Küba Gezi Notları
KÜBA GEZİ NOTLARI
(15 -23 ARALIK 2007)
Küba’ya hep gitmek istemişimdir. Fidel Castro Ruz sağken, Devrimin sıcak rüzgarı; kapitalizmin soğuk kışına dönmeden, Che’yi hatırlayanlar ölmeden, gençliğimizin Rüyası Küba kabusa dönmeden, Küba’yı görmek hep arzu ettiğim bir şeydi. Yol arkadaşım Evşen ile aramızda oldukça fazla yaş farkı var. Sadece yaş farkı değil, aramızda 12 Eylül var. Küba onun için Atlantik’de bir ada, denizi güneşi var. Benle gezerse gördüğüm yerler ilginç olur düşüncesi var… Sonunda Küba’ya gitme vakti saati geldi…
Sabah evden çıkıyor taksiye biniyoruz. Havaalanı oldukça sakin, bilet işlemlerini çabucak tamamlıyor. Pasaport kontrolünden geçiyoruz.
Saat
9:00da Air France ile havalanıyoruz., üç buçuk saatlik uçuştan sonra Paris’te
aktarma yapıyor, tekrar uçağa binerek bu sefer on saat uçuyoruz. Küba ile
aramızda yedi saat fark var. Cumartesi akşam 19:00 da Havana Havalimanına
iniyoruz.
Havana Libre otele yerleşiyoruz.Havana Libre Devrimden önce Hilton Oteli olarak hizmet veriyormuş. Devrimden sonra burası Sovyetler Birliği’nin elçilik binası olarak kullanılmış. Denize yakın, biraz ilerisinde Nasyonel Otel görünüyor.
16 Aralık 2007 Pazar
Sabah
kahvaltı salonuna giderken duvarda muhteşem bir seramik panonun önünde duruyoruz.
Kübalı seramik sanatçısı Alfredo Sosa Bravo tarafından 1973 yılında yapılmış
adı da “Devrim Arabası”. Otelin salonunda oteli ziyaret edenlerin resimleri
var. Allende, Mandela daha kimler kimler… İspanya Kral ve Kraliçesi bile bu
eski sömürgesini Devrime rağmen ziyaret etmiş.
Kahvaltıdan
sonra otobüsle Havana şehir turuna çıkıyoruz. İlk olarak Devrim meydanına
gidiyoruz.Devrim Meyda’nında İçişleri bakanlığı’nın duvarında demirden yapılmış
Che’nin portresi ve de ünlü sözü. “Hasta
Che’nin
portresinin olduğu binanın karşısında Küba’nın bağımsızlık tarihinde ki
kilometre taşlarından şair Jose Marti anıtı önündeyiz. Jose Marti şu hepimizin
bildiği “Guantanamera” (Guantanamolu Kadın) şarkı sözlerini yazan şair.
Devrim Meydanından sonra şehir turuna devam ediyor Havana Devlet Hastanesi’ni görüyoruz. Küba’da Tıp çok ileri seviyedeymiş. Akciğer kanserini bile tedavi ediyorlarmış. AIDS tedavisinde ise sonuca yaklaşmışlar. İlaç firmaları Küba’nın kapısın aşındırıp duruyormuş ama Castro “Sağlıkla ticaret olmaz” deyim patent matent vermiyormuş. İçimden “Beni Küba’lı doktorlara emanet edin “ diyorum.
Yerel
içki imalatçısı Legendaria’da duruyoruz. Formulünü iyi su ve şeker kamışı diye
verdikleri romun nasıl yapıldığını görüyoruz. Rom çeşitlerini tadıyoruz. Rom,
yıllandıkça rengi içinde bulunduğu meşe fıçının etkisiyle koyulaşıyor ve tadı
da daha acılaşıyor.
Yollar
eski model Amerikan arabalarından geçilmiyor. 1952 Chevrolet’mi istersiniz?1946
model Pontiac mı? ya da 1948 Desoto’mu isterseniz? Bol miktarda Plymouth’da var…
Rehber Küba’da yedek parça sorunu olduğu için balatalar eskimesin diye arabaların mümkün olduğunca fren yapmadığını söylüyor. Yolda yürürken dikkat edin diyor. Şaka yapıyor olmalı. Arabaların hepsi pırıl pırıl ve de müzeden çıkmış gibiler.
Silahtar meydanına gidiyoruz. Devrim öncesi Batista döneminde kumar ve fuhuş almış başını giderken bu konuda en şöhretli İnglaterra otelini, biraz ilerdeki Kapitol’ü, meydanın biraz aşağısındaki Prado caddesini gördükten sonra Oficios sokağı boyunca yürüyerek San Francisco Kilisesi’nin olduğu meydana geliyoruz.
San Francisco Kilisesi’nin mimarisi İspanya’da ki Elhamra Sarayı’nın kopyası. Aynı kemerli avlular, fıskiyeli bahçeler.
Küba Amerika’nın uyguladığı ekonomik ambargo döneminde Sovyetler ile yakınlaşmış; Sovyetler dağıldıktan sonra ekonomik sıkıntılar artınca çıkış yolu bulmak için Turizme açılmaya karar vermiş. Turizm ile birlikte halkın sıcak para ile yüz yüze gelmesi ve de gelecek turistlerin talepleri doğrultusunda kadınların fuhuşa yönelmesi ihtimali yöneticileri düşündürmüş. Devrim yapıldığı zaman Küba’nın nüfusu yedi milyon, fahişe sayısı beş yüz binmiş. Amerika adayı resmen arka bahçe olarak kullanmış. Devrimden sonra fahişeler eğitilmiş, çoğu üniversiteyi bitirerek çalışma hayatına kazandırılmış.
Küba’da bugün hala sağlık ve eğitim ücretsiz. Halk karne ile yiyecek alıyor, çocuklar için yedi yaşına kadar bir kilo süt bedava veriliyor.Konut bedava. Ücretler 16 ile 20 dolar arasında. Almış oldukları ücreti dondurma ya da içkiye harcıyorlar.
