Küba Gezi Notları

KÜBA GEZİ NOTLARI   (15 -23 ARALIK 2007)



Küba’ya hep gitmek istemişimdir. Fidel Castro Ruz sağken, Devrimin sıcak rüzgarı; kapitalizmin soğuk kışına dönmeden, Che’yi hatırlayanlar ölmeden, gençliğimizin Rüyası Küba kabusa dönmeden, Küba’yı görmek hep arzu ettiğim bir şeydi. Yol arkadaşım Evşen ile aramızda oldukça fazla yaş farkı var. Sadece yaş farkı değil, aramızda 12 Eylül var. Küba onun için Atlantik’de bir ada, denizi güneşi var. Benle gezerse gördüğüm yerler ilginç olur düşüncesi var… Sonunda Küba’ya gitme vakti saati geldi…

 15 Aralık 2007 Cumartesi  

Sabah evden çıkıyor taksiye biniyoruz. Havaalanı oldukça sakin, bilet işlemlerini çabucak tamamlıyor. Pasaport kontrolünden geçiyoruz.

Saat 9:00da Air France ile havalanıyoruz., üç buçuk saatlik uçuştan sonra Paris’te aktarma yapıyor, tekrar uçağa binerek bu sefer on saat uçuyoruz. Küba ile aramızda yedi saat fark var. Cumartesi akşam 19:00 da Havana Havalimanına iniyoruz. La Habana yazılıyor, b harfi v olarak okunduğu için söylenişi Havana.

Havana Libre otele yerleşiyoruz.Havana Libre Devrimden önce Hilton Oteli olarak hizmet veriyormuş.  Devrimden sonra burası Sovyetler Birliği’nin elçilik binası olarak kullanılmış. Denize yakın, biraz ilerisinde Nasyonel Otel görünüyor.

 Akşam otelin yanındaki caddeye iniyoruz.Yürüyerek  Nasyonel Otel’e gidiyoruz. Bahçesindeki müziği dinliyoruz. Tekrar caddeye dönüyoruz. Cadde de gece klüpleri yan yana dizilmiş. Kızlar şık şıkıdım giyinmiş, yanlarında erkek arkadaşları eğlenmeye çıkmış. O ne güzel kızlar, o ne güzel delikanlılar öyle… Bir iki klübe bakıyoruz. Program geç başladığı için girmeyip otele dönüyoruz. O kadar saattir yoldayız, yorgunluktan ölüyoruz.

 16 Aralık 2007 Pazar

Sabah kahvaltı salonuna giderken duvarda muhteşem bir seramik panonun önünde duruyoruz. Kübalı seramik sanatçısı Alfredo Sosa Bravo tarafından 1973 yılında yapılmış adı da “Devrim Arabası”. Otelin salonunda oteli ziyaret edenlerin resimleri var. Allende, Mandela daha kimler kimler… İspanya Kral ve Kraliçesi bile bu eski sömürgesini Devrime rağmen ziyaret etmiş.


Kahvaltıdan sonra otobüsle Havana şehir turuna çıkıyoruz. İlk olarak Devrim meydanına gidiyoruz.Devrim Meyda’nında İçişleri bakanlığı’nın duvarında demirden yapılmış Che’nin portresi ve de ünlü sözü. “Hasta la Victoria Siempre” (Her zaman zafere kadar…) Ünlü  1 Mayıs kutlamaları da bu meydanda yapılıyormuş.



Che’nin portresinin olduğu binanın karşısında Küba’nın bağımsızlık tarihinde ki kilometre taşlarından şair Jose Marti anıtı önündeyiz. Jose Marti şu hepimizin bildiği “Guantanamera” (Guantanamolu Kadın) şarkı sözlerini yazan şair.  18 metre yüksekliğindeki Jose Marti heykelinin arkasında 109 metre yüksekliğinde bir kule var. Burası Havana’nın en yüksek yapısı ve de şehide ki hiç bir binanın bundan daha yüksek olmasına izin verilmiyormuş.


Devrim Meydanından sonra şehir turuna devam ediyor Havana Devlet Hastanesi’ni görüyoruz. Küba’da Tıp çok ileri seviyedeymiş. Akciğer kanserini bile tedavi ediyorlarmış. AIDS tedavisinde ise sonuca yaklaşmışlar. İlaç firmaları Küba’nın kapısın aşındırıp duruyormuş ama Castro “Sağlıkla ticaret olmaz” deyim patent matent vermiyormuş. İçimden “Beni Küba’lı doktorlara emanet edin “ diyorum.

Yerel içki imalatçısı Legendaria’da duruyoruz. Formulünü iyi su ve şeker kamışı diye verdikleri romun nasıl yapıldığını görüyoruz. Rom çeşitlerini tadıyoruz. Rom, yıllandıkça rengi içinde bulunduğu meşe fıçının etkisiyle koyulaşıyor ve tadı da daha acılaşıyor.
Yollar eski model Amerikan arabalarından geçilmiyor. 1952 Chevrolet’mi istersiniz?1946 model Pontiac mı? ya da 1948 Desoto’mu isterseniz? Bol miktarda  Plymouth’da var…



Rehber Küba’da yedek parça sorunu olduğu için balatalar eskimesin diye arabaların mümkün olduğunca fren yapmadığını söylüyor. Yolda yürürken dikkat edin diyor. Şaka yapıyor olmalı. Arabaların hepsi pırıl pırıl ve de müzeden çıkmış gibiler.

Silahtar meydanına gidiyoruz. Devrim öncesi Batista döneminde kumar ve fuhuş almış başını giderken bu konuda en şöhretli İnglaterra otelini, biraz ilerdeki Kapitol’ü, meydanın biraz aşağısındaki Prado caddesini gördükten sonra Oficios sokağı boyunca yürüyerek  San Francisco  Kilisesi’nin olduğu meydana  geliyoruz.

San Francisco Kilisesi’nin mimarisi İspanya’da ki Elhamra Sarayı’nın kopyası. Aynı kemerli avlular, fıskiyeli bahçeler.

Küba Amerika’nın uyguladığı ekonomik ambargo döneminde  Sovyetler ile yakınlaşmış; Sovyetler dağıldıktan sonra ekonomik sıkıntılar artınca çıkış yolu bulmak için Turizme açılmaya karar vermiş. Turizm ile birlikte halkın sıcak para ile yüz yüze gelmesi ve de gelecek turistlerin talepleri doğrultusunda kadınların fuhuşa yönelmesi ihtimali yöneticileri düşündürmüş. Devrim yapıldığı zaman Küba’nın nüfusu yedi milyon, fahişe sayısı  beş yüz binmiş. Amerika adayı resmen arka bahçe olarak kullanmış. Devrimden sonra fahişeler eğitilmiş, çoğu üniversiteyi bitirerek çalışma hayatına kazandırılmış.

Küba’da bugün hala sağlık ve eğitim ücretsiz. Halk karne ile yiyecek alıyor, çocuklar için  yedi yaşına kadar bir kilo süt  bedava veriliyor.Konut bedava. Ücretler 16 ile 20 dolar arasında. Almış oldukları ücreti dondurma ya da içkiye harcıyorlar.

