İLLE DE ROMAN OLSUN
İLLE DE ROMAN OLSUN
“Alaçatı’da Romanların
yaşadığı çadırlar, Çeşme Belediyesi’ne bağlı zabıta ekiplerince yıkıldı.”
Her yıl değişmeyen Çeşme
haberlerinden biri, bu sefer sosyal medya da Gazete Duvar aracılığıyla karşıma
çıktı.
Romanlar, kendilerine göre
kültürleri olan, müziği, oynamayı seven, ağlarken gülen, gülerken hüzünlenen renkli
insanlar. Çeşme’de yazlıkta geçen günlerimiz de bize de birkaçı çalışmaya
gelmiş, kendilerini yakından tanıma fırsatı bulmuştum.
İlki Gülazer, kömür karası
gözleri, gevrek kahkahası ile ortalığı şenlendiren, biraz vurdumduymaz, biraz
da başına buyruk hoş bir kızcağızdı. Hafta da bir gelir, hem eline hem diline
dedikleri türden, hem evi temizler, paklar, hem de anlattıkları ile evi
şenlendirirdi.
Bir gün gözünün altı morarmış,
dudağı patlamış olarak işe geldi. Hayrola ne oldu, neden oldu sorularımızı
geçiştirdi. Çadırda yaşıyorlar, “kapıya çarptım” bile dedi. Öğlen yemeğine
oturduğumuzda annem, “Hele anlat şu kapıya çarpma hikayesini” deyince baktı kaçarı
yok, anlatmaya başladı.
Efendim, Çeşme Kalesi’ne
Mahsun Kırmızıgül gelecekmiş, bizimkiler günler öncesinden bu konsere gitmeyi
kafalarına koymuşlar. Gel gör ki kocalar bu işe karşı. “Giderseniz
bacaklarınızı kırarım” diyen mi ararsın, “ Kaleyi basar, Mahsun’u da seni de öldürürüm”
diyen mi?
Neyse konser günü gelmiş,
çatmış. Kadınlar işten döndükten sonra, akşam yemeği faslı başlamış, sonra da
erkekler topluca kahveye gitmişler. Hesap yapmışlar, Mahsun konseri dokuzda
başlar, olsa olsa on iki de biter. Erkekler kahveden birden önce dönmüyor, biz
de onlar kahveden dönmeden çadırda oluruz demişler. Çocukları da çadırlarda ki
kocakarılara emanet edip, tüm hatun tayfası konsere gitmişler.
Burası Çeşme, konser dediğin
ha deyince dokuzda ne zaman başlamış ki? Mahsun sahneye on da çıkmış, alkış
kıyamet konser bir de bitmiş, bizimkilerin çadıra dönmesi neredeyse ikiyi
bulmuş. Beyler çadırda deliye dönmüş vaziyette kadınları bekliyorlar, derken
olan olmuş, bir dayak, bir dayak….
Annem, “Kızım beyin madem
istemiyor, ne gidersin sende?” deyince bizimki “Boşver abla Mahsun’da Mahsun’du
hani” demez mi?
Bir sonraki yıl haftada bir
değil de her gün kadın alalım diye tutturdum. Annem çok yoruluyor, titiz olduğu
için eski günlerdeki gibi, yazlık yerde koca evi derli toplu tutmaya
çalışıyordu. Yan ev de çalışan hanımın kızı iş arıyormuş, yardımcı olarak onu
aldık.
Kızcağız, genç irisi
dediklerinden, saçlarını oksijenle sarartmış güzelce bir hanım. Okuma yazması
yokmuş, annesi, okuma yazma öğrenirse oğlanlarla mektuplaşır diye okula
göndermemiş. Babama iş çıktı, kıza alfabe aldı, okuma yazma öğretmeye çalıştı.
Kızcağız da hem heves yok, hem de kafa almıyor, bütün yaz sadece adını soyadını
yazmayı öğrendi.
Bir gün annesi telaşla geldi,
kız da yanında. Kaldıkları çadırı belediye kaldırmış. Çadır kurdukları yerin
yakınındaki evlerin bahçesine girip, bahçe musluğundan kovalara su
dolduruyorlarmış. Ev sakinleri de huzursuz olmuşlar. Şikayet etmişler. Kimse
bahçesine izinsiz girilmesini istemez. Bizimkilere göre ise, “Bir kova su için
bu zulüm yapılır mı?”
Severdim romanları, komün
yaşamları, birbirlerine olan tutkuları, mala mülke kıymet vermemeleri hoşuma
giderdi. Su hakkı diye bir şey var değil mi? Onlara göre doğru olan bu. Biz yan
komşu ile çözüm üretmeye çalıştık. Evde yatmayı reddettiler. Arkada otoparkın
dibindeki duvara yatak yorganlarını getirdiler, ana kız yaz sonuna kadar hem
dua ettiler, hem de orada yattılar. En azından, banyo ihtiyaçlarını bizim evde
gördüler, bu bile onlar için bir nimetti.
Yan evde annesi akşama kadar didinip
çalışırken, bizim kız öğlene kadar iş görür, öğleden sonra da masanın başına
geçer otururdu. Yemeği annem yapar, ortalığın son tertibini annem yapar, mutfağı
annem toparlardı, a be ben ne anladım bu işten. Güya bizim evde çalışan kız
var.
Arada bir kapının önüne karpuz
kamyonu yanaşır, içinden iki delikanlı iner, yan evden çıkan anneleri ile
hararetli hararetli konuşurlardı. Sonra da anne bize gelir, kızın aylığına
mahsuben para ister, hem kendi emeğinin hem kızının emeğinin karşılığını oğlanların
avucuna sayardı.
Bizim evin karşısında tüpçü
vardı. Kamyonlar gelir gider, tüpler iner, dağıtıma çıkar, tüm öğleden sonra
yoğun bir hareketlilik yaşanırdı. Annemler, gürültüden kaçmak için arka bahçede
oturur, bizim kız da ön tarafta masanın başında hülyalara dalardı.
Yaz bitmeden, bizim kız bir
gece annesinin koynunda yatarken; birden yok oldu. Anne saçını başını yoldu,
abiler geldi, bağrış çağrış oldu. Bizim kız ne ara gördü? Ne ara sevdi? Ne ara
kavilleştiyse; tüpçü de çalışan delikanlıyla kaçmamış mı?
Delikanlı da İzmir’de
mahallelerindenmiş. Kızın demesi, mahallede birbirlerini bilmezlermiş, bizim
orada görmüşler birbirlerini. Buna annesi bile inanmadı ama inanmış göründü. Derken
bunlar evlenmişler, düğün bile yapılmış. Nikah hak getire, iki çalgı, bir
çengi, oldu sana düğün.
Bir yıl sonra, bizim kız
kapıya geldi gene. “Ben çalışmaya geldim” dedi. Kızım seni kim çağırdı, annem
istemiyor, her gün bir aksiyon, kadıncağız yürek çarpıntısından gidecek, bu yıl
kimseyi alamayacağız dedik.
Annesi gene yan eve girdi.
Hikayeyi annesinden öğrendik. Kızımız düğünden hemen sonra gebe kalmış, bir de
oğlu olmuş, kocasıyla anlaşamamışlar, oğlan tarafı çocuğu almış, bunu da kapı önüne koymuşlar.
Annesi “Aman iyi oldu, çocuk ayağına bağ olurdu, kaynanasıgil baksın büyütsün
çocuğu, kızım genç güzel, yeniden evlenir daha çok çocuğu olur” dedi.
Haziran 2020
Ankara
Yorumlar
Yorum Gönder