Turizmden sonra olabilecek bozulmaya karşı turizm ile ilgili sektörlerde çalışanları altı aylık eğitime almışlar. Küba’da olduğumuz sürece tüm çalışanların ne kadar nazik, güler yüzlü ve de mesafeli olduklarını fark ediyorsunuz. Sokaklarda dilenci de oldukça fazla. Siz dilenciye para verirken bir başkası vermeyin diye uyarıyor. Hele birisi çocuğa süt parası diye para isteyince, sütü çocuklara devlet vermiyor mu dedim. Arkasını dönüp bir kaçışı vardı ki gülmemek elde değil….
Castro Küba turizme açıldıktan sonra buranın ucuz tatil cenneti olarak tanınmasını istememiş. Turist Avrupa’da ne harcıyorsa burada da onu harcasın diyerek turistler için convertible Küba Pezosu bastırmış. Bu 0,98 Amerikan Dolar ya da 1,20 Euro’ya denk gelen bir para. Amerikan Dolarından % 8 daha fazla komisyon alınıyor. Kredi kartı geçiyor ama Amerikan bankaları ile uzaktan yakından ilgisi olan kredi kartlarına onay verilmiyor. Çarşıda pazarda dolar ya da Euro kullanmak istediğiniz de ısrarla convertible pezoyu istiyorlar. O nedenle otelde ya da şehirdeki döviz bürolarında para bozdurup duruyoruz.
Küba’nın turizme açılmasından sonra buraya geleceklerin Küba’nın kültürel ve doğal güzellikleri için gelmesini teşvik için dinle imanla ilgisi olmamasına rağmen Castro, Papa’yı ziyaret etmiş. Papa’da 2005 yılında bu San Francisco kilisesine gelmiş, Castro’yu ve Küba’yı takdis etmiş, Küba’ya geleceklerinde tanrı buyruklarının yasaklarından uzak durmasını vaaz etmiş.
Grup dağılıyor bizde Evşen ile yolun üzerindeki,elimizdeki kitapta yazan “Arap Evi”ne giriyoruz. Burası aynı zamanda Küba’da ki elçilikler de çalışan Müslümanların her Cuma toplanıp namaz kıldığı bir mescitmiş.Girişte bir de etnoğrafya müzesi gibi bir şey var. Bildiğimiz arap kıyafetleri ve rulo halinde halılar gözümüze çarpıyor.
Öğle
yemeği için Oficios sokağındaki restoranlardan birine giriyoruz.Restoran da canlı
müzik var. Küba’da her yer de sokaklar da evlerin önünde her yer de müzik var.
İstek üzerine hepsi “ Guantanamera ve de Commandante diye bildiğimiz “Hasta
Siempre”yi söylüyorlar.
Deniz
ürünlerinin bolca kullanıldığı öğle yemeği ve de Küba müziğinden sonra Katedral
Meydanı’na gidiyoruz. Burası Havana’nın en renkli meydanı. Venedik’te ki San
Marco Meydanı’na benziyor. Kilisenin önüne platform konulmuş çeşitli
etkinlikler yapılıyor. Meydandaki kafeler de oturup İzmirlilerin tabiri ile
“Limonata gibi hava”nın keyfini yaşıyor millet.
Müzeden sonra sokak aralarında kayboluyoruz. Resim ve el sanatları çok güzel. Dükkanların birinden girip birinden çıkarken hava kararmaya başlıyor. Havana’da akşam erken oluyor bu mevsimde.
Kapanmadan Kapitol Binası’na giriyoruz. Burası Küba’nın Büyük Millet Meclisi. İçerde Cumhuriyet Heykeli’nin önünde kırmızı kordanla korumaya alınmış küçük bir üçgen dikkatimiz çekiyor. Buranın Dünya’nın merkezi olduğunu gösteren büyük bir elmas varmış, Batista döneminde bu elmas yürütülmüş ve de başbakanın çekmecesinde bulunmuş. Sonra da elması tekrar yerine koymamışlar, elmas gitmiş yeri kalmış yadigar.
Akşam otele döndükten sonra o kadar yorulmuşuz ki canım dışarı çıkmak istemiyor ve de erkenden yatıyorum. Evşen Havana’ya bugün gelen ve de bizle aynı otelde kalan anne ve babasıyla buluşmaya gidiyor.
17 Aralık 2007
Pazartesi
Evşen ile akşamdan yapmış olduğumuz programı uygulamak üzere kahvaltıyı yapıp erkenden sokağa çıkacağız. Çıkmadan önce otelin penceresinden Havana’nın birkaç fotoğrafını çekiyoruz.
Programımıza göre İlk sırada otelimizin yanında bulunan Havana Üniversitesi var. Havana Üniversitesi’nin merdivenlerinden çıkıyoruz. Üniversite yıllarında burada olmayı burada okumayı birkaç kez hayal etmiştim. Antik Yunan tapınaklarına benzeyen rektörlük binasını geçip bahçeye giriyoruz. Bahçedeki banklardan birine oturup dersin başlamasını bekleyen öğrencilerin arasına karışıyoruz. Bahçedeki heykelleri inceliyor, resim çekiyoruz. Sonra öğrenciler derse biz gezmeye ….
Üniversite’nin önündeki Küba devriminin önderlerinden Julio Antonio Mella’nın anıtını da gördükten sonra taksiye binerek Kapitol binasının olduğu meydana gidiyoruz.
Kapitol’ün arkasındaki Partagas tütün işletmesine giriyoruz. İngilizce tur için biraz bekliyoruz. İngilizceyi Küba aksanı ile konuşan rehber eşliğinde fabrikayı geziyoruz. Dünyaca ünlü Küba purolarının nasıl yapıldığını safha safha anlatıyorlar. Puro yapılan tütün yaprağı ile muz yapraklarının lifleri aynıymış. O nedenle çok ucuza satılan purolar muz yaprağında yapılma ihtimali olduğu için dikkatli olunmalıymış.