Turizmden sonra olabilecek bozulmaya karşı turizm ile ilgili sektörlerde çalışanları altı aylık eğitime almışlar. Küba’da olduğumuz sürece tüm çalışanların ne kadar nazik, güler yüzlü ve de mesafeli olduklarını fark ediyorsunuz. Sokaklarda dilenci de oldukça fazla. Siz dilenciye para verirken bir başkası vermeyin diye uyarıyor. Hele birisi çocuğa süt parası diye para isteyince, sütü çocuklara devlet vermiyor mu dedim. Arkasını dönüp bir kaçışı vardı ki gülmemek elde değil….

Castro Küba turizme açıldıktan sonra buranın ucuz tatil cenneti olarak tanınmasını istememiş. Turist Avrupa’da ne harcıyorsa burada da onu harcasın diyerek turistler için convertible Küba Pezosu bastırmış. Bu 0,98 Amerikan Dolar ya da 1,20 Euro’ya denk gelen bir para. Amerikan Dolarından % 8 daha fazla komisyon alınıyor. Kredi kartı geçiyor ama Amerikan bankaları ile uzaktan yakından ilgisi olan kredi kartlarına onay verilmiyor. Çarşıda pazarda dolar ya da Euro kullanmak istediğiniz de ısrarla convertible pezoyu istiyorlar. O nedenle otelde ya da şehirdeki döviz bürolarında para bozdurup duruyoruz.

Küba’nın turizme açılmasından sonra buraya geleceklerin Küba’nın kültürel ve doğal güzellikleri için gelmesini teşvik için dinle imanla  ilgisi olmamasına rağmen Castro, Papa’yı ziyaret etmiş. Papa’da 2005 yılında bu San Francisco kilisesine gelmiş, Castro’yu ve Küba’yı   takdis etmiş, Küba’ya geleceklerinde tanrı buyruklarının yasaklarından uzak durmasını vaaz etmiş.

Grup dağılıyor bizde Evşen ile yolun üzerindeki,elimizdeki kitapta yazan “Arap Evi”ne giriyoruz. Burası aynı zamanda  Küba’da ki elçilikler de çalışan Müslümanların her Cuma toplanıp namaz kıldığı bir mescitmiş.Girişte bir de etnoğrafya müzesi gibi bir şey var. Bildiğimiz arap kıyafetleri ve rulo halinde halılar gözümüze çarpıyor.

Öğle yemeği için Oficios sokağındaki restoranlardan birine giriyoruz.Restoran da canlı müzik var. Küba’da her yer de sokaklar da evlerin önünde her yer de müzik var. İstek üzerine hepsi “ Guantanamera ve de Commandante diye bildiğimiz “Hasta Siempre”yi söylüyorlar.
Deniz ürünlerinin bolca kullanıldığı öğle yemeği ve de Küba müziğinden sonra Katedral Meydanı’na gidiyoruz. Burası Havana’nın en renkli meydanı. Venedik’te ki San Marco Meydanı’na benziyor. Kilisenin önüne platform konulmuş çeşitli etkinlikler yapılıyor. Meydandaki kafeler de oturup İzmirlilerin tabiri ile “Limonata gibi hava”nın keyfini yaşıyor millet.



Meydandaki Coloniel Müze’ye giriyoruz. İspanyollar 1500 lü yıllarda buraya yerleştiklerinde, buraya kendi kültür ve de mimarilerini getirmişler. Coloniyel Müze  o döneme ait zenginliğin ve de şaşaanın ne boyutta olduğunu sergiliyor. Evdeki vitraylar çok güzel. Devrimden sonra tüm zengin evleri devletleşmiş. Kimi müze olmuş kimi okul kimi de hastane…
Müzeden sonra sokak aralarında kayboluyoruz. Resim ve el sanatları çok güzel. Dükkanların birinden girip birinden çıkarken hava kararmaya başlıyor. Havana’da akşam erken oluyor bu mevsimde.

Kapanmadan Kapitol Binası’na giriyoruz. Burası Küba’nın Büyük Millet Meclisi. İçerde Cumhuriyet Heykeli’nin önünde kırmızı kordanla korumaya alınmış küçük bir üçgen dikkatimiz çekiyor. Buranın  Dünya’nın merkezi olduğunu  gösteren büyük bir elmas varmış, Batista döneminde bu elmas yürütülmüş ve de başbakanın çekmecesinde bulunmuş. Sonra da elması tekrar yerine koymamışlar, elmas gitmiş yeri kalmış yadigar.



Meclis binasında resim ve heykel sergileri var. Meclis salonunda ki kürsüden Castro’nun konuştuğunu düşünmek heyecan verici. Görevlilerden biri  Salonlardan birindeki masaya dikkatimizi çekiyor. Masa yekpare ve de on metre…

Akşam otele döndükten sonra o kadar yorulmuşuz ki canım dışarı çıkmak istemiyor ve de erkenden yatıyorum. Evşen Havana’ya bugün gelen ve de  bizle aynı otelde kalan anne ve babasıyla buluşmaya gidiyor. 


17 Aralık 2007 Pazartesi

Evşen ile akşamdan yapmış olduğumuz programı uygulamak üzere kahvaltıyı yapıp erkenden sokağa çıkacağız. Çıkmadan önce otelin penceresinden Havana’nın birkaç fotoğrafını çekiyoruz.


Programımıza göre İlk sırada otelimizin yanında bulunan Havana Üniversitesi var. Havana Üniversitesi’nin merdivenlerinden çıkıyoruz. Üniversite yıllarında burada olmayı burada okumayı birkaç kez hayal etmiştim. Antik Yunan tapınaklarına benzeyen rektörlük binasını geçip bahçeye giriyoruz. Bahçedeki banklardan birine oturup dersin başlamasını bekleyen öğrencilerin arasına karışıyoruz. Bahçedeki heykelleri inceliyor, resim çekiyoruz. Sonra öğrenciler derse biz gezmeye ….


Üniversite’nin önündeki Küba devriminin önderlerinden Julio Antonio  Mella’nın anıtını da gördükten sonra taksiye binerek Kapitol binasının olduğu meydana  gidiyoruz.

Kapitol’ün arkasındaki  Partagas tütün işletmesine giriyoruz. İngilizce tur için biraz bekliyoruz. İngilizceyi Küba aksanı ile konuşan rehber eşliğinde fabrikayı geziyoruz. Dünyaca ünlü Küba purolarının nasıl yapıldığını safha safha anlatıyorlar. Puro yapılan tütün yaprağı ile muz yapraklarının lifleri aynıymış. O nedenle çok ucuza satılan purolar muz yaprağında yapılma ihtimali olduğu için dikkatli olunmalıymış.

