
Artık İstanbul’da Evşen’in evindeyiz. Sibel ile Özlem’i İzmir’e
yarın gidersiniz diyerek bırakmıyoruz. Bu
ekip onca yol geldi, onca içki içti,
kimse kimseye sıkıntı yaratmadı. Bu ekip dünyayı gezer diye bir sonraki gezinin
planlarını yapıyoruz.
Kasım 2021
ANKARA
Şimdi benim güzel ablam, yazamam ne büyük haksizlikmis coğrafyada gezilip görülen yerlere. Bir çok yazı, anlatılır kaleme alınmış yer anlatan aktarimlar okuyorum başkalarınca yazılmış. Soruyorum kendime , Feryal abla ne yapıyor da bu lezzet ve bu tamamen gezinin içinde yol alma hali oluyor.. Cevap hazır, gittiği yer, gördüğü şehir yada dağ her neyse, görmeni sağlayacak kadar iyi anlatıyor ve içine alıyor o anlatının. Kocaman yürekli ablam, sakın mola verme... Çok gez çok yorul demiyorum, sen Kuğulu parktan Çankaya ya yürürken gorduklerini yaz ben yine o yüzlerce kez yurudugum yolu ilk kez gider gibi okur, yürürüm. Güzel gönlüne keder değmesin 🥰🙏
YanıtlaSilNe kadar güzel yazmışsın Feryalcim, gitmiş kadar olduk
YanıtlaSilHarika yazmışsın yine Feryalcim
YanıtlaSil