Bir tütün yaprağından, etiketlenip paketlenmiş puro elde edilene kadar 80 kişinin eli değiyormuş.Bir oda da kızlar el çırpa şarkı söyleye yaprağın ortasındaki ana damarı ayıklıyor, bir diğer oda da yapraklar sarılıp, presleniyor, bir diğerinde son sarım yapılıp tutkalla iki tarafı yapıştırılıyor, boylarına ve kalitelerine göre ayrılmış purolar etiketleniyor, kutulanıyor. Puro saranlar bu işi masanın üzerinde yapıyor ve de saranların çoğu erkek, öyle bacakta macakta sarmıyorlar. Bacakta sarma işi, reklam için bir dergiye verilen poz nedeniyle şehir efsanesi olmuş…
Kaliteye göre de markalanıyor. Tüm dünya da puro markası denince akla ilk önce Cohiba geliyor, bir adeti 375 dolar olan Cohiba bile var. Daha sonra Romeo y Julieta ve Partagas geliyormuş. Bizim gezdiğimiz tütün işletmesinde Cohiba başta olmak üzere kendi markaları ve de bütün diğer markalar yapılıyormuş. Hiçbir tütün yaprağı ziyan edilmiyormuş, kesilip yere atılanlar bile süpürülüp kullanılıyor, hiç olmadı sigara yapılıyormuş.
Puro saran kişiler önce dokuz aylık bir staj döneminden geçiyorlarmış. Ustaların sarım yaptığı yerde ben nikotinden dolayı saranların ellerinin sapsarı ve de yara bere içinde olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım, hepsinin elleri pamuk gibi.
Ambargo nedeniyle purolar
Kanada üzerinden satılıyormuş. Rehber çocuk “Daha geçen hafta Bush’un genel
sekreterine 25 kutu yolladık. Beyaz Saray’da Havana Purosu’ndan başka puro
içilmiyor ama lafa gelince bizle alış veriş yasak” diyor….
Turdan sonra rehber bize
kartını veriyor. Puro almak istersek istediğimiz markayı yüzde yirmi beş daha
ucuza akşamüstü otele getirebileceğini
söylüyor. Teşekkür ediyoruz, mağazadan bedeli neyse ödeyerek alıyoruz. Üç kağıt
her yerde başını alıp gitmiş olabilir ama biz buna Küba’da alet olmak
istemiyoruz.
Puro için ülkeden çıkışta arama yapılıyor, 23 adet puronun faturasız çıkarılması sorgulanmıyor ama daha fazlası için fatura isteniyor.
Puroları aldıktan sonra Kapitol’ün bahçesinden yürüyoruz. Öğrenciler başlarında öğretmenleri meclis binasının bahçesinde oynuyorlar. Öğretmenlerin kıyafeti şöyle; ayaklarında şıpıdık terlik, şort ya da tayt, üstlerinde de askılı tişört. Çocuklar cıvıl cıvıl ve de meclis bahçesinde çocukluklarının keyfini çıkarıyorlar.
Prado caddesinden aşağıya doğru iniyoruz. Burası Barcelona’nın
Devrim Müzesi’ne giriyoruz. Burada Küba Devrimi adım adım sergilenmiş. Resimler, afişler, bildiriler, silahlar, giysiler , Devrim’den sonra ki Küba’yı anlatan fotoğraflar… Açıklamalar İspanyolca ama; revolution, victory, camarades, kelimelerini yakalayarak yazılanlardan anlam çıkarıyoruz.
Granma’nın sergilendiği bahçenin arkasındaki Güzel sanatlar Müzesi bugün kapalı ona yarın geleceğiz. Havana sokaklarında resim çeke çeke ilerliyor, Bacardi binasına varıyoruz. Bacardi’nin binası tepesindeki kartal amblemi ile Havana’nın en bakımlı binalarından. Tekrar Katedral Meydanı’na varıyoruz. Meydandaki büyücü kıyafetindeki kadın ile resim çektiriyoruz. İspanyollar Küba’ya geldiklerinde Katolik kilisesini kurup bunu empoze etmeye çalışmış ama halkın yapmış olduğu Wudu ayinlerini, doğa üstü güçlere tapınmalarını engelliyememiş. Sonuç da hepsinin karışımı bir din ortaya çıkmış.
Devrimden sonra da din kişinin kendi özelidir denince halk kendi eski inançlarına geri dönmüş. Wudu ayinleri sözde yasak ama halk gaipten bilgi alma, medyumluk gibi safsatadan kolay kolay vazgeçemiyor. Hala bazı evlerde wudu bebekleri görmek mümkün.
Öğle yemeğini Katedral Meydanı’ndaki El pati restoranda yiyoruz. Yemekler harika…Capitanes Generales sarayını geziyoruz. Koloniyel dönemden kalma zenginliğin yanı sıra o dönemde Avrupa’dan getirilen tarihi eserlerde sergileniyor. Yunan lahitleri,roma çeşmeleri bile var Odalar kordon altına alınmış, görevliler sanki başkaları görmeden bize iyilik yapıyormuş gibi kordonu açıyor; biz de resim çekiyoruz. Bir iki derken her odada bir peso verdiğimizi fark ediyoruz ve de odayı göstermek isteyenlere hayır deyip bazı odaların kapısından şöyle bir bakıp geçiyoruz.
Dünya markası olmuş Havana Clup’a gidiyoruz. Burası müze olmuş Rom fabrikası. Fabrika şehir dışına taşınmış ama burada fabrikanın maketi var ve de romun nasıl yapıldığı anlatılıyor. Romun özelliği hem fermante ediliyor, hem de imbikleniyor. Yani hem şarap hem de rakı tekniği bir arada. Meşe fıçılarda tadına tat, rengine renk katıyor…
Havana Clup’tan sonra yürüyerek Eski Meydana(Plaza Vieja) gidiyoruz. Kafelerden birine oturup canlı müzik eşliğinde sıcak çikolata içiyoruz. Hem dinleniyor hem de içimiz ısınıyor. Belki de Havana’nın en soğuk gününe denk geldik, içimiz üşümüş…
Faytona binerek otele dönüyoruz. Bir gün önce bir faytoncuyu şöyle bir görmüş; amma yakışıklı adam diye düşünmüştüm. Faytona bindikten sonra ön tarafa oturan adamın dünkü faytoncu olduğunu çok sonra fark ediyorum. Evşen’e Küba amma garip memleket; iste, olsun diyorum. Otele geldiğimizde faytoncu ile resim çektiriyoruz.
O kadar yorulmuşuz ki
bugünde dışarı çıkacak halimiz yok. Biraz dinlenelim sonra çıkarız diyoruz ama
uyuyakalıyoruz.