Bir tütün yaprağından, etiketlenip paketlenmiş puro elde edilene kadar 80 kişinin eli değiyormuş.Bir oda da kızlar el çırpa şarkı söyleye yaprağın ortasındaki ana damarı ayıklıyor, bir diğer oda da yapraklar sarılıp, presleniyor, bir diğerinde son sarım yapılıp tutkalla iki tarafı yapıştırılıyor, boylarına ve kalitelerine göre ayrılmış purolar etiketleniyor, kutulanıyor. Puro saranlar bu işi masanın üzerinde yapıyor ve de saranların çoğu erkek, öyle bacakta macakta sarmıyorlar. Bacakta sarma işi, reklam için  bir dergiye verilen  poz nedeniyle şehir  efsanesi olmuş…


Kaliteye göre de markalanıyor. Tüm dünya da puro markası denince akla ilk önce Cohiba geliyor, bir adeti 375 dolar olan Cohiba bile var. Daha sonra Romeo y Julieta  ve Partagas geliyormuş. Bizim gezdiğimiz tütün işletmesinde Cohiba başta olmak üzere kendi markaları ve de  bütün diğer  markalar yapılıyormuş. Hiçbir tütün yaprağı ziyan edilmiyormuş, kesilip yere atılanlar bile süpürülüp kullanılıyor, hiç olmadı sigara yapılıyormuş.

Puro saran kişiler önce dokuz aylık bir staj döneminden geçiyorlarmış. Ustaların sarım yaptığı yerde ben nikotinden dolayı saranların ellerinin sapsarı ve de   yara bere içinde  olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım, hepsinin elleri pamuk gibi.

                                       

Ambargo nedeniyle purolar Kanada üzerinden satılıyormuş. Rehber çocuk “Daha geçen hafta Bush’un genel sekreterine 25 kutu yolladık. Beyaz Saray’da Havana Purosu’ndan başka puro içilmiyor ama lafa gelince bizle alış veriş yasak” diyor….
Turdan sonra rehber bize kartını veriyor. Puro almak istersek istediğimiz markayı yüzde yirmi beş daha ucuza   akşamüstü otele getirebileceğini söylüyor. Teşekkür ediyoruz, mağazadan bedeli neyse ödeyerek alıyoruz. Üç kağıt her yerde başını alıp gitmiş olabilir ama biz buna Küba’da alet olmak istemiyoruz.

Puro için ülkeden çıkışta arama yapılıyor, 23 adet puronun faturasız çıkarılması sorgulanmıyor ama daha fazlası için fatura isteniyor.

Puroları aldıktan sonra Kapitol’ün bahçesinden yürüyoruz. Öğrenciler başlarında öğretmenleri meclis binasının bahçesinde oynuyorlar. Öğretmenlerin kıyafeti şöyle; ayaklarında şıpıdık terlik, şort ya da tayt, üstlerinde de askılı tişört. Çocuklar cıvıl cıvıl ve de meclis bahçesinde çocukluklarının keyfini çıkarıyorlar.

Prado caddesinden  aşağıya doğru iniyoruz. Burası Barcelona’nın La Rampla’sına benziyor. Burada da okul öncesi çocuklar başlarında öğretmen oynuyorlar. Yarışmalar yapıyorlar, kızlı erkekli, esmerli beyazlı dünya tatlısı çocuklar….

Devrim Müzesi’ne giriyoruz. Burada Küba Devrimi adım adım sergilenmiş. Resimler, afişler, bildiriler, silahlar, giysiler , Devrim’den sonra ki Küba’yı anlatan fotoğraflar… Açıklamalar İspanyolca ama; revolution, victory, camarades,  kelimelerini yakalayarak yazılanlardan anlam çıkarıyoruz.


   Müzenin arkasında Devrimin sembollerinden Granma gemisinin bire bir kopyasını yapmışlar ve de dev bir camekanın içinde sergiliyorlar. 80 kişi bu gemiye nasıl sığmış diye hayret ediyoruz.

  

Granma’nın sergilendiği bahçenin  arkasındaki Güzel sanatlar Müzesi bugün kapalı ona yarın geleceğiz. Havana sokaklarında resim çeke çeke ilerliyor, Bacardi binasına varıyoruz. Bacardi’nin binası tepesindeki kartal amblemi ile Havana’nın en bakımlı binalarından. Tekrar  Katedral Meydanı’na varıyoruz. Meydandaki büyücü kıyafetindeki kadın ile resim çektiriyoruz. İspanyollar Küba’ya geldiklerinde Katolik kilisesini kurup bunu empoze etmeye çalışmış ama halkın yapmış olduğu Wudu  ayinlerini, doğa üstü güçlere tapınmalarını engelliyememiş. Sonuç da hepsinin karışımı bir din ortaya çıkmış.

Devrimden sonra da din kişinin kendi özelidir denince halk kendi eski inançlarına geri dönmüş. Wudu ayinleri sözde yasak ama halk gaipten bilgi alma, medyumluk gibi safsatadan kolay kolay vazgeçemiyor. Hala bazı evlerde wudu bebekleri görmek mümkün.

Öğle yemeğini Katedral Meydanı’ndaki El pati restoranda yiyoruz. Yemekler harika…Capitanes Generales sarayını geziyoruz. Koloniyel dönemden kalma zenginliğin yanı sıra o dönemde Avrupa’dan getirilen tarihi eserlerde sergileniyor. Yunan lahitleri,roma çeşmeleri bile var Odalar kordon altına alınmış, görevliler sanki başkaları görmeden bize iyilik yapıyormuş gibi kordonu açıyor; biz de resim çekiyoruz. Bir iki derken her odada bir peso verdiğimizi fark ediyoruz ve de odayı göstermek isteyenlere hayır deyip bazı odaların  kapısından şöyle bir bakıp  geçiyoruz.

Dünya markası olmuş Havana Clup’a gidiyoruz. Burası müze olmuş Rom fabrikası. Fabrika şehir dışına taşınmış ama burada fabrikanın maketi var ve de romun nasıl yapıldığı anlatılıyor. Romun özelliği hem fermante ediliyor, hem de imbikleniyor. Yani hem şarap hem de rakı tekniği bir arada. Meşe fıçılarda tadına tat, rengine renk katıyor…

Havana Clup’tan sonra yürüyerek Eski Meydana(Plaza Vieja) gidiyoruz. Kafelerden birine oturup canlı müzik eşliğinde sıcak çikolata içiyoruz. Hem dinleniyor hem de içimiz ısınıyor. Belki de Havana’nın en soğuk gününe denk geldik, içimiz üşümüş…

Faytona binerek otele dönüyoruz. Bir gün önce bir faytoncuyu şöyle bir görmüş; amma yakışıklı adam diye düşünmüştüm. Faytona bindikten sonra ön tarafa oturan adamın dünkü faytoncu olduğunu çok sonra fark ediyorum. Evşen’e Küba amma garip memleket; iste, olsun diyorum. Otele geldiğimizde faytoncu ile resim çektiriyoruz.

O kadar yorulmuşuz ki bugünde dışarı çıkacak halimiz yok. Biraz dinlenelim sonra çıkarız diyoruz ama uyuyakalıyoruz.
 