18 Aralık 2007 Salı
Bugün öğleden sonra
Varedora’ya hareket edeceğiz. Hareket saatine kadar şehrin geri kalanını gezmek
üzere Evşen, Evşen’in annesi Nur abla ve de babası Tanju ağabey ile taksiye binerek deniz
kıyısına iniyoruz. Uzaktan Brezilya’da
Sao Paulo’da ki İsa heykelinin benzeri Havana’nın İsa’sının resmini
çekiyoruz. Sao Paulo’daki İsa’nın kolları açık, buradaki dua eder halde ve
yüksekliği
Kalenin etrafında
dolanıyoruz. Kalenin içinde San Salvador de
Meydandaki heykelin tam
ortasında bir adam el sallıyor ve de gel işareti yapıyor, merdivenleri
çıktığımda hayretten ağzım açık kalıyor. Heykelin gövdesindeki boşluğu bir oda
bir mutfak ev haline getirmişler, karı koca yaşıyorlar. Böyle bir şeyi bugüne
dek hiç görmedim. Adresi heykelin gövdesi olan bir aile…
Yolun karşısındaki kalabalık
dikkatimizi çekiyor. İspanyol Büyükelçiliği’ymiş. Kalabalık da, vize kuyruğunda
bekleyenlermiş.
Biraz yürüdükten sonra tekrar
Devrim müzesi’nin önüne geliyor bu sefer arka tarafına geçerek Güzel Sanatlar
Müzesi’ne giriyoruz.
Müze çok güzel, merdivenin
yanı sıra müze içindeki katlara rampa ile çıkılıyor. 3. Kat 1959 yılına yani
Devrim’e kadar olan Küba sanatı, diğer katlar da ise devrim sonrası sanat eserleri sergileniyor.
Devrimci sanatın en güzel örnekleri burada, modern sanatın tüm akımları
uygulanmış.
Müzeden sonra İtalyan
lokantasında yemek yiyor, keyfimiz yerinde, yemekleri Nur Abla ısmarlıyor.
Yemekten sonra Mercaderes caddesin de fotoğraf çeke çeke Kapitol’ün olduğu meydana doğru yürüyoruz.
Yol üzerinde Hemingway’in kaldığı Ambos Mundos otelini görüyoruz, bir
başka şık binanın hastane olduğunu fark
ediyoruz.
Taksiye binerek otele dönüyoruz.
Otelin karşısında neredeyse Küba’nın sembolü olmuş dondurmacıdan dondurma
yemeden gitmeyelim diyoruz. Coppelio (dondurmacı)nun önünde öyle bir kuyruk var
ki beklemeyi göze alamıyoruz. Bavulları
toplayıp otobüse biniyoruz. Havana rüyası bitiyor, Varadero’ya doğru yola
koyuluyoruz.
Otoyolda ilerlerken; köprülerden geçerken arabaların yavaşladığını,
otoyolun ne kadar tenha olduğunu görüyoruz. Küba’da öyle nüfusun oradan
oraya hareket etmesine izin verilmiyor.
Herkesin işi ve evi aynı bölgede ve de iç göç yok. Böylece bizim İstanbul’u
nasıl koruyamayıp; Küba’nın Havana’yı nasıl koruduğu anlaşılıyor.
Küba’da dikkatimiz çeken bir
diğer konuda araç plakalarındaki renk çeşitliliği. En yüksek derecedeki plaka
kırmızı renkli olanmış. Bilim adamlarına, sanatçılara ve de sporculara kırmızı
plaka veriliyormuş. Devleti yöneten bürokratlar ise yeşil plaka ile ikinci
sırada geliyormuş. Gözlerim yaşardı doğrusu.
Yolda giderken mola
veriliyor. Mola yeri Küba’nın en yüksek Bacunayagua köprüsünün yanında. Köprünün yüksekliği 110
metreymiş. Mola yerinde Pina Colada
denilen yerel içkiden içiyoruz. Biraz ıncık cıncık bakındıktan sonra tekrar
yola koyuluyoruz.
Akşam hava kararırken
Varadero da ki otelimiz Sol Sirenas’a varıyoruz. Varadero bizim Antalya Belek gibi
bir yer. Atlas okyanusu boyunca oteller dizilmiş. Bizim otel ile Sol Coral iki
ayri otel ama sosyal tesisleri ortak kullanıyorlar.
Akşam yemeğinden sonra biraz
oyalanıp odaya çıkıyoruz. Gene çok yorgunuz.
19 Aralık 2007 Çarşamba
Sabahleyin erkenden
kalkıyoruz. Evşen, Ankara’dan gelen Gökhan ve de ben bugün Dalışa gitmek
istiyoruz. Otelin aktivite masasında
yeşil ceket ve de yeşil gözlü genç bir hanım oturuyor. Dalış için sağa
sola telefon ediyor. “Üzgünüm bugün hava dalgalı tekneler dalışa çıkmıyormuş”
diyor. Kaldığımız otel Atlantik Okyanusu’na bakıyor. “Hiç mi dalış yok?” diye
kıza bakıyorum. Bir dakika diyerek tekrar telefon ediyor. “Buradan
Hemen çantalarımızı kapıp Dalış Merkezi’ne gidiyoruz. Hiçbirimiz gelirken dalış malzemesi getirmemişiz, sadece mayolarımızı alıp gidiyoruz.
Barakuda dalış Merkezi, Okyanus kıyısında şirin bir merkez. Nasıl düzenliler. Önce kayıt yapıyorlar, gerekli evrakları imzalatıyorlar, sonra da her birimiz için malzeme seçiyorlar. Bunları belli bir düzen içinde,acelesiz ve de sırayla yapıyorlar. Malzemeleri bakımlı ve iyi durumda…
Herkes hazır olunca malzemeler ile birlikte otobüse biniyoruz. Dünyanın dört bir yanından gelen 14 kişi ve dört Kübalı genç lider ile yola çıkıyoruz. Yolculuk İki buçuk saat kadar sürüyor. Ülkeyi boydan boya kat eden otoyol var. Biz mecburen enine kesen yoldan gidiyoruz. Kuzey-güney hattındaki yollar dar ve şoförler, hız sınırı başta olmak üzere tüm trafik kurallarına harfiyen uyuyorlar. Otobüs şoförleri bile emniyet kemeri takıyor. Yolda bir restorana uğruyor, dönüşte yiyeceğimiz yemek için sayı veriyorlar.
Dalış ekibi bize karşı çok nazik ama bizlerle pek samimi olmuyorlar. Kendi aralarında kakara kikiri yapıyorlar. Bir tanesinin elinde televizyonlu Ipod var. Film seyrediyor. Üstleri başları çok düzgün.
Dalış yapılacak yerin adının “Domuzlar Körfezi” olduğunu söylüyorlar. Birden heyecanlanıyoruz.Devrimden sonra 1962 yılında Amerika, Castro’yu devirmek amacıyla burada çıkartma yapmış ve de geriye püskürtülmüştü. Karayipler’de böylesine tarihe mal olmuş bir körfezde dalmak heyecan verici.
Dalış yeri çayırlık bir arazi. Ahşap gölgelikler yapılmış, dalış içinde denize inen dar bir geçit var. Çayır çimene yayılarak malzemeleri hazırlıyoruz. Her yer de 6 ile
Hazırlanan geçitten geçerek suya giriyor,
kıyıdan uzaklaşıyor. Kıyı dalışı yapılıyor. Liderimiz Manuel brifing verdikten
sonra dalışa geçiyoruz. Hakikaten
Benim sevgili balığım
grouperlar (bizdeki çeşidi orfoz) burada başka gömlek giymiş. Benekli balığımın
benekleri ne de güzel yakışmış. Sanki
siyah, beyaz, kırmızı küçük pulları yan
yana yapıştırmışlar. Arada fon yok.
Derken dalış bitiyor.
Yemekten sonra yorgunluktan otobüste uyuyoruz. Dalış merkezine geldiğimizde herkes kendi kullandığı eşyayı yüklenip merkezin havuzuna atıyor. Malzemeleri duruladıktan sonra teslim ediyoruz. Tekrar otobüslere biniyoruz. Bu kez herkesi otele bırakıyorlar.
“Çok hoş bir gün geçirdik” diyoruz. Akşam otelin barında grupla muhabbeti koyulaştırıyoruz. Cumhuriyet’ten Işıl Özgentürk ile milleti gülmekten kırıp geçiriyoruz. Işıl “Sen bayağı sakin efendi birine benziyordun, meğer fırlamanın tekiymişsin” diyor. “Ne yapalım azotu yiyince böyle oluyorum” diyorum.
Bu arada rehber yarın ki yapılacak Cienfuegos Trinidad turu için listeyi oluşturuyor. Che’nin Mezarı ziyaret edilecekse gelirim diyorum. Programa yanlışlıkla yazılmış. Che turu ayrı bir tur diyor, fark istiyor. Ben de haritayı gösteriyor, yol üzerinde bakın diyorum ve de istediği farkı veriyorum.
Geç vakte kadar Mojitoların (mohito okunuyor) biri geliyor biri gidiyor. Mojito, rom,limon,soda ve de nane ile yapılan bir Küba içkisi Bar kapanana, ışıklar sönene kadar şamatanın tadını çıkarıyoruz.
20 Aralık 2007 Perşembe
Sabahleyin erkenden grup
toplanıyor. Che’ye uğramak için erkenden yola çıkılıyor diye seviniyoruz. İlk
önce Cienfuegos’a uğruyoruz. Küba’da şehirler birbirinin aynı. Hepsinde bir
meydan, meydanda Koloniyel dönemde yapılmış Belediye Binası ,tiyatro okul gibi
binalar.
Şehir tiyatrosunun
geziyoruz. Çay kahve içip resim çekiyoruz. Tekrar otobüse binerek ve Trinidad’a gidiyoruz.
Trinidad bir masal şehri, bizdeki evlerde cumbalar ikinci katta olur, bunlar zeminden elli ila altmış santim yüksekliğinde, evlerde cam yok, Küba’da genel olarak evlerde cam yok, korsanların döneminde yapılmış demir parmaklıklar aynen duruyor.
Cumbaların kimin de babaanne torununa mama yediriyor, kiminde bir genç kız sokağı seyrediyor, kimin de bir yaşlı sokaktan geçen biriyle konuşuyor.
Şehrin parke döşeli ve yolun ortasına doğru eğim verilmiş sokaklarında resim çekip duruyoruz.Deniz ürünleri ağırlıklı ve canlı müzik eşliğindeki öğlen yemeğinden sonra tekrar Trinidad sokaklarını arşınlıyoruz.
Meydanda ki zengin evini geziyoruz. Burası hem müze hem de sergi alanı olarak kullanılıyor. Salon da beyaz bir tuvalet giymiş genç kızı fark ediyoruz. Küba’da hanımlar genç kızlığa adım attıklarında böyle süslenip püslenip şehrin önemli yerlerinde gezdirilirmiş. Hepimiz kıza öyle ilgi gösteriyoruz ki.; kızcağız utanıp kaçıyor.
Kahve çay içmek üzere uğradığımız yer de puro saran adamı seyrediyoruz, bongo çalan adamın ritmine ayak uyduruyoruz. Mojito içiyoruz.
Bir yandan da vakit ilerliyor, Che’nin mezarına gidemeyeceğiz diye içimiz içimizi yiyor. Otobüse bindiğimizde Che’ye gidileceği söyleniyorYola çıktıktan sonra ha geldik ha geliyoruz derken akşam karanlığında hayal meyal Villa Clara ‘dan geçtiğimizi fark ediyorum. Ne oluyor Che’ye gidilmiyor galiba derken anlıyoruz ki rehber bizi oyuna getirmiş.
”İstemeyenler vardı o nedenle uğrayamadık, bu tura dahil değildi zaten” falandı filandı derken anlıyoruz ki sıkı bir kazık yemişiz. Ben turuna da rehberine de diye söyleniyorum. Küba’ya neden turla geldim diye kendime kızıyorum. Tur ile sadece bir gün geziye çıktım onda da dolandırıldım.
Otobüste türlü çeşitli adam var, otobüs “Che Severler” ve de “Che’ye gidip de ne olacakmış” cılar olarak ikiye ayrılıyor. Otele geldikten sonra da tartışma sürüyor.