18 Aralık 2007 Salı
Bugün öğleden sonra Varedora’ya hareket edeceğiz. Hareket saatine kadar şehrin geri kalanını gezmek üzere Evşen, Evşen’in annesi Nur abla ve de  babası Tanju ağabey ile taksiye binerek deniz kıyısına iniyoruz. Uzaktan Brezilya’da  Sao Paulo’da ki İsa heykelinin benzeri Havana’nın İsa’sının resmini çekiyoruz. Sao Paulo’daki İsa’nın kolları açık, buradaki dua eder halde ve yüksekliği 20 metre. Heykel Jilma Madera adlı  kadın heykeltıraş tarafından yapılmış.
Kalenin etrafında dolanıyoruz. Kalenin içinde San Salvador de la Punta Müzesi  var. Askeri müzeymiş girmeyi hiçbirimiz istemiyor meydana doğru yürüyoruz.
Meydandaki heykelin tam ortasında bir adam el sallıyor ve de gel işareti yapıyor, merdivenleri çıktığımda hayretten ağzım açık kalıyor. Heykelin gövdesindeki boşluğu bir oda bir mutfak ev haline getirmişler, karı koca yaşıyorlar. Böyle bir şeyi bugüne dek hiç görmedim. Adresi heykelin gövdesi olan bir aile…
Yolun karşısındaki kalabalık dikkatimizi çekiyor. İspanyol Büyükelçiliği’ymiş. Kalabalık da, vize kuyruğunda bekleyenlermiş.
Biraz yürüdükten sonra tekrar Devrim müzesi’nin önüne geliyor bu sefer arka tarafına geçerek Güzel Sanatlar Müzesi’ne giriyoruz.
Müze çok güzel, merdivenin yanı sıra müze içindeki katlara rampa ile çıkılıyor. 3. Kat 1959 yılına yani Devrim’e kadar olan Küba sanatı, diğer katlar da ise  devrim sonrası sanat eserleri sergileniyor. Devrimci sanatın en güzel örnekleri burada, modern sanatın tüm akımları uygulanmış.
Müzeden sonra İtalyan lokantasında yemek yiyor, keyfimiz yerinde, yemekleri Nur Abla ısmarlıyor. Yemekten sonra Mercaderes caddesin de  fotoğraf çeke çeke   Kapitol’ün olduğu meydana doğru yürüyoruz. Yol üzerinde Hemingway’in kaldığı Ambos Mundos otelini görüyoruz, bir başka  şık binanın hastane olduğunu fark ediyoruz.
Taksiye binerek otele dönüyoruz. Otelin karşısında neredeyse Küba’nın sembolü olmuş dondurmacıdan dondurma yemeden gitmeyelim diyoruz. Coppelio (dondurmacı)nun önünde öyle bir kuyruk var ki beklemeyi göze alamıyoruz.  Bavulları toplayıp otobüse biniyoruz. Havana rüyası bitiyor, Varadero’ya doğru yola koyuluyoruz.
Otoyolda ilerlerken;  köprülerden geçerken arabaların yavaşladığını, otoyolun ne kadar tenha olduğunu görüyoruz. Küba’da öyle nüfusun oradan oraya  hareket etmesine izin verilmiyor. Herkesin işi ve evi aynı bölgede ve de iç göç yok. Böylece bizim İstanbul’u nasıl koruyamayıp; Küba’nın Havana’yı nasıl koruduğu  anlaşılıyor.
Küba’da dikkatimiz çeken bir diğer konuda araç plakalarındaki renk çeşitliliği. En yüksek derecedeki plaka kırmızı renkli olanmış. Bilim adamlarına, sanatçılara ve de sporculara kırmızı plaka veriliyormuş. Devleti yöneten bürokratlar ise yeşil plaka ile ikinci sırada geliyormuş. Gözlerim yaşardı doğrusu.
Yolda giderken mola veriliyor. Mola yeri Küba’nın en yüksek Bacunayagua  köprüsünün yanında. Köprünün yüksekliği 110 metreymiş. Mola yerinde  Pina Colada denilen yerel içkiden içiyoruz. Biraz ıncık cıncık bakındıktan sonra tekrar yola koyuluyoruz.
Akşam hava kararırken Varadero da ki otelimiz Sol Sirenas’a  varıyoruz. Varadero bizim Antalya Belek gibi bir yer. Atlas okyanusu boyunca oteller dizilmiş. Bizim otel ile Sol Coral iki ayri otel ama sosyal tesisleri ortak kullanıyorlar.
Akşam yemeğinden sonra biraz oyalanıp odaya çıkıyoruz. Gene çok yorgunuz.

19 Aralık 2007 Çarşamba

Sabahleyin erkenden kalkıyoruz. Evşen, Ankara’dan gelen Gökhan ve de ben bugün Dalışa gitmek istiyoruz. Otelin aktivite masasında  yeşil ceket ve de yeşil gözlü genç bir hanım oturuyor. Dalış için sağa sola telefon ediyor. “Üzgünüm bugün hava dalgalı tekneler dalışa çıkmıyormuş” diyor. Kaldığımız otel Atlantik Okyanusu’na bakıyor. “Hiç mi dalış yok?” diye kıza bakıyorum. Bir dakika diyerek tekrar telefon ediyor. “Buradan 100 km kadar ötede yani Küba’nın güneyinde Karayip kıyıları’nda dalış istermisiniz?” diye soruyor. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Karayip’de  dalışa gidilmez mi? Üçümüz birden “Evet” diyoruz. “Dalış okulu kendileri gelebilir mi? diye sormuş. “Geliriz” diyoruz. Her şeye razıyız yeter ki dalışa gidelim. “ Hemen hazırlanın, ben taksiyi çağırıyorum” diyor.

Hemen çantalarımızı kapıp Dalış Merkezi’ne gidiyoruz. Hiçbirimiz gelirken dalış malzemesi getirmemişiz, sadece mayolarımızı alıp gidiyoruz.

Barakuda dalış Merkezi, Okyanus kıyısında şirin bir merkez.  Nasıl düzenliler. Önce kayıt yapıyorlar, gerekli evrakları imzalatıyorlar, sonra da her birimiz için malzeme seçiyorlar. Bunları belli bir düzen içinde,acelesiz ve de sırayla yapıyorlar. Malzemeleri bakımlı ve iyi durumda…

Herkes hazır olunca malzemeler ile birlikte otobüse biniyoruz. Dünyanın dört bir yanından gelen 14 kişi ve dört Kübalı genç lider ile yola çıkıyoruz. Yolculuk İki buçuk saat kadar sürüyor. Ülkeyi boydan boya kat eden otoyol var. Biz mecburen enine kesen yoldan gidiyoruz. Kuzey-güney hattındaki yollar dar ve şoförler, hız sınırı başta olmak üzere tüm trafik kurallarına harfiyen uyuyorlar. Otobüs şoförleri bile emniyet kemeri takıyor. Yolda bir restorana uğruyor, dönüşte yiyeceğimiz yemek için sayı veriyorlar.