Ben bir sonra ki günkü tekne turuna gitmeyeceğimi söylüyor,“Che’yi ziyaret etmek için harcanacak beş dakikayı bizden esirgeyen bu insanlarla aynı tekne de olmak istemiyorum. Kendimi cezalandırıyorum. İşte o kadar ” diye odaya gidiyorum
Odaya gittikten sonra telefon çalıyor. Işıl, “Çok istiyorsan, Çağla sen ben yarın Che’ye gidelim” diyor. Aşağıya iniyorum. Işıl “ Koyduğun tavırdan çok etkilendim. Bu devirde böyle adamlar kaldı mı diye kendime sordum ve de senle bu yolculuğu yapmak istiyorum” diyor. Dr Çağla halk otobüsü ile bile Che’ye gitmeye razı, rehber bizim yarın Che’ye gitmemiz için yardımcı olacağını söylüyor. Nasıl yardımcı olacağını sorduğumda, bizim için otobüs saatlerini öğreneceğini söylüyor. Adama öyle bir bakış bakıyorum ki sesini kesip uzaklaşıyor.
Işıl, Çağla ben otelin önüne çıkıyor ve ilk gelen taksiyi durduruyoruz. Yarın bizi Santa-Clara ve de Che’ye götürüp götüremeyeceğini soruyoruz. Pazarlık yapıyoruz. 180 pezos ( 170 dolar) a anlaşıyoruz. Sabah 9:00 da gelmesini söylüyoruz.
Işıl o hızla gidip rehberden
taksinin parasını alıyor. Biz üç kadın yarın, bugünkü gittiğimiz yolu bir daha
giderek Che’nin mezarını ziyaret edecek,
gitmişken Santa Clara’yı da gezeceğiz. Bakalım yarın taksi gelecek mi? Gelmezse
de dert değil başka taksi buluruz.
21 Aralık 2007 Cuma
Sabahleyin Işıl,Çağla ve ben
kahvaltı da buluşuyoruz. Dün akşam kapının önünden geçen taksiyle yaptığımız
anlaşmanın ne kadar sağlıklı olup olmadığını birazdan göreceğiz. İşin ucunda
bütün gün otelde pineklemekte var.
Saat tam 9:00 da taksi görünüyor. Şoför kendini tanıtıyor. Akşam konuştuğumuz Antonio’nun bugün başka işi varmış, yerine kendisi gelmiş.Adı Reinolda, güleç yüzlü otuzlu yaşlarında bir Küba’lı.
Taksiye binerek yola koyuluyoruz. İlk önce Cardenas’tan geçiyoruz. Dün görmüş olduğumuz kasabayı bir daha görmüş oluyoruz. Reinaldo bisiklet heykelinin arkasındaki evi işaret ediyor. Reinaldo’nun yarım yamalak İngilizcesi ile Çağla’nın ondan biraz daha iyi İspanyolcası ile anlaşıyoruz.
Gösterdiği ev 1999 sonlarına doğru Küba’ya mülteci taşıyan geminin batması sonucu annesi ölen, kendisi de Florida kıyılarında sağ olarak kurtulan 6 yaşında ki Elian’ın eviymiş. Amerika ile Küba arasındaki diplomatik krize sahip olan Elian’ların evinin civardaki evlerden farklı bir yanı yok. Sadece kapının girişinde plaket var. Ev bakımlı tek katlı bahçeli bir ev.Elian, babasına iade edildikten sonra buraya geri dönmüş ve de halk kendisini kahraman gibi karşılamış.
Bugün bütün okullarda hareketlilik göze çarpıyor, törenler, alkışlar… Bugün Küba’da öğretmenler günüymüş.
Otoyola çıkıyor ve çok rahat bir yolculuktan sonra Santa-Clara’ya varıyoruz. Yollar tenha, üç saat boyunca yol kenarında ki muz plantasyonlarını, şeker kamışı tarlalarını seyrettik. Bir karış boş alan yok… Her yer ekili, biçili ve de bakımlı…
Che’nin anıtı görülüyor
uzaktan. Kocaman bir meydan, ve de başı bulutlara değen yaklaşık
Anıt 1988 yılında Santa Clara halkı tarafından yapılmış, ölümünün 30.yılından birkaç gün önce Bolivya’da ki mezarından, kendisiyle birlikte ölen yoldaşlarınınkiyle birlikte naaşı Küba’ya getirilmiş ve de yerine yerleştirilmiş. Öldükten sonra infazı yapanlardan biri saçından bir parçayı hatıra olarak saklamış. İyi ki de saklamış, Mezarda bulunan kemikler ile saçın DNA’sı tutunca Che’miydi değimliydi tartışması sona ermiş.
Koca alanda kayboluyoruz. Anıtın eteklerinde dolanıyoruz. Reinaldo mezar odası ve Müzeye giden yolu gösteriyor, rehbersiz gelsen koca alanda dön dur ki bulasın.
Anıtın arka tarafında elimizde bulunan çantaları, fotoğraf makinelerini emanete alıyorlar, bize de sadece cüzdanlarınızı alın diyorlar. Müze de ve mezar odasında resim çekilmesine izin vermiyorlar.
Önce müzeyi geziyoruz. Che’nin kocaman bir çocukluk fotoğrafı ile başlıyor müze. U şeklinde, duvarlarda fotoğraflar, ortada camekanlar içinde anılar sergileniyor. Bounes Aires Tıp fakültesi’nden aldığı diploma, doktorken giydiği EGS harfleri işlenmiş doktor önlüğü. Ernesto Guevara de
Fidel ve Raul Castro,
Camillo Cienfuegos ve Ernesto Guevara… Bu dört isim Devrimin kare ası. 12
kişilik Granma gemisine 80 kişi doluşup
Meksika’dan Küba’ya gelmişler. Küba o zamanlar Amerika’nın kuklası Batista’nın
diktatörlüğünde, Amerika’nın arka bahçesi
olarak anılıyor. Kumar,
fahişelik gırla gidiyor… Halk yok,
köleler var. Yani ayak ve kollarına takılan
zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. O zincirler bugün
müzeler de sergileniyor.
Küba’ya gelen 80 kişi Batista yönetimindeki askerlerin baskınına uğruyor ve 80 kişiden kala kala 12 kişi kalıyorlar. Santa Clara devrim yolculuğunun başladığı yer, Che ve Cienfuegos 100 kişilik öncü birlik hazırlıyorlar. Kısa sürede gerillaların sayısı 400’e ulaşıyor. İşte bu gerillaları Havana’ya taşıyan tren Santa Clara’dan yola çıkıyor. Bu nedenle Che’nin mezarı Santa Clara’da. İlk ateş burada yakıldığı için…
Havana’ya ilk Che ve Camillo
Cienfuegos giriyor, 8 gün sonra da Fidel ve Raul Castro.
Che’nin şahsi eşyaları
arasında dolaşırken; Dr.Çağla’nın onun hakkında ne kadar çok şey bildiğini fark
ediyorum. Heyecanla gösteriyor. “Bak bu onun kullandığı inhalator, astım
hastasıydı ya” diyor, “Bak onun kullandığı dişçi aletleri, o devirde pratisyen
hekimler dişte çekiyorlardı.”
Che’nin Küba Merkez bankası Başkanı olduktan sonra Che” diye imzaladığı Devrimden sonra tedavüle çıkan Küba pezosları, Küba tıp fakültesi tarafından verilen diploma (Diploması akredite olmuş), Küba vatandaşlığına kabul edildiğine dair belge. Sanayi Bakanıyken resmi, Bolivya’dayken kullandığı yemek kabı, gene Bolivya’da 8 Ekim 1967 Tarihli öldürülmeden önce el yazısıyla yazdığı takvim yaprağı. Dr Çağla “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… “ diye başlayan mektubu tercüme etmiyor, ezberden söylüyor. Bu kadar genç yaşta bir insanın Che hakkında bu kadar çok şey bilmesi beni çok etkiliyor. Işıl’a “Acaba bu kız Che’ye olan hayranlığından mı doktor oldu?” diyorum. Işıl” Olabilir, İspanyolcayı da buralara gelmek için öğrenmiştir” diyor.
Müzeden çıkarken bir araya
gelen şu üçlüye bak diyorum. 68 kuşağından gazeteci sinemacı Işıl Özgentürk, 74 kuşağından ben, ve de
Che’ye hayran 30’lu yaşlarda kadın
doktor…
Reinaldo müze çıkışında
karşı kapıyı gösteriyor. Mezar odasına
giriyoruz. Dikdörtgen bir alan. Loş bir aydınlatma, hüzünlü bir müzik. Kapının
karşısında ki duvar boydan boya pembe damarlı mermerle kaplanmış. Orta da daha
büyükçe Che’nin portresi oyulmuş. Onun sağında ve solunda diğer yoldaşların
yüzlerinden rölyef yapılmış. Angelo, Camillo diye isimler yazılmış. Duvarın
bitiminde küçük bir bahçe ve yerde yanan bir meşale var. Tavan ahşap ama
geometrik şekiller verilmiş. Mezar odasının mimarisi çok hoş.Mezar odası gezme süresi bir
dakikaymış. Bizim üçlü mezar odasında öylece kalıyoruz.
“Ölenler dövüşerek öldüler
Güneşe gömüldüler
Vaktimiz yok onların
matemini tutmaya
Akın var akın güneşe akın
Güneşi zapt edeceğiz,
Güneşin zaptı yakın” diye
şiir okuyorum.
“Sana herkesten selam getirdim” diyorum. Işıl ağlamaya başlıyor, boynuma sarılıyor, ben de ağlamaya başlıyorum. Kim bilir belki de Che’de bize “Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in, Mahir’in bugün aramızda olmayan herkesin, kaybettiğim kocamın , selamını söylüyor bizlere.
İçerde ne kadar kaldık bilmiyorum. Biz ağlaşırken, görevli kadın kapıyı kilitlemiş, içeriye kimseyi almamış, gözyaşlarımız biraz dinince teşekkür edip kapıya yürüyoruz. Görevli, nerden geldiğimizi soruyor. Şoför bizden önce “Türkiya” diyor, “Dün Santa Clara’ya kadar gelip buraya gelememişler, aynı yolu tekrar geldiler “ diyor. Kadın sırtıma dostça vuruyor.
Dışarı çıkıyor, gün ışığında kendimize geliyoruz. Şoför ortadan kaybolmuş. Derken geliyor, Elinde üç tane gül. Nerden bulmuşsa bulmuş, üçümüze birer kırmızı gül veriyor. Hayda … Biz bir ağlama daha tutturuyoruz.
Anıtın etrafında biraz daha dolanıp resim çekiliyoruz. Anıtın karşısında kocaman iki pano var. Birinde “İyi ki vardın Che” yazıyor, altında da Fidel, diğerinde de “Hepimiz Che’yiz “diye yazıyor; onun altında da Fidel .
Arabaya bindikten sonra şoför Santa-Clara’yı gezmeden gitmeyin diyor. Hemen yakındaki Santa Clara’ya gidiyoruz.
Santa Clara Belediye meydanı’nda dolanıyor, tahta işlerin, çiçeklerin, kolonyal dönemde yapılmış binaların resimlerini çekiyoruz. Derken şoförün yanına genç bir çocuk yanaşıyor, bir şeyler konuşuyorlar, şoför çocukla beraber bizim önümüze düşüp yürüyor. Bakalım nereye gidiyoruz derken sokak arası bir eve geliyoruz. Evin sahibi dışarı çıkıyor. “Micasa es sucasa” diyor . “evim evinizdir” demekmiş.
1997 yılında turizme açılma kararı alındıktan turizm sektöründe çalışacakları altı aylık bir eğitime almışlar, bize yardımcı olan insanların, Reinaldo’da dahil nasıl bu kadar nazik, ölçülü, samimi ve bir o kadarda uzak olmalarının sırrı buymuş demek.
Evlerin de turizme açılmasına izin vermişler.Devletle yarı yarıya ortak işletmelere dönmüş her ev. Yiyecek malzemesini devlet karneyle veriyor, kazancı paylaşıyor. Bizi getirdikleri ev, “Palador” denilen bu ev pansiyonlardan biriymiş. Evin salonundan geçiyorsunuz, o arada açık kapıdan yatak odasını görüyor, evin tuvalet ve banyosunu kullanıyorsunuz. Bahçe de üç tane masa var. Nasıl şirin, nasıl temiz bir yer anlatamam,
Salıncaklı sandalye de sallanan anne ve kız hemen kalkıyor, hoş geldin faslı ve yemek siparişi aldıktan sonra mutfağa gidiyorlar.
Önce muz cipsi, tereyağ ve ekmek geliyor, daha sonra bir koca kase pirinç pilavı. Çok geçmeden de balık menü ve salata… Böyle bir balığı bugüne kadar yemedim. Balık ağzımda eriyor…. Reinaldo ile akraba gibi oluyoruz. İki oğlu varmış. Onlardan bahsederken gözleri parlıyor, karısını da çok seviyor, Ne güzel….