Dalış ekibi bize karşı çok nazik ama bizlerle pek samimi olmuyorlar. Kendi aralarında kakara kikiri yapıyorlar. Bir tanesinin elinde televizyonlu Ipod var. Film seyrediyor. Üstleri başları çok düzgün.

Dalış yapılacak yerin adının “Domuzlar Körfezi” olduğunu söylüyorlar. Birden heyecanlanıyoruz.Devrimden sonra 1962 yılında Amerika, Castro’yu devirmek amacıyla burada çıkartma yapmış ve de geriye püskürtülmüştü. Karayipler’de böylesine tarihe mal olmuş bir körfezde dalmak heyecan verici.


Dalış yeri çayırlık bir arazi. Ahşap gölgelikler yapılmış, dalış içinde denize inen dar bir geçit var. Çayır çimene yayılarak malzemeleri hazırlıyoruz. Her yer de 6 ile 8 kg ağırlıkla dalan bize 3 kg ağırlık veriyorlar. Üstünüzdeki elbise ince, su tuzsuz 3kg bile çok diyorlar.

Hazırlanan geçitten geçerek suya giriyor, kıyıdan uzaklaşıyor. Kıyı dalışı yapılıyor. Liderimiz Manuel brifing verdikten sonra dalışa geçiyoruz. Hakikaten 3 kg ağırlık tam geliyor. Suyun altında elli metre kadar gittikten sonra Mercan duvarı başlıyor. Dünyanın hiçbir yerinde rastlamadığımız boru şeklinde mercanlarla karşılaşıyoruz. Mavi,sarı,yeşil rengarenk borular. Sanki Paris’teki George Pampidou müzesi gibi. Ya da mercanların altında yer altı dünyası var bu mercanlar da  hava bacaları gibi. Dayanamayıp elle dokunuyorum, yumuşacık. Kiminin içinde istakoz, kiminin içinde bir balık… Karayipler mercan cenneti, balıklar o kadar fazla değil.
Benim sevgili balığım grouperlar (bizdeki çeşidi orfoz) burada başka gömlek giymiş. Benekli balığımın benekleri  ne de güzel yakışmış. Sanki siyah, beyaz, kırmızı küçük pulları  yan yana yapıştırmışlar. Arada fon yok.

Dalış 25 metre de 45 dakika olarak tamamlanıyor. Çok keyifli ve zevkli bir dalış diye söylüyor herkes.Çayıra çimene yayılıyoruz. Biz bir daha mı geleceğiz Karayipler’e diye ha bire resim çekiyoruz.

İkinci dalışı bu sefer bir öncekinin aksi tarafına yapıyoruz. Gene rengarenk mercanlar bu kez balıklar da çoğalıyor. Bir renk dünyası, su pırıl pırıl.. Hafif bir akıntı arkadan ittirmeye başlıyor. Kollarımı açıyorum. Sanki bir başka gezegendeyim ve de uçuyorum. Burada kalsam hep, burada balıklarla, bu ışık ve renk içinde kalsam, burada yaşasam ve burada ölsem… Azot çarptı her halde bu kadar mutluluk olmaz ki…

Derken dalış bitiyor. 22 metre de 45 dakika dolanmışız. Adamlar bekleme zamanlarına, tüm dalış kurallarına harfiyen uyuyorlar. Telaşsız ve düzen içinde kıyıya çıkıyoruz. Eşyaları toplayarak otobüse biniyoruz.Yarım saat gittikten sonra,  yemek yiyeceğimiz yere geliyoruz. Açık büfe de her şey var, tavuk,balık,et…

Yemekten sonra yorgunluktan otobüste uyuyoruz. Dalış merkezine geldiğimizde herkes kendi kullandığı eşyayı yüklenip merkezin havuzuna atıyor. Malzemeleri duruladıktan sonra teslim ediyoruz. Tekrar otobüslere biniyoruz. Bu kez  herkesi otele bırakıyorlar.

“Çok hoş bir gün geçirdik” diyoruz. Akşam otelin barında grupla muhabbeti koyulaştırıyoruz. Cumhuriyet’ten Işıl Özgentürk ile milleti gülmekten kırıp geçiriyoruz. Işıl “Sen bayağı sakin efendi birine benziyordun, meğer fırlamanın tekiymişsin” diyor. “Ne yapalım azotu yiyince böyle oluyorum” diyorum.

Bu arada rehber yarın ki yapılacak Cienfuegos Trinidad turu için listeyi oluşturuyor. Che’nin Mezarı ziyaret edilecekse gelirim diyorum. Programa yanlışlıkla yazılmış. Che turu ayrı bir tur diyor, fark istiyor. Ben de haritayı gösteriyor, yol üzerinde bakın diyorum ve de istediği farkı veriyorum.

Geç vakte kadar Mojitoların (mohito okunuyor)  biri geliyor biri gidiyor. Mojito, rom,limon,soda ve de nane ile yapılan bir Küba içkisi Bar kapanana, ışıklar sönene kadar şamatanın tadını çıkarıyoruz.

20 Aralık 2007 Perşembe

Sabahleyin erkenden grup toplanıyor. Che’ye uğramak için erkenden yola çıkılıyor diye seviniyoruz. İlk önce Cienfuegos’a uğruyoruz. Küba’da şehirler birbirinin aynı. Hepsinde bir meydan, meydanda Koloniyel dönemde yapılmış Belediye Binası ,tiyatro okul gibi binalar.
Şehir tiyatrosunun geziyoruz. Çay kahve içip resim çekiyoruz. Tekrar otobüse binerek  ve Trinidad’a gidiyoruz.

Trinidad bir masal şehri, bizdeki evlerde cumbalar ikinci katta olur, bunlar zeminden elli ila altmış santim yüksekliğinde, evlerde cam yok, Küba’da genel olarak evlerde cam yok, korsanların döneminde yapılmış demir parmaklıklar aynen duruyor.

Cumbaların kimin de babaanne torununa mama yediriyor, kiminde bir genç kız sokağı seyrediyor, kimin de bir yaşlı sokaktan geçen biriyle konuşuyor.


Şehrin parke döşeli ve yolun ortasına doğru eğim verilmiş  sokaklarında resim çekip duruyoruz.Deniz ürünleri ağırlıklı ve canlı müzik eşliğindeki öğlen yemeğinden sonra tekrar Trinidad sokaklarını arşınlıyoruz.

Meydanda ki zengin evini geziyoruz. Burası hem müze hem de sergi alanı olarak kullanılıyor. Salon da beyaz bir tuvalet giymiş genç kızı fark ediyoruz. Küba’da hanımlar genç kızlığa adım attıklarında böyle süslenip püslenip şehrin önemli yerlerinde gezdirilirmiş. Hepimiz kıza öyle ilgi gösteriyoruz ki.; kızcağız utanıp kaçıyor.

Kahve çay içmek üzere uğradığımız yer de puro saran adamı seyrediyoruz, bongo çalan adamın ritmine ayak uyduruyoruz. Mojito içiyoruz.