Yemekten sonra Reinaldo bizi, Havana’ya gerillaları taşıyan trenin anısına yapılan anıta götürüyor. Tren vagonlarını süsleyip, püsleyip meydana yerleştirmişler.
Dönüş yoluna geçiyoruz. Çağla şeker kamışını yakından görmek istiyor. Yol kenarında duruyor, şeker kamışı kesiyoruz. Meyvalarını görmek istiyoruz. Meyva bahçesinde duruyor, yerel meyvalardan alıyoruz. Ben bir ara Rom alsaydık demiştim. Çok şık bir Rom mağazasında duruyoruz. Reinaldo ağzımızdan çıkan bir lafı iki etmiyor. Kendisine Varedero pazarında ineceğimizi söylüyoruz. Daha çok hediyelik eşyaların satıldığı pazarda iniyoruz. Reinaldo “Ne kadar kalacağımız soruyor?” Bir saat kadar kalırız deyince ben sizi bekleyim elinizdekileri arabaya bırakın boşuna taşımayın diyor. Reinaldo ailemizin şoförü vaziyetinde.
Çarşıyı dolaşıp, birkaç ıncık cıncık alıyoruz. Otele giderken Reinaldo’ya akşam için bize Küba’lıların gittiği bir eğlence önermesini söylüyoruz. “Public Party” den bahsediyor. “Olur ama iki araba gel diğer arkadaşlarda gelebilir” diyoruz.
Dediği saatte iki araba otelin kapısında duruyor. Santa Marta meydanına gidiyoruz. Public Party”, meydanda halkın katıldığı bir eğlence. İki ayrı müzik yayını var. Bir köşede salsa, diğer köşede disco müziği çalıyor, bir diğer tarafta lunapark var, bir köşede de yiyecek satılıyor. Kalabalık, içki, dans, müzik… Bu arada Salsa yapmak üzere bizim de kolumuza yapışıyorlar. Ben ki iyi dans ettiğimi sanırdım; adamların vücudu üç ayrı düzlemde hareket ediyor. Ayakları farklı, gövdeleri farklı, baş ve omuzları farklı kıvrılıyor. Bizimki teknik olarak,kalasın eğilip bükülmesi gibi kalıyor. Ayakları uydursam, gövdem açıkta kalıyor.
Bu arada halkın arasında
sürekli polisler dolaşıyor, turistleri rahatsız eden var mı diye
dolaşıyorlarmış.
Bir Küba gecesi daha sona eriyor. Biz gene Taksiyi dediği yerde ve saatte buluyoruz. Otele geldiğimizde Reinaldo’ya 15 pezos bahşiş vermek istiyoruz. Kavga dövüş alıyor, cebine zorla sokuyorum. Adam bizi Che’ye götürmekle kalmadı bizle akşama kadar dolaştı, sadece Varadero ile otel arası gidiş-gelişleri fazladan ödedik, bahşişi “per bambinos” (çocukların için) diye verdik. Teşekkürler Reinaldo…. Sayende Küba’yı tanıdık ve sevdik…
22 Aralık 2007 Cumartesi
Bugün öğleden sonra yolculuk var, sabahleyin otelde vakit geçireceğiz. Okyanus’ta denize girmenin keyfini yaşayacağım. Plaj havlusu için resepsiyona para yatır, makbuzu havlu bölümüne göster, damgalat havluyu al derken nihayet plaja iniyorum. Öyle çok formaliteleri var ki; bizdeki formalitelere artık isyan etmeyeceğim.
Plaj da beni bambu şemsiyeler, ve göz alabildiğine kumsal karşılıyor. Kumu incecik, toz gibi… Şezlonga yerleşiyor, güneşin tadını çıkarıyorum. Isındıktan sonra denize giriyorum. Deniz dalgalı, öyle böyle değil, dalgalar boyumu aşıyor.Dalgalarla oynaşıyorum, yok oynaşmak ne kelime dövüşüyorum… Ama ne dövüşme; dalga kaldırıp fırlatıyor, alıp içinde döndürüyor, neresi aşağısı neresi yukarısı anlayamıyorsun. Biraz açılayım dalga açıkta hafifler ne de olsa kıyıda dip sürtünüyor diyorum. Kıyı liman dersi aldım ya çok biliyorum. Dalga durulur gibi oluyor, buyur açığa gel diyor… Oh ne güzel derken dalgalar gene coşuyor, açıktan alıp kıyıya doğru fırlatıyor, ben doğruluyorum o vuruyor… Yorgun düşüyorum, her yanıma otlar yapışmış halde kıyıya çıkıyorum. Tamam yendin beni diyorum.. Eeee ne oldu beni dövdün de ben de kıyıda otururum, sen de böyle kendi kendine çalkalan dur diyorum. Dalgalara küsüyorum. Dalgaların da çok umurunda oluyor küsmem…
Otele dönüp, duştan sonra bavul topluyorum… Yemekten sonra otobüse binip Havana’ya dönüyoruz. Doğru havaalanına gidiyoruz. Dönüşte grupla samimiyeti ilerlettiğimiz için hava alanındaki bekleyiş çok eğlenceli geçiyor. Evşen bana Küba hatırası Che’nin Küba’dan ayrılmadan önce Fidel’e yazdığı mektubun kopyasını hediye ediyor.
Işıl mektupta ne yazdığını merak edince kendimce tercümeye başlıyorum. İspanyolca bazı kelimeleri yakalayarak, Çağla’yı da şahit tutarak öyle bir tercüme yapıyorum ki, Che olsaydı “Yazının tercümesini boş ver, hislerime tercüman oldun” diye sırtımı sıvazlardı.
Uçak saati geliyor, önce Paris’e oradan da İstanbul’a iniyoruz. Havaalanın dan ağlaşa ağlaşa ayrılıyoruz. Bir gezi daha bitti. Bu gezinin anlamı benim için daha farklıydı. Bir çeşit “Hacı” oldum. Gördüm ki bir ben değilmişim geçmişiyle dost olan, dostların arasında , güneşin sofrasındaymışım meğer….
Feryal Bekdik
Aralık 2007
Yorumlar
Yorum Gönder