Bir yandan da vakit ilerliyor, Che’nin mezarına gidemeyeceğiz diye içimiz içimizi yiyor. Otobüse bindiğimizde Che’ye gidileceği söyleniyorYola çıktıktan sonra ha geldik ha geliyoruz derken akşam karanlığında hayal meyal Villa Clara ‘dan geçtiğimizi fark ediyorum. Ne oluyor Che’ye gidilmiyor galiba derken anlıyoruz ki rehber bizi oyuna getirmiş.
”İstemeyenler vardı o nedenle uğrayamadık, bu tura dahil değildi zaten” falandı filandı derken anlıyoruz ki sıkı bir kazık yemişiz. Ben turuna da rehberine de diye söyleniyorum. Küba’ya neden turla geldim diye kendime kızıyorum. Tur ile sadece bir gün geziye çıktım onda da dolandırıldım.

Otobüste türlü çeşitli adam var, otobüs “Che Severler” ve de “Che’ye gidip de ne olacakmış” cılar olarak ikiye ayrılıyor. Otele geldikten sonra da tartışma sürüyor.

Ben bir sonra ki günkü tekne turuna gitmeyeceğimi söylüyor,“Che’yi ziyaret etmek için harcanacak beş  dakikayı bizden esirgeyen  bu insanlarla aynı tekne de olmak istemiyorum. Kendimi cezalandırıyorum. İşte o kadar ” diye odaya gidiyorum

Odaya gittikten sonra telefon çalıyor. Işıl, “Çok istiyorsan, Çağla sen ben yarın Che’ye gidelim” diyor. Aşağıya iniyorum. Işıl “ Koyduğun tavırdan çok etkilendim. Bu devirde böyle adamlar kaldı mı diye kendime sordum ve de senle bu yolculuğu yapmak istiyorum” diyor. Dr Çağla halk otobüsü ile bile Che’ye gitmeye razı, rehber bizim yarın Che’ye gitmemiz için yardımcı olacağını söylüyor. Nasıl yardımcı olacağını sorduğumda, bizim için otobüs saatlerini öğreneceğini söylüyor. Adama öyle bir bakış bakıyorum ki sesini kesip uzaklaşıyor.

Işıl, Çağla ben otelin önüne çıkıyor ve ilk gelen taksiyi durduruyoruz. Yarın bizi Santa-Clara ve de Che’ye götürüp götüremeyeceğini soruyoruz. Pazarlık yapıyoruz. 180 pezos ( 170 dolar) a anlaşıyoruz.  Sabah 9:00 da gelmesini söylüyoruz.

Işıl o hızla gidip rehberden taksinin parasını alıyor. Biz üç kadın yarın, bugünkü gittiğimiz yolu bir daha giderek  Che’nin mezarını ziyaret edecek, gitmişken Santa Clara’yı da gezeceğiz. Bakalım yarın taksi gelecek mi? Gelmezse de dert değil başka taksi buluruz.
 
21 Aralık 2007 Cuma
Sabahleyin Işıl,Çağla ve ben kahvaltı da buluşuyoruz. Dün akşam kapının önünden geçen taksiyle yaptığımız anlaşmanın ne kadar sağlıklı olup olmadığını birazdan göreceğiz. İşin ucunda bütün gün otelde pineklemekte var.

Saat tam 9:00 da taksi görünüyor. Şoför kendini tanıtıyor. Akşam konuştuğumuz Antonio’nun bugün başka işi varmış, yerine kendisi gelmiş.Adı  Reinolda, güleç yüzlü otuzlu yaşlarında bir Küba’lı.

Taksiye binerek yola koyuluyoruz. İlk önce Cardenas’tan geçiyoruz. Dün görmüş olduğumuz kasabayı bir daha görmüş oluyoruz. Reinaldo bisiklet heykelinin arkasındaki evi işaret ediyor. Reinaldo’nun yarım yamalak İngilizcesi ile Çağla’nın ondan biraz daha iyi İspanyolcası ile anlaşıyoruz.

Gösterdiği ev 1999 sonlarına doğru Küba’ya mülteci taşıyan geminin batması sonucu annesi ölen, kendisi de Florida kıyılarında sağ olarak kurtulan 6 yaşında ki Elian’ın eviymiş. Amerika ile Küba arasındaki diplomatik krize sahip olan Elian’ların evinin civardaki evlerden farklı bir yanı yok. Sadece kapının girişinde plaket var. Ev bakımlı tek katlı bahçeli bir ev.Elian,  babasına iade edildikten sonra buraya geri dönmüş ve de halk kendisini kahraman gibi karşılamış.

Bugün bütün okullarda hareketlilik göze çarpıyor, törenler, alkışlar… Bugün Küba’da öğretmenler günüymüş.

Otoyola çıkıyor ve çok rahat bir yolculuktan sonra Santa-Clara’ya varıyoruz. Yollar tenha, üç saat boyunca yol kenarında ki muz plantasyonlarını, şeker kamışı tarlalarını seyrettik. Bir karış boş alan yok… Her yer ekili, biçili ve de bakımlı…

Che’nin anıtı görülüyor uzaktan. Kocaman bir meydan, ve de başı bulutlara değen yaklaşık 10 metre yüksekliğindeki kaide üzerinde Che’nin bronz heykeli çok görkemli. Heykelin sağına soluna yerleştirilmiş anıtlar üzerinde, devrime, Latin Amerika devrimcilerine ve Che’ye dair yazılar var. Che’nin heykelinin altındaki kaide de “Hasta La Victoria Siempre” yazıyor. Tükçeye çevrildiğinde “Her zaman Zafere Kadar” diye bir cümle ortaya çıkıyor.


Anıt 1988 yılında Santa Clara halkı tarafından yapılmış, ölümünün 30.yılından birkaç gün önce Bolivya’da ki mezarından, kendisiyle birlikte ölen yoldaşlarınınkiyle  birlikte  naaşı Küba’ya getirilmiş ve de  yerine yerleştirilmiş. Öldükten sonra infazı yapanlardan biri saçından bir parçayı hatıra olarak saklamış. İyi ki de saklamış, Mezarda bulunan kemikler ile saçın DNA’sı tutunca Che’miydi değimliydi tartışması sona ermiş.

Koca alanda kayboluyoruz. Anıtın eteklerinde dolanıyoruz. Reinaldo mezar odası ve Müzeye giden yolu gösteriyor, rehbersiz gelsen koca alanda dön dur ki bulasın.
Anıtın arka tarafında elimizde bulunan çantaları, fotoğraf makinelerini emanete alıyorlar, bize de sadece cüzdanlarınızı alın diyorlar. Müze de ve mezar odasında resim çekilmesine izin vermiyorlar.
Önce müzeyi geziyoruz. Che’nin kocaman bir çocukluk fotoğrafı ile başlıyor müze. U şeklinde, duvarlarda fotoğraflar, ortada camekanlar içinde anılar sergileniyor. Bounes Aires Tıp fakültesi’nden aldığı diploma, doktorken giydiği EGS harfleri işlenmiş doktor önlüğü. Ernesto Guevara de la Serna… Tüm devrimcilerin yakışıklı kahramanı, halkların özgürlük savaşçısı… Arjantinli romantik  devrimci. Che ise “hey”, “arkadaş” anlamında başkalarına hitap ettiği için kendine takılan ad…

Fidel ve Raul Castro, Camillo Cienfuegos ve Ernesto Guevara… Bu dört isim Devrimin kare ası. 12 kişilik  Granma gemisine 80 kişi doluşup Meksika’dan Küba’ya gelmişler. Küba o zamanlar Amerika’nın kuklası Batista’nın diktatörlüğünde, Amerika’nın arka bahçesi
olarak anılıyor. Kumar, fahişelik gırla gidiyor…  Halk yok, köleler var. Yani ayak ve kollarına takılan  zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. O zincirler bugün müzeler de sergileniyor.

Küba’ya gelen 80 kişi Batista yönetimindeki askerlerin baskınına uğruyor ve 80 kişiden kala kala 12 kişi kalıyorlar. Santa Clara devrim yolculuğunun başladığı yer, Che ve Cienfuegos 100 kişilik öncü birlik hazırlıyorlar. Kısa sürede gerillaların sayısı 400’e ulaşıyor. İşte bu gerillaları Havana’ya taşıyan tren Santa Clara’dan yola çıkıyor. Bu nedenle Che’nin mezarı Santa Clara’da. İlk ateş burada yakıldığı için…

Havana’ya ilk Che ve Camillo Cienfuegos giriyor, 8 gün sonra da Fidel ve Raul Castro. 
Che’nin şahsi eşyaları arasında dolaşırken; Dr.Çağla’nın onun hakkında ne kadar çok şey bildiğini fark ediyorum. Heyecanla gösteriyor. “Bak bu onun kullandığı inhalator, astım hastasıydı ya” diyor, “Bak onun kullandığı dişçi aletleri, o devirde pratisyen hekimler dişte çekiyorlardı.”

Che’nin Küba Merkez bankası Başkanı olduktan sonra Che” diye imzaladığı Devrimden sonra tedavüle çıkan Küba pezosları, Küba tıp fakültesi tarafından verilen diploma (Diploması akredite olmuş), Küba vatandaşlığına kabul edildiğine dair belge. Sanayi Bakanıyken resmi, Bolivya’dayken kullandığı yemek kabı, gene Bolivya’da 8 Ekim 1967 Tarihli öldürülmeden önce el yazısıyla yazdığı takvim yaprağı. Dr Çağla “Ölüm nereden ve nasıl  gelirse gelsin… “ diye başlayan mektubu tercüme etmiyor, ezberden söylüyor. Bu kadar genç yaşta bir insanın Che hakkında bu kadar çok şey bilmesi beni çok etkiliyor. Işıl’a “Acaba bu kız Che’ye olan hayranlığından mı doktor oldu?” diyorum. Işıl” Olabilir, İspanyolcayı da buralara gelmek için öğrenmiştir” diyor.

Müzeden çıkarken bir araya gelen şu üçlüye bak diyorum. 68 kuşağından gazeteci sinemacı  Işıl Özgentürk, 74 kuşağından ben, ve de Che’ye hayran 30’lu yaşlarda   kadın doktor…
Reinaldo müze çıkışında karşı kapıyı gösteriyor.  Mezar odasına giriyoruz. Dikdörtgen bir alan. Loş bir aydınlatma, hüzünlü bir müzik. Kapının karşısında ki duvar boydan boya pembe damarlı mermerle kaplanmış. Orta da daha büyükçe Che’nin portresi oyulmuş. Onun sağında ve solunda diğer yoldaşların yüzlerinden rölyef yapılmış. Angelo, Camillo diye isimler yazılmış. Duvarın bitiminde küçük bir bahçe ve yerde yanan bir meşale var. Tavan ahşap ama geometrik şekiller verilmiş. Mezar odasının mimarisi çok hoş.Mezar odası gezme süresi bir dakikaymış. Bizim üçlü mezar odasında öylece kalıyoruz.

“Ölenler dövüşerek öldüler
Güneşe gömüldüler
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya
Akın var akın güneşe akın
Güneşi zapt edeceğiz,
Güneşin zaptı yakın” diye şiir okuyorum.

“Sana herkesten selam getirdim” diyorum. Işıl ağlamaya başlıyor, boynuma sarılıyor, ben de ağlamaya başlıyorum. Kim bilir belki de  Che’de bize “Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in, Mahir’in bugün aramızda olmayan herkesin, kaybettiğim kocamın , selamını söylüyor bizlere.

İçerde ne kadar kaldık bilmiyorum. Biz ağlaşırken, görevli kadın kapıyı kilitlemiş, içeriye kimseyi almamış, gözyaşlarımız biraz dinince teşekkür edip kapıya yürüyoruz. Görevli, nerden geldiğimizi soruyor. Şoför bizden önce “Türkiya” diyor, “Dün Santa Clara’ya kadar gelip buraya gelememişler, aynı yolu tekrar geldiler “ diyor. Kadın sırtıma dostça vuruyor.

Dışarı çıkıyor, gün ışığında kendimize geliyoruz. Şoför ortadan kaybolmuş. Derken geliyor, Elinde üç tane gül. Nerden bulmuşsa bulmuş, üçümüze birer kırmızı gül veriyor. Hayda … Biz bir ağlama daha tutturuyoruz.

Anıtın etrafında biraz daha dolanıp resim çekiliyoruz. Anıtın karşısında kocaman iki pano var. Birinde  “İyi ki vardın Che” yazıyor, altında da Fidel, diğerinde de “Hepimiz Che’yiz “diye yazıyor; onun altında da Fidel .

Arabaya bindikten sonra şoför Santa-Clara’yı gezmeden gitmeyin diyor. Hemen yakındaki Santa Clara’ya gidiyoruz.

Santa Clara Belediye meydanı’nda dolanıyor, tahta işlerin, çiçeklerin, kolonyal dönemde yapılmış binaların resimlerini çekiyoruz. Derken şoförün yanına genç bir çocuk yanaşıyor, bir şeyler konuşuyorlar, şoför çocukla beraber bizim önümüze düşüp yürüyor. Bakalım nereye gidiyoruz derken sokak arası bir eve geliyoruz. Evin sahibi dışarı çıkıyor. “Micasa es sucasa” diyor . “evim evinizdir” demekmiş.

1997 yılında turizme açılma kararı alındıktan  turizm sektöründe çalışacakları altı aylık bir eğitime almışlar, bize yardımcı olan insanların, Reinaldo’da dahil nasıl bu kadar nazik, ölçülü, samimi ve bir o kadarda uzak olmalarının sırrı buymuş demek.

Evlerin de turizme açılmasına izin vermişler.Devletle yarı yarıya ortak işletmelere dönmüş her ev. Yiyecek malzemesini devlet karneyle veriyor, kazancı paylaşıyor. Bizi getirdikleri ev, “Palador” denilen bu ev pansiyonlardan biriymiş. Evin salonundan geçiyorsunuz, o arada açık kapıdan yatak odasını görüyor, evin tuvalet ve banyosunu kullanıyorsunuz. Bahçe de üç tane masa var. Nasıl şirin, nasıl temiz bir yer anlatamam,

Salıncaklı sandalye de sallanan anne ve kız hemen kalkıyor, hoş geldin faslı ve yemek siparişi aldıktan sonra mutfağa gidiyorlar.


Önce muz cipsi, tereyağ ve ekmek geliyor, daha sonra bir koca kase pirinç pilavı. Çok geçmeden de balık menü ve salata… Böyle bir balığı bugüne kadar yemedim. Balık ağzımda eriyor…. Reinaldo ile akraba gibi oluyoruz. İki oğlu varmış. Onlardan bahsederken gözleri parlıyor, karısını da çok seviyor, Ne güzel….

                            

Yemekten sonra Reinaldo bizi, Havana’ya gerillaları taşıyan trenin anısına yapılan anıta götürüyor. Tren vagonlarını süsleyip, püsleyip meydana yerleştirmişler.


Dönüş yoluna geçiyoruz. Çağla şeker kamışını yakından görmek istiyor. Yol kenarında duruyor, şeker kamışı kesiyoruz. Meyvalarını görmek istiyoruz. Meyva bahçesinde duruyor, yerel meyvalardan alıyoruz. Ben bir ara Rom alsaydık demiştim. Çok şık bir Rom mağazasında duruyoruz. Reinaldo ağzımızdan çıkan bir lafı iki etmiyor. Kendisine Varedero pazarında ineceğimizi söylüyoruz. Daha çok hediyelik eşyaların satıldığı pazarda iniyoruz. Reinaldo “Ne kadar kalacağımız soruyor?” Bir saat kadar kalırız deyince ben sizi bekleyim elinizdekileri arabaya bırakın boşuna taşımayın diyor. Reinaldo ailemizin şoförü vaziyetinde.

Çarşıyı dolaşıp, birkaç ıncık cıncık alıyoruz. Otele giderken Reinaldo’ya akşam için bize Küba’lıların gittiği bir eğlence önermesini söylüyoruz. “Public Party” den bahsediyor. “Olur ama iki araba gel diğer arkadaşlarda gelebilir” diyoruz.

Dediği saatte iki araba otelin kapısında duruyor. Santa Marta meydanına gidiyoruz. Public Party”, meydanda halkın katıldığı bir eğlence. İki ayrı müzik yayını var. Bir köşede salsa, diğer köşede disco müziği çalıyor, bir diğer tarafta lunapark var, bir köşede de yiyecek satılıyor. Kalabalık, içki, dans, müzik… Bu arada Salsa yapmak üzere  bizim de kolumuza yapışıyorlar. Ben ki iyi dans ettiğimi  sanırdım; adamların vücudu üç ayrı düzlemde hareket ediyor. Ayakları farklı, gövdeleri farklı, baş ve omuzları farklı kıvrılıyor. Bizimki teknik olarak,kalasın eğilip bükülmesi gibi kalıyor. Ayakları uydursam, gövdem açıkta kalıyor.

                                



Bu arada halkın arasında sürekli polisler dolaşıyor, turistleri rahatsız eden var mı diye dolaşıyorlarmış.

Bir Küba gecesi daha sona eriyor. Biz gene Taksiyi dediği yerde ve saatte buluyoruz. Otele geldiğimizde Reinaldo’ya 15 pezos bahşiş vermek istiyoruz. Kavga dövüş alıyor, cebine zorla sokuyorum. Adam bizi Che’ye götürmekle kalmadı bizle akşama kadar dolaştı, sadece Varadero ile otel arası gidiş-gelişleri fazladan ödedik, bahşişi “per bambinos” (çocukların için) diye verdik. Teşekkürler Reinaldo…. Sayende Küba’yı tanıdık ve sevdik…

22 Aralık 2007 Cumartesi

Bugün öğleden sonra yolculuk var, sabahleyin otelde vakit geçireceğiz. Okyanus’ta denize girmenin keyfini yaşayacağım. Plaj havlusu için resepsiyona para yatır, makbuzu havlu bölümüne göster, damgalat havluyu al derken nihayet plaja iniyorum. Öyle çok formaliteleri var ki; bizdeki formalitelere artık isyan etmeyeceğim.

Plaj da beni bambu şemsiyeler, ve göz alabildiğine kumsal karşılıyor. Kumu incecik, toz gibi… Şezlonga yerleşiyor, güneşin tadını çıkarıyorum. Isındıktan sonra denize giriyorum. Deniz dalgalı, öyle böyle değil, dalgalar boyumu aşıyor.Dalgalarla oynaşıyorum, yok oynaşmak ne kelime dövüşüyorum… Ama ne dövüşme; dalga kaldırıp fırlatıyor, alıp içinde döndürüyor, neresi aşağısı neresi yukarısı anlayamıyorsun. Biraz açılayım dalga açıkta hafifler ne de olsa kıyıda dip sürtünüyor diyorum. Kıyı liman dersi aldım ya çok biliyorum. Dalga durulur gibi oluyor, buyur açığa gel diyor… Oh ne güzel derken dalgalar gene coşuyor, açıktan alıp kıyıya doğru fırlatıyor, ben doğruluyorum o vuruyor… Yorgun düşüyorum, her yanıma otlar yapışmış halde kıyıya çıkıyorum.   Tamam yendin beni diyorum.. Eeee ne oldu beni dövdün de  ben de kıyıda otururum, sen de böyle kendi kendine çalkalan dur diyorum. Dalgalara küsüyorum. Dalgaların da çok umurunda oluyor küsmem…


Otele dönüp, duştan sonra bavul topluyorum… Yemekten sonra otobüse binip Havana’ya dönüyoruz. Doğru havaalanına gidiyoruz. Dönüşte grupla samimiyeti ilerlettiğimiz için hava alanındaki bekleyiş çok eğlenceli geçiyor. Evşen bana Küba hatırası Che’nin Küba’dan ayrılmadan önce Fidel’e yazdığı mektubun kopyasını hediye ediyor.

Işıl mektupta ne yazdığını merak edince kendimce tercümeye başlıyorum. İspanyolca bazı kelimeleri yakalayarak, Çağla’yı da şahit tutarak öyle bir tercüme yapıyorum ki, Che olsaydı “Yazının tercümesini boş ver, hislerime tercüman oldun” diye sırtımı sıvazlardı.

Uçak saati geliyor, önce Paris’e oradan da İstanbul’a iniyoruz. Havaalanın dan ağlaşa ağlaşa ayrılıyoruz. Bir gezi daha bitti. Bu gezinin anlamı benim için daha farklıydı. Bir çeşit “Hacı” oldum. Gördüm ki bir ben değilmişim geçmişiyle dost olan, dostların arasında , güneşin sofrasındaymışım meğer….


Feryal Bekdik
Aralık 2007


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AH LENİN AH

POLONYA GEZİ NOTLARI-1 (24-29NİSAN 2014)

MISIR HURGADHA SHARM DALIŞ HAZİRAN 2024